Bu sözler Öcalan ile Tapu Kadastro Meslek Lisesinde beraber okuyan Yakup ince'ye ait. Öcalan, neredeye nereye dedirten, bir yönden tam tersi yöne savrulan hayatlar için en çarpıcı örneklerden birisi. 5 vakit namaz kılan Öcalan, şimdi sempatizanları tarafından "yarı tanrı" görülüyor. Sorgulanan ve masaya yatırılan Öcalan'ın hayatı bugün Hürriyet'in manşetine taşındı.
Bu derin ayrışmayı gündeme getiren de Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç oldu.
ARINÇ'IN BAHSETTiĞi ÜÇ ARKADAŞTAN iKiSi KONUŞTU
Bir televizyon programında konuşan Bülent Arınç'ın "Size üç arkadaştan bahsedeyim. Birisinin adı Durmuş, birisinin adı Yakup, birisinin adı da Abdullah" şeklindeki sözleri dikkat çekiciydi.
BERABER NAMAZ KILAR ORUÇ TUTARLARDI
Arınç'ın Öcalan hakkında söylediği "Şimdi Tapu Kadastro Lisesi'nin yurdunda çok iyi anlaşan 3 arkadaş, namazı beraber kılan, orucu beraber tutan, iftarlara sahurlara beraber kalkanların hayatlarının nerede kesiştiği nerede ayrıştığını Türkiye'nin son 50 yılını bu tablo içerisinde görebiliriz" sözleri gündeme oturdu.
Hürriyet gazetesi güzel bir habere imza attı. Gazete, Arınç'ın bahsettiği 3 arkadaştan ikisine ulaşıp öğrencilik yıllarını manşetten okurlarına duyurdu. O isimlerden Durmuş Yılmaz, Taha Akyol'a Yakup ince'de Fatma Aksu'ya konuştu.
Arınç'ın şimdi "Medine'de mühendislik yapıyor" dediği Yakup ince, bugün Konya'da yaşıyor. ince, terör sorunun mimarı Öcalan ile ilgili anısını Fatma Aksu'ya böyle anlattı:
NURCULARIN EViNE GiTMEK iSTEDi AMA
"Sakin sessiz, içine kapanık bir çocuktu. O da namaz kılarmış. Annesi bir gün okula oğlunu aramaya kara çarşafın içinde gelmişti. Bir gün inşaat Mühendisi Risale-i Nur talebesi Mustafa Ağabeyimiz (Yeşilyurt) bizi evine Birer bardak çay içer misiniz? diye çağırmıştı. Öcalan da bu davete gelmek istedi. Ama ben kendisine Hadi sen okula git dedim. Keşke demeseydim. Eğer o gün Mustafa Ağabeyin çayına gelseydi, o da bizim gibi Risale-i Nur talebesi olacaktı. Mustafa Ağabey bize evinde çay içerken Risale-i Nuru anlatmıştı. Eğer o gün onu, Nurcuların davetine çağırsaydım, Nurcular onu bir daha kimseye kaptırmazlardı. Onu da bizimle birlikte götürmediğim için o gün bugündür vicdan azabı çekiyorum.
ince, Nurcu evine gitmek isteyen Öcalan'ı okula yönlendirince, ileride kanlı bir yola girecek olan Türkiye'nin yolu çizilmiş oldu. ince, o günkü tavrından ötürü büyük pişmanlık içinde olduğunu söylüyor. Öcalan'ın diğer arkadaşı da bir önceki Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz'dan başkası değil. Yılmaz da yazar Taha Akyol'a konuştu.
