Dogukan'in son derece doğru bir kararla yapmasi gerekeni yaptigi yarisma. Dogukan bugun serenay yerine merveyi yazsaydi, yarin dokunulmazligi kaybetmeleri durumunda mervenin karsina tek aday olarak cikacak ve hic sansi olmayacakti. Hakan efendinin dedigi gibi 'siz merveyle beni yazarsiniz, biz de seni yazariz, uc aday cikariz.' Olmayacakti. Merve aydin, hakan gibi onune cikani elemis bir adayi karsisinda istemeyecek ve dogukanin yazacagi ismin tam tersini yazip dagukani karsisina tek rakip olarak koyacakti. Hem bu serenayi koruyup kollama durumu nedir arkadas. Hakan cikmis oradan 'ben doguyla konusayim beni yazsinlar. Ben senin yerine atese atarim kendimi' diyor serenay'da oradan 'sen ne istersen oyle olsun. Cesur adamsin sen' diyor. Insan az utanir be. Gecenlerde serenaya soz verdigi icin aday olarak hakani cikaran dogukana birebir roportajlarda demedigini birakmayan hakanin da bir anda serenaya kalkan olmasi da ayri bir olay zaten. Sonuc olarak yarin muhtemelen unluler kaybedecek ve dogukan adadan ayrilacak ama gonlumden gecen serenayin gitmesi. Artik serenayin duygu somurusu girisimlerine katlanamiyorum. Bu arada bir bucuk aylik issizlikten sonra yarin yeni bir yerde ise baslayacagim. Saat iki olmus yatip zibaracagima derdime bak. Derdimi s.keyim afedersin sozluk.
içindeki tüm çalışanlarıyla birlikte teşekkürü borç bildiğim otel.
03.06.13 tarihinde 23:00 sularında dolmabahçe'den taksim gezi parkına doğru çıkarken sebebsiz yere yediğimiz, tüm power upları dibine kadar köklenmiş, biber gazı sonrası bize kapılarını açmış, sıktığı solüsyonla yanmaktan ters dönmüş göz kapaklarımı düzlemiş; en kralından suyunu, tatlısını, simidini, poğaçasını, limonunu esirgememiş güzide otel. kendilerine buradan tekrar teşekkür eder, o civarda orantılı şiddete maruz kalacaklara tavsiye ederim.
son günlerde 'the lord of the rings two towers' filminden bir kesit izlediğimiz yer. özetle; sakin sakin yaşayan entlerin damarına basmayacak, ağaçlarını yoketmeyeceksin. ileri gidersen orclarını püskürtüp seni kulene hapsederler.
ucu açık gibi görünen, hakkında türlü yorumlar yapılan atasözü. bence anlamı gayet net.
herkesin bildiği bir söz vardır, gözler kalbin aynasıdır. dost insan, kalbinde size karşı en ufak kötülük olmayan insan çekinmeden gözlerinizin içine bakar, kalbiyle. düşman ise bakamaz gözlere, eğer başını 'aman görmesin kalbimi' diye.
bir galatasarylı olarak ukic'in uzatmaya götüren son saniye basketiyle yerimden zıplamama sebep olan maç. basketbolun güzelliği ve heyecanını iliklerimize kadar hissettik bu maç sayesinde. son bölümde yapılan acemice hatalar emeklerin heba olmasına sebep olacaktı neredeyse ki faul çizgisine doğru adamın gitmesi muhteşem bir final yaşattı.
can bonomo'nun ülkemizi temsil edeceği şarkı.
şarkıyı ilk dinlemeye başladığımda 'vayy, adam yapmış' dedim içimden. melodi hoş fakat o hoş melodi şarkı boyunca değişmeden gidince monotonlaşıyor. şarkının patlama etkisi yapacak, seyirciyi yıkacak, bonomonun 'sizde' komutundan sonra binlerin bangıracağı bir yeri yok. eğlencelik, çıtır çerezlik birşey olmuş sanki. eurovision, şarkı yarışmasıyla çok alakalı bir platform olmadığından yarışmada ne olur ne biter bilemem ama bu melodi telefon zil sesi olarak çok populer olacaktır önümüzdeki günlerde.
