halbuki bunun yerine tottenham ve manchester united'ı yazacaktım biraz daha heyecan dolu bir kupon daha olsun diye, ama sonra "lan garanti olsun, al işte 120 kağıdını neyine yetmiyor dedim, city'i yazdım.
siyasi görüşü ya da tuttuğu takım ve bunun gibi farklılıklar.
normalde hiçbir insanı siyasi görüşüne veya tuttuğu takıma göre yargılamam. o sarıyı seviyor, ben de kırmızıyı seviyorsam, bu iş böyledir, kimseyi ayırmam. ama bu iş gerçek hayatta böyledir, sanal alemde değil.
sanal alemde herkes bir kral kesiliyor, herkes farklı bir havaya giriyor. sevmediği bir takım veya sevmediği bir siyasi parti hakkında rahat rahat, kimi zamanda küfürlü bir şekilde konuşabiliyor. ama bunları dışarıda söyle desen tek kelime edemez, çünkü göt korkusu denen bir şey vardır bu adamda fazlasıyla. sanalda atar tutar, gerçek hayatta sus pus. bize böyle adamlar lazım değil arkadaş.
bitmiş olan sigaranın izmaritini, sağ (veya sol, fark etmez) elini havaya kaldırıp, savururken elden bırakarak izmiritin olabildiğince uzağa gitmesini sağlamaktır.
ben yapınca yemiyor, ama bu adam o kırmızı deri ceketiyle bu hareketi yapınca ayrı bir karizmatik görünüyor.
kişi tok olduğunu ne kadar vurgulu veya üstüne basarak söylese de bundan anlamayan, ısrarla ikinci tabağı daha fazla doldurarak veren annedir. iyidir, hastır.
galatasaray'ın bu yenilgisinin, sonraki haftalar için çok iyi olacağının ortaya çıkacağı maç.
şöyle ki;
iki sene önce. elano'lu, keita'lı, kewell'lı zamanımız. ilk haftalar gelene gidene 3-4 attı o takım, acımadı. sonra baros sakatlandı, takım düşüşe geçti. koskoca galatasaray, tamamen bütün olmuş, her şeyi makine gibi işleyen galatasaray bir adama mı bağlıydı? hayır. kısaca hatırlatayım size o sezonun başlarını. ilk 6 haftayı kayıpsız kapatmakla kalmamış, 20 gol atıp, sadece 5 gol yemiştir, ezeli rakiplerinden beşiktaş'ı da 3-0'la geçmeyi bilmiştir. hemen akabinde 7. haftaya bakalım. bir eskişehir beraberliği. hemen peşine 3-0'lık bir ankaragücü mağlubiyeti ve hemen ardından 3-1'lik fenerbahçe mağlubiyeti daha. ve onun ardından sürekli inişli çıkışlı bir ivme.
ben şimdi ne diye anlattım bunları. demek istediğim şu. takım bir anda dağılmayı başladı. eskişehir beraberliği belki, ama ankaragücü mağlubiyetini kim beklerdi. hiç kimse. moralman bir çöküşe geçildi, peşine önemli silahlarımızdan biri sakatlandı, rijkaard çareler aradı, bu sırada galatasaray'ı körüklemeye yer arayan medya (evet, benim gözümde spor medyası budur) sahne aldı, başladılar yazmaya, çizmeye. galatasaray o kadar iddialı girdiği bir sezondan koca bir hiç elde ederek ayrıldı.
geçen seneden de kısaca bahsedeyim. bu daha kısa sürecek, çünkü bahsedecek pek bir şey yok, yönetim hatalarıyla dolu geçen sene benim gözümde. her şeyden önce en büyük hata frank rijkaard ve johan neeskens gibi iki futbol adamına sabredemeyip onları göndermektir. bu iki adamı sezon ortasında gönderiyorsan sen zaten o sezondan bütün umudunu kesmişsindir. özellikle de yerine daha önce teknik direktörlük yapmış ve yine hiçbir şey katamamış bir gheorghe hagi'yi getiriyorsan. geçen sene zaten güme gitti.