NAMAZINI KILARDI, ÇEKiNGEN BiRiYDi
Öcalan'ın halini tavrını soran Akyol'a Yılmaz, "Evet dindar biriydi. Namazını kılardı. Hemen hepimiz gibi Anadoludan, köyden büyük şehre gelmiş bir öğrenciydi. Mütevazı, çekingen biriydi. Hatta pasif diyebilirim. diye cevap veriyor
en büyük güçleridir. şöyle ki; bir kadın nefret etti mi onun geri dönüşüm kutusu yoktur. o andan itibaren ne yaparsanız yapın,isterseniz kan arayan babasına kan verin,annesinin menopozuna çare bulun yada gidin halasının oğlunun elektirk borcunu ödeyin bu nefreti dindiremezsiniz. geçmiş olsun
Hür Dava Partisi (HÜDA Par) Kurucular Kurulu adına dilekçeyi veren Avukat Mehmet Hüseyin Yılmaz, halktan gelen yoğun talep üzerine parti kurma çalışmalarını başlattıklarını söyledi. Yılmaz, "Sistemin değil, halkın, hakkın partisi olacağız. Elitlerin değil
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, "Ben bir BDP'li kadın milletvekiline çok kızıyordum, çok beddua ediyordum. Halen milletvekili bu insan ama onunla ilgili bir hatırayı dinledim, şimdi artık kızmıyorum. Çünkü 17 yaşındaki bir genç kızken Diyarbakır Cezaevi'nde o kadar ahlaksızca işkenceye maruz kalmış ki o kadar kendisini zorlamışlar ki ben de aklıma gelse dağa çıkardım" dedi.
Tüm Türkiye iki ezeli rakibin derbisine odaklanmışken Esra ve Ceyda kardeşlerin Twitter paylaşımları dün geceyi salladı.
Fenerbahçe'nin Galatasaray'a 2-1 kaybettiği gecenin geç saatlerinde bir eğlence mekanında Esra&Ceyda kardeşlerle eğlenen Emir Preldzic ve Bojan Bogdanovic'in fotoğrafları cicişler tarafından Twitter'a yüklendi.
Bojan Bognadovic ve Emir Preldzic'in sevgilileri olduğunu söyleyen kardeşler, hafta içinde oynanacak olan Fenerbahçe Ülker-Galatasaray Medical Park maçı için iki basketbolcudan da söz aldıklarını söyledi. https://galeri.uludagsozluk.com/r/361569/+
Kuran-ı Kerimin basılması ve mevcutların toplatılması gibi uygulamalarla hafızalarda yer eden Tek Parti döneminde, tüm dini faaliyetler gibi hac farizası da yasaktı.1947'lere kadar Türkiye'den hacca resmen izin çıkmadı. 1948'de döviz yokluğu bahanesiyle hac yine yasaklandı. Hac için ilk izin ise ancak 1949'da çıkartıldı. O yasaklı yıllarda Rusya dahi hacılarına yasak koymamıştı.Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi, hac farizasının uzun müddet yasaklı olduğunu belirterek, 1945ten sonra, yani 2. dünya savaşı bitince Türkiyede Tek Parti sistemi bitince o zaman izin verdiler. Dedi. Eygi, Sovyetler Birliğinin bile her sene 20-30 kişiyi sembolik olarak hacca gönderdiğini ifade ederek Göz boyamak için Sovyetler bunu yaptı. Bu kadar bile yoktu Türkiyede. insanlar kaçak olarak bin zahmetle develerle, Suriyeden irandan geçerek hac farizasını yerine getirmeye Suudi Arabistana gitmeye çalışıyordu. Diye konuştu
hatay da yaşanan trajikomik olaydan sonra ortaya çıkan durumdur. 1938'de Suriye mi Türkiye mi? diye bir halk oylaması yapılıyor. Gariptir, bu süreçte Türkiye büyük bir propaganda faaliyetleri yürütüyor. Türkiye'den Şeyhler, Hocalar, Din adamları gönderiliyor bölgeye. Türkiye'de tekkeler kapatılmış ama orada `Müslüman Türkiye´ propagandası yapılıyor. Türkiye'nin ne kadar dindar(!) bir ülke olduğu vurgulanıyor Hatay'lıların gözünde.Sonuç olarak halk Türkiye'yi seçiyor ve Türk askeri Hatay'a giriyor. Askerimizin ilk yaptığı iş "ezanı susturmak" oluyor.Halk şaşırıyor. "Yahu burada Fransızlar varken ezan Arapça okunuyordu Türkler gelince neden sustu ezanlar? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?"Biliyorsunuz Hatay'da önemli miktarda bir Arap nüfusu var. Dolayısıyla işgalci Fransa'nın karışmadığı ezana Türkiye devleti karışıyor. Sadece ezana karışmakla kalmıyor Türkiye. Kur'an öğretiminde de benzer sıkıntılar yaşanıyor
Ezan'da toplam (tekrarlar ve edatlar hariç) 10 kelime var. Bu 10 kelimenin 4 tanesini (Allah, Ilah, Muhammed*, Resulullah) zaten günlük dilde kullanıyoruz. Eğer Müslüman olmak için söylenmesi gereken Kelime-i Şehadet'in kelimeleri olan "Eşhedü, "Ilah" ve "Illallah"tan ikisini de çıkarırsak bu rakam 6 kelimeye çıkar. Bilinmeyen 4 kelime kalır ve bunlardan biri de "felah"tır. Mana olarak `kurtuluş´ demek. Namazın manevi olarak kurtuluş olduğunu simgeliyor... "Felah" kelimesi aynen kalıyor... Türkçe olmasın diyorlar. Onu da katarsak geriye 3 kelime kalıyor.Bunlar "hayya" haydi demek, "salah" namaz demek, "ekber" de en büyük demek. Dolayısıyla birisine en fazla 3 dakika içinde öğretilebilecek bu 3 kelime için 1400 yıllık Ezan'ı değiştirmek de neyin nesi?