Sol framede görünce içim burkuldu. hafızamdan silip yeniden izlemek istedim. yeni izlemeye başlayanları kıskanıp piçlik yapasım, dizinin finalini yazasım geldi.
kabul ritüelleri ve çeşitli mertebeleri olan, dünyayı yavaş yavaş ele geçirme hedefinde gizli değil, ayan beyan ortada topluluk.
apaçilik seviyeleri ve kabul ritüelleri;
1. seviye apaçiliğe kabul ritüeli: şekil değişikliği; bol jöleli, marjinal saç stili. kulağa küpe. sürekli özel apaçi mix müzik dinleme.
2. seviye apaçiliğe kabul ritüeli: topluma ilan; facebook gibi sosyal paylaşım platformlarında elde kamerayla aynadan fotoğraf çekmek suretiyle halka apaçiliğin ilanı. aday, aynaya ruj ile yazdığı 'delikanlı,serseri, dj. erol...' gibi ifadelerle topululuğa girmeyi ne kadar istediğini belirtebilir, kabulünü kolaylaştırabilir.
3. seviye apaçiliğe kabul ritüreli: topluluk içerisinde söz hakkı kazanma; yıllar süren eğitimler sonunda öğrenilmiş iyi derecede apaçi dansı bilgisini youtube vasıtasıyla üslerine iletme.
4. seviye aaçiliğe kabul ritüeli: yüksek konsey üyeliği; terkedip giden hayali sevgiliye yazılmış arabesk rap.
doğal güzelliği başka tarafından anlamaktır. doğallık; bakımsız olmak, 'hadi hep beraber doğal olalım. üste başa çuval giyip, ormanda yaşayalım. yılda bir banyo yapıp kıllı kıllı gezelim.' demek deyildir. doğallık; burun kemiğini yerinden söken, 3 buçuk km. öteden duyulan parfümler yerine; insanın içini ısıtan, yumuşak, hafif ve doğal parfüm tercih etmek, uzay yoluna saygılarını sunan saç modelleri yerine; ipek gibi mis kokan saçlarla yetinmek, kafayı boya kabına sokup çıkarmak yerine; sabah kalktığı yüzden hallice, çok hafif makyajla insan içine çıkmak; tiki modasından uzak, sade ve şık olabilmektir.
yedi sekiz yaşlarındayım. babayla film izlemenin apayrı bir keyif olduğu yıllar benim için. manisada oturuyoruz o zamanlar. babam izmire gittikçe bit pazarına uğrayıp üç beş kaset film getiriyor. bir gün yine elinde kasetlerle geldi babam. dikkatimi direk, kasetin kılıfında elinde tüfeğiyle stallone resmi olan, ilk kan çekti. ufff 'rambo'. tutturdum hemen izleyelim diye. babam işim var akşama izleriz deyip çıktı evden. o günde bize annemin misafirleri geldi. gün yapıyorlar pastalar, börekler falan geçmişler televizyonun olduğu odaya. ben durduğum yerde duramıyorum, illaa takıp bakıcam kasete göz ucuyla da olsa. girdim odaya, çıkardım kasedi, taktım video oynatıcıya. annem 'yapma etme' dedi ama ben 'anne çalışıyor mu diye bir bakıp çıkarıcam. noluurrr.' falan diye bezdirince kadını 'tamam' dedi. bastım play tuşuna başladı film. rambo falan süper heyecan ses sonda. annem 'kıs şunun sesini' diye azarı kayarken volume tuşunu aramaya yeltenmiştim ki bir anda rambo kayboldu. bambaşka bir sahne. ramboyla alakası olmayan kel bir adamla siyah kıvırcık, uzun saçlı bir kadın. problem ikisi de anadan üryan. adam kadına acımasızca, bağırtılar eşliğinde yapmadığını bırakmıyor. volume tuşuna erişemediğimden olsa gerek ses sonda. odada nereden baksanız on tane teyze şok içerisinde ağızlarındakileri yutmaya çalışmakla meşgul sağa sola bakıyorlar. annem ne yapacağını şaşırmış durumda bana kilitlenmiş vaziyette. ben ise adamın kadına yaptıklarına anlam vermeye, bu durumu hazmetmeye çalışmak istiyorum fakat annemin bakışları buna izin vermiyor ve uçarak televizyonun fişini çekiyorum. arkama bile bakmadan odadan uzaklaşıp yatağıma uzanıyor, teyzelerle bir daha karşılaşmamak umuduyla adamın kadına yaptıkların nedenini çözmeye çalışıyorum.