bu sezona bakalım. yönetim değişti. teknik heyet değişti. takım toptan değişti ve sezon başladı. transferlerimiz hakkında bir kuşkum yok, hepsine güvenim sonsuz. her ne kadar güvenmek istemesem de, real madrid maçında izlediğim gökhan zan'ın performansı beni memnun etmişti. dün akşam da fena değildi, ama oynamaması gerekiyordu. neden?
bu adam oynayacaksa, ujfalusi oynamayacak, bu iş bu kadar açık. sen gökhan zan için ujfalusi gibi stoper mevkisinin kaşarı olmuş bir adamı sağ beke çekeceksen, işimiz var her şeyden önce fatih hocam. neyse futbolcu seçimlerine fazla girmeyeyim, ama gökhan zan yine yanlış yanlış. tamam, bitti.
bu maçı kaybetmemiz şu yönden iyi oldu. biz bunu kazansaydık, haftaya samsunspor maçını da aynı özgüvenle alırdık ve daha kötüsü fatih terim yine bu 11'e benzer bir 11 sürerdi sahaya. belki onun peşine karabükspor ve eskişehirspor'u da yenerdik, ama biri bize öyle bir tokat sallardı ki feleğimizi şaşırır, tepe taklak olurduk mazallah. şimdi ise fatih terim'in samsunspor maçında daha farklı şeyler düşüneceğini sanıyorum. belki farklı bir 11, farklı bir sistem, orasını bilemem. ama moral ve hırs olarak da çok farklı çıkacağımız aşikar. ilk haftalardan kaybettiğimiz bu puanın pek önemli olduğunu düşünmüyorum, ne de olsa fenerasyon, fenevbahçe'nin kıçını yalamak adına bir şekilde onları yukarıda tutmak için yapacağını yaptı. neyse. öyle işte.
transfer döneminin başında o kadar yırtınmasına rağmen hem serdar kesimal'ı hem de ersan gülüm'i ezeli rakiplerine kaptırıp, ceyhun gülselam'a kalmak zorunda olduğundan dolayı, ilerde saç baş yolması yüksek ihtimal olan yöneticilere ve taraftarlara sahip olan türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi futbol kulübü.
eğer uzun süreli bir sanal samimiyet söz konusuysa ve hiçbir seksüel amaç içermiyorsa yüzyüze gelince artması büyük ihtimal olan samimiyettir.
eski zamanlardan takıldığım bir forum sitesinde birçok kişiyle tanışmış, hemen her şehirden arkadaşlar edinmişliğim var. site kapandı, dostluklar hala sürüyor.
öncelikle filmden önceki beklentilerim; (#8795928)
tanım: serinin en zayıf halkası.
her ne kadar tam bir penelope cruzhayranı olsam da filmde ilk göründüğü ve jack'le düello yaptıkları sahneden sonrasında fazlasıyla sönük geldi bana. ayrıca bütün o korsan kıyafetleri keira knightley'e daha çok yakışıyordu. olmamış penny.
filme bakarsam; en başta ispanyolları duyunca "tamamdır" dedim büyük bir ispanya hayranı olarak. serinin en güzel filminin geleceğinden adım gibi emindim. ama beni yanılttı ispanyollar. film boyunca ısınamadım adamlara, hoşuma gitmedi, ne bileyim. film boyunca hoşuma giden tek şey deniz kızlarıydı. zaten bir kızın saçının ıslak olması beni yeteri kadar tahrik ederken, orada bir sürü deniz kızının bulunması ve hepsinin sırıl sıklam gayet masum bir şekilde su yüzüne çıkmaları beni bitirdi. daha sonraki vahşilikleri de cabası. deniz kızları fikri güzeldi ve iyi işlenmişti.
orlando bloom'un eksikliğini hissetmem diyordum, çünkü geoffrey rush ve johnny depp'in kafada olmaları onu unuttururdu. ama yer yer onu özlediğim anlar da oldu.
böyle güzel bir seri böyle kötü giderse lütfen daha fazla çekmesinler. ben böyle bir film olduğunu unutup, ilk üç filmi ardı ardına izlemeye de razıyım.
world of warcraft oynarken sürekli olarak başıma gelen olay. bir bakıyorum kocaman bir kül sigaranın ucundan sarkıyor küllüğe doğru. küfrediyorum, yenisini yakıyorum falan.