kemalistlerin yalanlarına göre olması gerekendir. söz konusu kemalistler atatürk ün samsun yolculuğu sırasında bir ingiliz zırhlısı tarafından takip edildiğini ancak yakalanamadığını söyler. bu tamamen yalandır. ingilizler istese eski vapuru her ihtimale karşı yakalarlardı.inanmayanlar gemi ile vapurun saatte kaç mil gittiğini araştırsın. atatürk'ün anadoluda çıkacak isyanları engelleme adı altında halkı örgütlemesi için vahidettin tarafından gönderildiğini ve bu gidişten ingilizlerin haberi olduğunu,ayrıca tarihçilerin çoğu kabul eder.ve bunu türkiye cumhuriyet tarihini ilköğretim sosyal bilgiler kitabından başka bir kaynaktan okuyanlarda bilir.
insana bu kadar da olmaz dedirtirir. bir kaç anektod verelim.
Cumhuriyet' in ilanından sonra Mehmed Akif' in hayatından birkaç anekdot verelim.Yazarı bulunduğu Sebilürreşad dergisi '' Şeyh Said arada sırada Sebilürreşad okuyormuş, o halde isyana senin dergin sebep oldu'' denerek kapatıldı. Sahibi Eşref Edip Fergan'da yakalanarak istiklal mahkemeleri tarafından idamla yargılanmak üzere tutuklandı. (Akifname sayfa 505)Mehmed Akif artık sıkılmıştı onun tabiriyle peşindeki "polis hafiye'siyle gezmekten", 52 yaşındayken Mısır'a gitmeye karar verdi.Onu öz vatanını satıp ecnebi vatanına gitmekle suçladılar. O, bunu diyenlere şöyle dedi
Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum." (Akifname sayfa 505)11 yıl Mısır' da sefil hayatı sürdü. 63 yaşında çok hastayken, vefat etmesine yakın istanbul'a geri dönmeye karar verdi. Vapur Çanakkale'den geçerken istanbul'un camilerini görünce ağlamaya başlayan şairin yanında sadece zevcesi ismet Hanım vardı. (Akifname sayfa 508)Onun geri gelişini hazmedemeyen kişiler ona vize veren konsolosluk hakkında tahkikat başlatmış ve bu tahkikat vefatına kadar sürmüştür.Milli mücadelenin önderlerinden Mehmet Akif Ersoy, kendi vatanında vatan haini muamelesi görüyordu. Kendi vatanında böyle aşağılanmanın burukluğuyla, istanbul'a geldikten 5 ay sonra vefat etti.istiklal Marşı Şairi, dava ve fikir adamı Mehmet Akif Ersoy'un çocukları da bütün hayatlarını büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde geçirerek, bu dünyadan göç ettiler.Yıllardır şiirleri okunan, fikirleri savunulan ve örnek bir şahsiyet olarak gösterilen Mehmet Akif'e ve ailesine sahip çıkılmaması, maalesef hep göz ardı edildi.