az önce denk geldiğim star'ın gündüz kuşağı programı. melek baykala martha stewart'ı seslendiren abla arkadan dublaj yapsaymış tam olacakmış hissi uyandırdı.
cebindeki üç lirayla oynayan adamların her allahın günü taksiyle istanbul turu yapması. ben toplu taşıma araçları uykuya yatınca çaresiz olarak üç kilometre yolu gözüm taksimetereye kilitlenmiş vaziyette, 'naptın dayı, tekerle mi oynadın, mıknatıs mı taktın alete?' diye içimden söylene söylene giderken bu paşalar camdan manzara keyfi yapmayı da ihmal etmiyorlar. taksi ücretinin heryere bir buçuk lira olduğu alternatif bir dünyada yaşıyor gibi. bu ablalar, abiler bir de denize on adım, eski dubleks evlerde yatıp kalkıyorlar ya... ooouuvvv az daha unutuyordum ülkemizdeki şu arka plan müziği manyaklığını. her boka ayrı müzik. tartışma çıktı, gir heyecan müziği'ni. duygu dolu anlar yaşanıyor, gir duygusal'ı. x sinirlendi; adamı dövmeye gidiyor, gir x'in müziğini. g ile z yasak ilişki yaşıyor, çabuk gir arkaya yasak ilişki müziğini. insanın düşündükçe eli ayağı titriyor. ben bir kalkıp su içeyim.
fbi'ın yerel polisin yakaladığı zanlıyı devralmasına binaen, 'ben gevşetmiştim, sen açtın amk' tavırlı 'zor işi biz yapalım, övgüleri toplamaya siz gelin' repliği.
ip üzerinde yürümeyi bırakıp hoplaya hoplaya dans edebilen büyük cambaz.
vakti zamanında birinden duymuştum,
evvel zaman içinde demirel halk arasında 'süleymancılar' olarak bilinen cemaate gider ve oy ister.
'siz bana oy verin, ben de önemli yerlere sizin adamlarınızı getireyim.' der.
kabul ederler tabi bu teklifi. gel zaman git zaman sonuçlar açıklanır ve demirel başbakan olur.
aradan zaman geçer, demirel'den ses yok. bir yerde denk getirip giderler demirelin yanına. sorarlar,
'başbakanım hani bizim adamlar yüksek mevkilere çıkıyordu.'. demirelden gelen yanıt,
'e ben varım ya.'.
bu da böyle bir hikayedir. ben anlatanın yalancısıyım.
maçı tekrardan izliyormuş hissi uyandıran maç. sürekli bir önceki atakta yapılan hareketlerin tekrarlarını maç oynanırken uzun uzun verdikleri için hareketleri canlı izleyemiyoruz malesef.
doksanlı yıllar,
'taso var mı yok mu' diye cips paketi yoklamaktı.
bozulan ateriyi tepesine ayak topuğuyla vurarak çalıştırmaktı.
ateri salonunda, tek jetonla, kof 97'yi bitirmekti.
sokakta en kötü baş altıdan vurmak için halı üzerinde misket antrenmanı yapmaktı.
gol atıp kaleye geçmekti.
maratonu show tv'de izlemekti.
dünyanın yuvarlak olduğunu tsubasa'dan öğrenmekti.
anne baba yatınca salona gidip titreyerek sabaha kadar doom iki oynamaktı.
bayramlık paraları yarıştırmaktı.
okuldan gelir gelmez tvyi açıp goosebumps izlemekti.