ağır bir şekilde girmiş olmaları bu şarkıya aşık etmiştir beni. tıpkı fade to black ve the unforgiven iii'deki ya da mama said ve turn the page'deki gibi bir hava katmış. daha sonra hızlandıkları şarkıları nedense daha çok seviyorum, ayrı bir yerleri oluyor ben de her zaman, ama yine de bu biraz daha garip bir şarkı olmuş bana göre.
yani neredeyse hiçbir şarkıda ritimlerini bu kadar sık değiştirmiyorlar, ilk dinlediğimde de çok kez şaşırmışımdır şarkı mı değişti diye atlamışlığım olmuştur. evet, bu garip kılıyor, ama yine de james'in ses tonu her zaman güzelleştirdi bu şarkıyı. ek olarak solosu da kendisine aşık etmiştir, yenilebilecek bir solusu vardır. bu da kesindir arkadaş.
şüphe yok ki fazlasıyla zevkli olabilecek, monopoly collestor's edition'ın yeni ürünüdür. bir yere piyonunu koyduğunda müzik falan da geliyorsa eğer tadından yenmez.
oynadığım wow'dan, dinlediğim müzikten, gezindiğim sözlükten, izlediğim house'dan soğuduğum duygudur. gerçekten bir anda gelir, sebebini düşünsen de aklına getiremezsin, çünkü gerçekten de bir sebebi yoktur, öylesine gelmiştir ve o anını piç etmekten başka hiçbir derdi de olmayan bir duygudur.
menajeri galatasaray ile görüştüğünü doğrulamış olan müthiş yetenekli ve çok yönlü oyuncudur. forvet arkasında, sağda ve solda görev yapabilir ve bu görevleri de layığıyla yerine getirir, orası kesin.
felipe melo'nun gelişiyle ikinci planda kalması muhtemel olan futbolcudur.
ama şöyle bir açıdan oldukça iyi. geçen sene sahaya sürdüğümüz 11'den bile memnun değilken, artık kenarda da oyunun akışını bir anda değiştirebilecek türde futbolcularımız bulunuyor.
iki ay önce de gitmemesi gerektiğini düşünüyordum, şimdi de öyle. gole ihtiyacımız olduğu anlarda bir anda oyuna girip birçok şeyi değiştirebilecek kapasitede bir futbolcu.
geçen sene sınavına girdiğim kurum. ve işin garibi sınav beklediğimden daha kolay geçti. ama tabi öncesi de var. neyse ben en baştan anlatayım tecrübelerimi.
şimdiii... ben samsun'da yaşıyorum. genellikle bu yöreden katılanları ankara'ya veriyorlarmış. ben de buna karşı çıkmıştım, zira ankara'da kimim kimsem yok ve benden gece 12'de ankara otobüsüne binip, sabah 6-7 civarı yarım yamalak bir uykuyla otobüsten indikten sonra hiçbir şekilde yol yordam bilmediğim ankara'da, sınava gireceğim okulu bulmamı bekliyorlardı.
ben de aradım tkv'yi ve sınav yerimin istanbul olmasını rica ettim. konuştuğum bayan bu konunun kolaylıkla ayarlanabileceğini ve benim niye bu kadar kastığımı anlamadığını ima ederek beni rahatlattı ve telefonu kapattık.
sınav haftası tekrar aradım tkv'yi. bu sefer de konuştuğum beyefendi, böyle bir şeyin olamayacağını, samsun ve yöresinden katılan herkesin tartışmasız bir şekilde ankara'da sınava gireceğini, hiçbir şekilde bir ayrıcalık yapılamayacağından bahsetti. her şeyi bağrıma basardım, ama bunu basamazdım, zira istanbul biletim önceden alınmıştı. o bayanla olan konuşmamı çok daha önceden yapmıştım, çünkü bilirsiniz, uçak biletlerini önceden alırsan daha ucuza patlar. yalandan yere son iki üç güne bırakıp 200-250 lira gibi bir meblağdan ziyade, 100 lira bayılmak daha mantıklı geldi bana.