Mehmet Akif'in ismet Hanım'la evliliğinden Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu bulunuyordu.Mehmet Akif'in büyük oğlu Emin Ersoy askerlik görevini yaptığı sırada, koğuştaki arkadaşlarına Kur'an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı Harbe verildi. Tutuklanan Ersoy, çavuş arkadaşının yardımıyla askeri cezaevinden kaçarak, o dönemde Fransız manda yönetimindeki Kırıkhan'a kadar geldi. Kırıkhan'da yakalanan Ersoy ve arkadaşı Türkiye'ye iade edildi. Cezasını çeken talihsiz adam uzun yıllar yoksulluk içinde yaşadı.Bunalım içinde yaşadığı bir gün Gazeteci Yazar Çetin Altan' a gider. Çetin Altan o anı bakın nasıl anlatır;"Yıl 1966 sonları, bir öğle sonrası odamdayım. ''Sizi biri görmek istiyor'' dediler. Buyursun... Dedim. içeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazır olu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla: "Bendeniz Mehmet Akif'in oğluyum...'' dedi.Bir anda ne olduğumu şaşırdım... Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: ''Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?..'' türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı: "Rahatsız etmeyeyim... Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim..." dedi.Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum... Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O, bükük boynuyla: "Siz ne münasip görürseniz", dedi.Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ''Durun bakalım neyimiz varmış'' gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu. Elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı... "Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim." dedi ve çıktı.Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif'in oğlunun ölüsü bulunmuştu..
Kızını evden atmaya kalktılarBabası Mehmet Akif'in emekli maaşıyla geçinen küçük kızı Suat Ersoy da 1991 yılında üzücü olaylarla karşılaştı. Kızları Ferda ve Selma Argon'la birlikte Beyoğlu'nda yaşayan Suat Hanım evden atılmak istendi. Bu üzücü olayın gazetelerde yer alması üzerine dönemin Başbakanı Turgut Özal, Suat Hanım'a Halkalı'da
lan Suat Ersoy Hanım, Kadıköy'de Vakıflara ait döküntü ahşap bir eve taşındı. Suat Ersoy Hanım bu evde zor günler yaşadıktan sonra yaşama veda etti.Cenazesinde kimse yoktuMehmet Akif'in küçük oğlu Tahir Ersoy ise tercüman olarak çalıştıktan sonra emekli oldu. 2000 yılında da karaciğer ve kalp yetmezliğinden vefat etti. Emekli maaşı yeterli olmadığı için Ankara'da SSK'ya bağlı bir hastanede tedavi edilen Ersoy, daha sonra istanbul'a getirilerek, Esma Hatun Hastanesi'ne yatırıldı. Ancak hastalık iyice ilerlemiş olduğundan tedavi sonuç vermedi ve Tahir Ersoy hayata gözlerini kapadı. Tahir Ersoy'un cenaze törenine ise ne yazık ki çok az insan katıldı.Şimdi; o yazara, bu şahsiyete "itibarı-iade" nutukları atılıp, T.B.M.M ne teklifler götürenler, Akif' in itibarını neden hatırlamıyorlar.Milliyetçilik, sadece milletini sevmek değildir.Milletini seveni de seveceksin ve "O" na yapılan zulmü unutmayacaksın.
1930 yılında T.C. içişleri Bakanlığı, yayımladığı gizli bir genelge ile valilere şu talimatı vermişti:"Türkiyede yabancı lehçeyle konuşanların kıyafetlerini, şarkılarını, oyunlarını, düğün ve diğer geleneklerini kötü göstermek, bu kişilerin ve ailelerinin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, onları hiçbir zaman Boşnak, Tatar, Çerkez, Laz, Kürt, Abaza, Gürcü, Türkmen, Pomak v.b. diye adlandırmamak, köylerin o lehçelerdeki isimlerini değiştirmek, evlerinde ve aralarında Türkçe konuşmaya zorlayarak onlara yürekten "Türküm" dedirtmek."**********KAYNAK:iskana tabi tutulanların Türkleştirilmesi uygulamasına ilişkin gizli genelge, no: 1/28, Ankara 1930 (M. Bayrak, Kürtler ve ulusal demokratik mücadeleleri üstüne gizli belgeler-araştırmalar-notlar, Ankara 1993: 506-509dan)
6 Aralık 1925'te kabul edilen Milâdî Takvim'den önce kullandığımız Rûmî Takvim'e göre ayların isimleri şöyleydi:Muharrem, Safer, Rebiyulevvel, Rebiyulahir, Cemaziyulevvel, Cemaziyulahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkaade, Zilhicce
1 Ocak 1926'dan itibaren senenin ayları şu isimleri aldı:Ocak, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık.Hiç düşündünüz mü, bu kelimeler Türkçe midir? Mânâları nedir? Ocak, Ekim, Aralık Türkçe kelimeler ama ay adı olur mu?Diğerleri, yâni Mart, Mayıs ve Ağustos Batı dillerinden gelme.Bunların haricindeki ay isimlerini hangi kültürden aldık dersiniz? O zaman Yahudi takviminde yer alan ay isimlerine bir bakalım.