...
bambaşkaydı.
on yaşlarındayım. çok sevdiğim bisikletimle mahallenin tozunu atıyorum o zamanlar. bir gün yine son sürat tozu dumana katmış gezerken ön tekerin sekiz çizdiğini fark ettim. götürdüm bisikletçiye anlattım derdimi. adam şöyle bir bakıp 'göbeği gitmiş bunun değişmesi lazım' dedi. tabi yakıştıramadım benim düldüle bu durumu. yediremedim bir türlü. hakaret saydım, 'bi şeyi yok dayı benim pisikletin, mis gibi gidiyor işte. sen sıkı ver şu ön tekerin civatayı olur o.' dedim. adam da bana 'yok oğlum göbek değişmesi lazım, olmaz öyle.' diye cevap verdi. ben bir hışım pedallayıp eve getirdim bisikleti. 'ne olacak ya, ben yaparım mis gibi olur o' edalarıyla babamın alet çantasını aşağıya indirip güzelce söktüm tekeri. tabi eller falan yağ olunca bir havalanma, bir 'yapıyoruz işte mis gibi amk.' durumu oldu bu arada. neyse ben göbeğin sağını solunu kurcaladıktan sonra güzelce tekerleği yerine takıp civataları sıktım. tabi o gazla aklımdan 'tertemiz, fıstık gibi oldu işte oğlum. artık mahalledeki çocukların pisikletleri de yaparsın, deli para kazanırız.' diye geçiriyorum. bisikleti sanki ben yapmışım gibi uzun uzun izledikten sonra sıra geldi test sürüşüne. şöyle bir yola baktım mahallenin kızları oturmuşlar dedikodu fırtınası koparıyorlar. yol hafif yokuştur. hesap yokuş aşağıya son sürat pedala asılıp kızların oturduğu yerin önünde arka tekeri kaydırarak durmak. ben bisikletime binip,yokuş aşağıya on sekiz vites, başladım pedalı deli gibi çevirmeye. saçlarım falan rüzgarda ahenkli ahenksiz dans ediyor, suratım 4g yemiş f16 pilotu gibi şekilden şekile giriyor. bir yandan da kızlara bakıyorum 'izliyorlar mı' diye. o an için işin güzel tarafı, hepsinin de gözü, deli gibi bisiklet süren, bende. benim suratta bir gülümseme kızlara bakarken bir anda yavaş çekimde önümde giden bir teker gördüm. 'ulan bu ne' diye düşünmeye başlayacakken benim ön teker çatalının yola vurduğunu hissetmem ve az önce göbeğine toz konduramadığım bisikletimin gerçek at misali beni sırtından fırlatması bir oldu. o hızla uçunca kaç takla attım bilmiyorum ama artık kırk takla atsam da mahallenin kızlarının gözünde bittiğimin farkındaydım. yinede iki gram kalan gururum için komalık pozisyondan hışımla kalkıp bir elimde bisiklet diğer elimde ön teker, başım öne eğik, gönlüm aldıra aldıra, arka planda kızların kahkahalarıyla eve doğru sekerek uzaklaştım.
+hadi beyler sessiz film oynayalım.dur önce ben anlatayım.
- beş kelime. değil mi? on kelime.. on altı kelime.. ne olum bu. yirmi kelime.. yirmi altı kelime.
heh bildik. hass.ktir bu ne lan.
yarım saat sonra
-bu ne olum yaa.
+ 'the persecution and assassination of jean-paul marat as performed by the inmates of the asylum at charenton under the direction of the marquis de sade' abi nasıl bilemediniz?