konuştuğum beyefendiye de bunu güzel bir dille açıkladım. dedim, "ben bu numaradan bir bayanla konuştum ve kendisi benim istanbul'da sınava girebileceğimin kolaylıkla ayarlanabileceğini söyledi. ben de buna dayanarak biletlerimi aldım." bunun üzerine bana demesin mi, "burada benim dışımda kimse size böyle bir garanti veremez. yanlış anlamış olmalısınız." diye. tamamen delirdim. yanlış anlamama olanak yok çünkü, kadın bunun garantisini verdi sonuçta bana. ben onun bu lafı üzerine, hararetimi bastıramayıp, biraz sert bir dille kendimi tekrar açıkladım istemsiz bir şekilde. o da bana, "mizacını hiç beğenmedim canım." dedi.
bunu demesiyle benim şalterler tamamen attı tabi. neyse ki fazla uzatıp şansımı zorlamadım. yani hararetli halimi uzatmadım. "kusura bakmayın ama duyduğumdan adımın bruww olduğu kadar eminim. biletlerimi de buna dayanarak aldım zaten. yani koskoca tkv, benden hiç yol yordam bilmediğim ankara'ya sabahın köründe gidip sınava gireceğim okulu bulmamı mı bekliyor." dediğimde adam biraz yumuşadı ve, "peki o halde, bir şekilde ayarlarız." dedi. ben de teşekkür edip telefonu kapattım. o günün akşamı telefonuma gelen mesaja göre sınav yerim istanbul olarak ayarlanmıştı. sevindim.
velhasılı kelam sınav günü geldi. ben 23 civarında ineceğim uçaktan, 00:30 gibisinden bir saatte inince şansıma sövdüm. işin kötüsü taksim'e giden havaş'ı da 5 dakikayla kaçırmıştım ve bir sonraki havaş 1 saat kadar sonraydı. bulunduğum yer atatürk havalimanı, ki inmem gereken yer de sabiha gökçen'di. uçak, çok sis olduğu için rotasını değiştirip atatürk'e inmek zorunda kalmıştı. ben orada bir şekilde küçükyalı'ya taksi ücretini paylaşmak isteyen 3 kişiyi duyduğumda balıklama atladım tabi. orada da ufak bir piçlik yaparak 10 lira vererek sıyrıldım işin içinden. diğer 3 güzel abim 20'yi bayılmışlardı. canlarım benim.
neyse sınava geleyim ben.
okula gittim ertesi sabah uykulu bir şekilde. sınav yerime kalabalığın arasından baktım ve bir şekilde yerimi buldum. oturdum, sınav saatinin gelmesini bekliyoruz. o sırada içeriye bir adam geldi. yoklama kağıdına baktı ve isimleri teker teker okudu. ses bir yerden tanıdık geliyordu, kaldı ki 2-3 isim daha okuyunca anladım. telefonda konuştuğum adammış. hani böyle ibnemsi ses tonları ve konuşma tarzları olur ya? o adamın da ses tonu, konuşma tarzı falan öyleydi, hemen çıkardım o yüzden. listede benim adıma geldiğinde ve ben de "burada." dediğimde de, ilk kez listeden kafasını kaldırıp bana garip bir şekilde baktı ve "görürsün sen." şeklinde kafasını salladı. eyvallah dedim.
sınavın kendisine geleyim şimdi.
üç bölümlük bir sınav oldu.
ilk bölümde 50 tane genel kültür sorusu verdiler önümüze. sorular nasıldı... mesela charlie chaplin'in ve çin seddi'nin resimleri vardı, yukarıdaki kimdir veya yukarıdaki yapının adı nedir soruları vardı. bu gibi vardı bir kaç tane. kuş bilimiyle ilgili bir soru vardı, ki iki yanlışımdan birisi oydu, onu da sallamıştım zaten. altın portakal'ı alan filmi sormuşlardı. kitap isimleri veriyorlardı, onları sormuşlardı. bir yazarın birkaç tane kitabı yani. sonra o kitapların hangi yazara ait olduğunu falan. bir tane dünya klasiklerinden, bir tane de türk klasiklerinden vardı öyle soru çeşidi. çok zor değildi yani, biraz popüler kültürü takip ettiyseniz falan yaparsınız. mesela ben çok kasmıştım fransız edebiyatından çıkar diye, hiç çıkmadı. o konuda rahat olun yani.