*Nisan**, ijar, Sivan, **Tammuz**, Av, **Elul**, Tişri, Kislev, Heşvan, Tevet, **Şebat**, Adar.Osmanlı, müslüman olduğu için müslüman takviminin ay isimlerini aldı... Peki laik, kemalist Cumhuriyeti kuranlar neden hrıstiyanların ve yahudilerin takvim ay isimlerini alır?Yanılmıyorsam evvelce %100 Osmanlı blogundan alıntılamıştım.
amerika Birleşik Devletleri'ndeki Alman asıllı yahudiler tarafından yayınlanan ve ABD'nin tek yahudi ama Almanca yayınlanan yayın organı olan "Aufbau" = "imar" dergisinde yayımlanan yazının başlığı.
Avusturya-Macaristan imparatorluğu izmir Başkonsolosu Dr. Karl von Scherzer, nisan 1873 tarihinde Viyana'ya gönderdiği "gizli" mahreçli raporunda, "Türkler, izmir vilayetinin ticarî yaşamında gözükmemektedirler" diye yazıyordu:izmir'in 155 000 nüfusu vardır. Bu sayının 75 000'i Rum, 45 000'i Türk, 15 000'i Yahudi, 10 000'i Katolik, 6 000'i Ermeni ve 4 000'i yabancıdır. Tüm bu adı geçen milletler, dil, din, meslek ve görenek bakımından birbirinden çok farklıdır.
KAYNAK:Soner Yalçın, EFENDi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, DOĞAN KiTAP 31. baskı / haziran 2004, sayfa 12NOT: Yani, 1873 yılında 155 000 nüfustan yalnızca 45 000'i Türk. Bu 45 000 Türk'ten de ne kadarının rumlardan, yahudilerden, katoliklerden ve diğer yabancılardan etkilenmediği ise başka bir mesele.Neden özellikle Izmir'lilerin "Yaşasın Laiklik, Kahrolsun Şeriat" sloganı attıklarını şimdi daha iyi anlıyoruz.
türkiye cumhuriyeti liderliği yapmış iki insanın karşılaştırılmasıdır.
Ülkemizde yaşayan bazı insanlar, M. Kemal ve arkadaşlarının dinimize savaş açtığını, fakat bazıları da M. Kemal'in pek ileri gitmediğini ve bunları Ismet Inönü'nün yaptığını iddia ederler. Oysa M. Kemal ile Inönü'nün "amaçlarının" farklı olduğunu düşünmüyorum, amaçlarına ulaşma "araçlarında" (yöntem, zaman) farklı düşündükleri kanaatindeyim.Namaz'ın aslından çıkarılıp "Türkçeleşmesi" olayında hem M. Kemal, hemde Ismet Inönü mutabıktır ancak Inönü bu adımların yavaş ve kademe kademe atılması taraftarıdır... M. Kemal ise bu noktada daha hızlı hareket etme düşüncesindeydi.
yazımı falih rıfkı atayın bir kitabından alıntıyla bitiriyorum.
''Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakârların sözcülüğünü yapan inönü, Atatürke yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kuran metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında da şüphe yoktu''
Atatürk öldüğü için Dolmabahçe Sarayını Kâbe ilan etmekten çekinmeyen şair Edip Ayel
(Ay yıldızı aldık da senin üstüne sardık
Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?
Zaten sağlığında Atatürkü önce peygamber, sonra tanrıya eş, nihayet Allah ilân etmişti.
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
insanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istememiş olmalı ki, aynı makamdan devam etti.
Kaç yıldır Türkçeydi Tanrı'nın dili
insana ne ilâh, ne de sevgili,
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Nerede duracağı belli olmayan anlamsız bir yarış başlamıştı. Bu yarışta Halil Bedii de vardı
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde;
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Meşrutiyette Kemalettin Kâmi olan adını Türklük aşkına Kemalettin Kamu olarak değiştiren şair, mısralardan inşa ettiği bir merdivenle milletvekilliğine çıkmak istiyordu.
Burada erdi Mûsâ/ Burada uçtu isa,
Bülbül burada varsa, Hürriyet için öter
Ne örümcek, ne yosun/ Ne mûcize, ne füsun,
Kâbe Arab'ın olsun/ Çankaya bize yeter...
Şair Faruk Nafiz Çamlıbel Atatürk öldükten sonra şu mısraları yazdı.
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,
Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Yusuf Ziya Ortaç da belli ki öteki şairlerden geri kalmak istememişti, kervana katıldı.
Dağların ardında sönüşü gibi
Tanrının göklere dönüşü gibi
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam,
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Ömer Bedrettin Uşaklının şiiri
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız.
Vasfi Mahir Kocatürkden
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
ilhami Bekirden
ilk adam, mavi gözlerle baktı toprağa,
Toprağın haritasını çizdi bayrağa;
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
Anayasa'nın 24. maddesinin son paragrafında şöyle bildirilmektedir:"Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz."Mesela "Kisisel çıkar, yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını, yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar etmek" ifadesi çok sübjektiftir ve tamamı ile "kanunu uygulayanların insafına" bırakılmıştır. Yani savcılar isterlerse, bu kanuna dayanarak bütün din görevlilerini tutuklayabilirler. Çünkü hepsi de "maaş karsılığı", yani "para olarak" din alanında çalışmaktadır ve bu durum pekala "din yoluyla kişisel çıkar" sınırları içinde mütalaa edilebilir.Bunun gibi başta Kur'an-ı Kerim olmak üzere, birçok dini kitap ve yayın da bu şekilde yorumlanarak "suç" itibar edilebilir. Çarşıda, pazarda takke, tesbih ve benzeri "dince kutsal şeyleri" alıp satmak da pekala, (söz konusu maddeye) aykırı sayılabilir. Hele bazı Devlet büyüklerinin ve siyasilerin Cuma ve Bayram Namazlarına katılmaları "nüfuz sağlama" manasına gelebilir.Bir ilim ve fikir adamının veya bir köşe yazarının "din ve sosyal hayat", "din ve ekonomi", "din ve hukuk", "din ve siyaset" konusunda yazdığı bir yazı ve yaptığı bir araştırma, pekala "Devleti'in temel düzenine" yönelen bir tehdit olarak değerlendirilebilir. Velhasıl, işimiz, savcıların merhametine kalmış bulunmaktadır ve Anayasa değişmedikçe, bu, böylece devam edecektir. Oysa inananların da hürriyete ihtiyacı var.