ikinci bölümde 50 tane genel yetenek sorusu vardı, ki biraz dikkatli olan birisi çok rahatlıkla halleder burayı da. harflerin yeri değişik, hangi kelime lan bu, soruları vardı. kafa karıştırıcı sorular falan. genel yetenek soruları yazın gogıl amcaya, çıkar zaten. o da bir şey değildi bence.
beni zorlayan ve batıran bölüm kişilik soruları olmuştu. hani, hangi mesleğin insanısını ölçen sorular var ya. 5 tane şık verirler, çok uygun, uygun, belki, uygun değil, hiç uygun değil, gibisinden. o tip 240 soru vardı. kolay gibi görünüyor ama değil. yani ilk 70'ini falan yaparsın, bir şey yok. ama devamında hep daha önce verdiği cümleleri farklı bir şekilde sormuş ve öncekine hangi cevabı verdiğini hatırlamadan, gelişi güzel bir şekilde cevaplarsan sıçıyorsun, zira seni dengesiz olarak nitelendirebiliyorlar. ben oradan kaybettim mesela. lanet ettim, buna emin olun.
neticede kolay sınav, zor değil. yazılının son bölümünü halledemediğim için mülakata kalmadım, bilmiyorum. kasılın şimdi.
her şey bir kenara, o ellerini kafasının arkasında birleştirdiği an yüz ifadesi görülesi adamdı. harbi basketbolcudur. oyununa bakar, kimseyle işi olmaz. kaçırsa bile döner en kritik yerde üçlüğü sokar. sorumluluktan kaçmaz.
hiçbir zaman bir michael jordan olamayacaktır. michael jordan'ın tırnağı dahi olamayacaktır, o yüzden umarım artık jordan'la bu adam arasında kıyaslama yapmazlar.
normal sezon maçlarında ne yaptığın önemli değildir. oradaki her hatanın telafisini bir sonraki maçta verebilirsin çünkü. ama finallerdeki hatanın telafisini bir sonraki maçta veremeyebilirsin, ki veremedin de. sen lebron'sun. son üç maçtaki performansının hiçbir açıklaması yok. paşa paşa gidip özür dileyeceksin. ayıptır.
ayrıca maç sonunda es keza jason kidd'e yakalanıp bir şeyler konuşmakla tebrik etmiş sayılmazsın. sporcusun sen, her şeyi geçtim lebron'sun. dünyada milyonlarca hayranın var ve hepsi sana "şu an dünyanın en iyisi" gözüyle bakıyor. dön bir tebrik et. ama o da yok.
zaten hiç sevmezdim, gözümde herhangi bir değeri yoktu bu adamın, şimdi tamamen nefret ediyorum.
istekli, hırslı ve yıpratıcı savunma anlayışının yanı sıra, müthiş tekniği, hızı ve futbol zekasıyla o kötü zamanda takımı ayakta tutmaya çalışan isimlerden birisi olmuştur kendisi.
şimdi elmander geldi, selçuk geldi. bu adam takımın o halinde sönük oynadıysa, şimdi neler neler yapar. kalsın, gitmesin.
oynadıkları futbola (evet kardeşim bu adamlar futbol oynuyorlar) laf söylemeyi seviyorum veya sevmiyorum, konu bu değil. bu takımdan her ne kadar nefret etsem de (çok iyi futbol oynadıkları için değil, yıllardır sevmiyorum ben bunları) onlar hakkında tartışmaktan, konuşmaktan sıkılmıyorum. hoşuma gidiyor. çünkü tartışacak çok fazla malzemeye sahipler. geçmişlerinden tut, şimdiki hallerine, oyun stillerine, transferlerine, oynattıkları adamlara, yedek kulübelerine kadar tonla şey var konuşacak. eğlenceli de geliyor.
ama tabi şimdi öyle hepsinden uzunca bahsedip sıkıcı bir hal aldırmayacağım, onun yerine oyun stillerini sevmediğimi, sıkıcı olduğunu belirten milyonuncu kişi olacağım ve aynı zamanda barcelona aşığı tiplerin de sataşacağı milyonuncu kişi olacağım, o kesin.
genellikle de savları hep aynı oluyor. "kazanıyoruz işte, ne var?" evet, futbol bu. kazanmak önemli. keyif veren futbolu oynayan takıma vermiyorlar sonuçta kupayı. ama kardeşim, bak şimdi.
sen barcelona'sın. dünya'nın en iyi takımısın. buraya bir anda da gelmedin, yılların emeği var bu takımda. cruyff'un temelini attığı yapıya rijkaard geldi ve aynı şekilde devam ettirdikten sonra guardiola takımı tamamen zirveye taşıdı. evet, zirveye taşıdı. daha önce barcelona'nın böyle futbol oynadığını kimse hatırlamıyordur eminim. çünkü adamların anlayışları güzel aga. o yüzden orada duracaksın.
adamlar topu ayaklarında istiyorlar. mesela bir puyol topla oynadığı zaman ne oluyor? haliyle biraz ilerliyor, pas yapacak adam arıyor. o sırada önünde xavi, iniesta ve busquets; solundaki abidal (veya adriano; artık o anda kim varsa orada), sağında pique topu almak için boşa kaçıyorlar. bu şekilde puyol ani bir baskı bile yese, pas yapmak için beş farklı seçeneği oluyor. hangisine atarsa atsın, onun da aynı şekilde dört veya beş farklı seçeneği olacak, ilk gördüğüne de bu topu atacak ve top aynı şekilde dönecek. ani bir baskı yediğinde bile geri dönüp başka bir yere pas gönderebiliyor.
bunu galatasaray'a yansıt. servet topla ilerlesin. yanındaki gökhan'dan veya solundaki hakan balta'dan başka pas yapacak adamı kalmıyor. hadi öne gönderdi; diyelim barış'a. devamında ne olacak? barış'ın seçenekleri daha kısıtlı olacak, çünkü hem orta sahayı geçtiği için baskı yiyecek, hem de rakip yarı alanda olduğu için rakip takım oyuncularının sayısı çok daha fazla olacak. sonra bizde neden yok diyor.
olmaz tabi. sistem yanlış aga. oyuncular da yanlış. her şey yanlız. barcelona'nın yaptığı çok mu zor bir şey. bence onların eski oyun stilleri daha zordu. mesela ronaldinho diye bir şey vardı adamların elinde, topu verip izliyordun. eto'o vardı ne bileyim, henry vardı, bu adamlar ön plandaydı yani. bireysel özellikleri ön planda kalıyordu. biz de haliyle izliyorduk, böyle oyuncuları neden bulamıyoruz biz diye. hayır şimdi xavi'nin attığı ara pasları da özel bir yeteneğin ürünü, ona bir şey demiyorum, ama sonuçta bu adam bu pası messi oraya kaçtığı için atmıyor mu? bize bakınca ne kaçan var, ne de adamlarda istek var. sonra bizde neden yok diyor.
istersen olur. bu adamların oynadığı oyun çok zor değil ki. zaten "futbol kolay bir oyundur. zor olan oyunu kolay oynamaktır." gibisinden bir söz vardı, şimdi tam net hatırlayamadım, ama böyle bir şeydi. bak işte, adamlar kolay oynuyorlar lan. tık tık tık. gol yemeden devam. araya bir iki tane ara pasını zaten çıkartıyorsun, çünkü adamlar artık bir o yana bir bu yana dönmekten sıkılıyorlar. onlar da zevk almıyorlar ki oyundan. bitsin istiyorlar. yani sen şimdi bir halı saha maçına çıkıp kaleci olsan ve senin takımın da sürekli rakip yarı sahada olsa ne olur? sıkılırsın, maçın bir an önce bitmesini istersin. bu da öyle bir şey işte.
sıkıntı var arkadaş, sıkıntı var. az mantıklı olacaksın o kadar. mantıklı olmadıktan sonra eline bir şey geçmez, kolay oyna yani. olması gereken bu. sonra bizde neden yok diyor.