KAYNAK: Seyyid Ahmet Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler, Burak Yayınevi, ist. 1996, sayfa 170, 171
Malumunuz üzere CHFnin (CHP) 1935 tarihinde toplanan 4. Kurultayında, faşizmi, diktatörlüğü sağlamlaştıran önemli kararlar alındı. Bu kurultayda fırka, parti olarak değiştirildi. Asıl mühim değişiklik parti tüzüğünde yapıldı.Bu değişikliklere göre:1 - Parti genel sekreteri aynı zamanda içişleri bakanı oluyordu.2 - illerdeki valiler parti il başkanlığı görevine getirildiler.3 - Umumi müfettişler hem parti işlerini, hem de devlet işlerini denetlemekle görevlendiriliyordu.Batı Avrupada faşist rejimlerin güçlendiği bu dönemde (Hitler, Mussolini), partinin devletle bütünleştirilmesi, M. Kemal rejiminin faşist uygulamalardan da etkilendiğinin bir göstergesidir.Değişikliğin nedenini, CHP Genel Sekreteri ve içişleri Bakanı Şükrü Kaya, 28 Ağustos 1936 tarihinde şöyle açıklıyor:Cumhuriyet Halk Partisinin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksadın tahakkukunu kolaylaştırmak ve partinin inkişafını artırmak ve hızlandırmaktır. Hükümet ve parti beraberliğini, bütün kudreti hükümete vererek parti teşkilatını daha az ehemmiyetli görmeye mütemayil bir zihniyet şeklinde telakkiye mani olmak lazım geldiği gibi, esas meselenin partiyi kuvvetlendirmek ve partinin gayelerini daha kolaylıkla gerçekleştirmek için hükümetin tam yardımını temin etmek olduğu tebarüz ettirilmiştir. [1]Ne ki, tüzükte yapılan değişiklik Memurin Kanununun** 9. maddesiyle çelişiyordu. 9. madde, memurların siyasi cemiyet ve kulüplere katılmalarını yasaklıyordu.M. Kemal söz konusu maddeyle ilgili olarak şunları söylüyor:Ben bu maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların **siyasi cemiyetlere girmemesinden maksat** onların, **benim partimden başka partiye** intisap edememesi demektir.
bu bakımdan, bu madde hatta faydalıdır ve katiyen değiştirilmemelidir. [2]Görüldüğü gibi, önemli olan yasa değil, yasanın M. Kemal tarafından yorumlanışıdır.** Memurin Kanunu: 18 mart 1926 tarihinde yürürlüğe giren ve memur olmanın sınırlarını ortaya koyan kanun.
KAYNAK:[1] CHP Genel Sekreterliğinin Parti Örgütüne Genelgesi, cilt 1, sayfa 9.[2] Hilmi Ural, Hatıralarım, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1959, sayfa 297-298
devrimlerin sayesinde ortaya çıkan durumdur.
21 Mart 1988 tarihli Milliyette, bugünlere gelişi için, "Atatürke borçluyum" diyor Vitali Hakko!.."Hayatım Vakko" adlı hatıra kitabında mücadelesini şöyle anlatıyordu:''Benim kuşağımın birçok iş adamı, işe sıfırdan başladığını söyler. Ben sıfırdan bile başlamadım... Başladığım nokta sıfırın çok altındaydı!..Genç Cumhuriyet'in ilk kuşağıydık... Bize hız veren Atatürk devrimleriydi.Aç ve sefalet içindeki milleti, düşmanların / Emperyalistlerin şapkalarını satın almaya zorlayan bir ATA (!
Dini bayramlar yerine milli bayramların ön plana çıkarılması... Kemalizmin amacı; "Milleti Islam'dan uzaklaştırıp milliyetçilik / ulusalcılık ideolojisini oturtmaktır."Cumhuriyetin 10. yılı kutlamalarının yapılacağı 1933 yılında, oluşturulan kutlama komisyonunun başkanı olan CHP Genel Sekreteri Recep Peker, parti örgütüne 31 Ağustos 1933 tarihinde gönderdiği yazıda, Partililerin kendilerine, ailelerine ve çocuklarına **alacakları yeni elbise, şapka, palto gibi giysilerinin Cumhuriyet Bayramına denk getirilmesini ve bunun gelenekselleştirilmesini istemektedir.** Dinsel bayramların yerine Ulusal bayramların ikame edilmesinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilecek bu yazı şöyledir:... çocukların sevinç gününü de **Cumhuriyet Bayramına rast getirmekte** maksat için büyük fayda gördük. Bütün Fırka (Parti) arkadaşlarımız ile muhitlerindeki dostları ve ahbapları her sene çocuklarına alacakları yeni elbiseyi bu sene 29 Teşrinievvelde yavrulara giydirmek suretile onlara bayram sevincini bir derece daha tattırmış olurlar. Bütün Fırkalı arkadaşlarımızın da kendilerine ve ailelerine alacakları yeni elbiseyi bu bayrama rast getirmeleri maksada büyük hizmet olur. Bu fikrin Fırka ile beraber bizim kültür kolumuz olan Halkevleri tarafından bütün muhite tamim edilmesini ve tatbiki için teşvikler yapılmasını rica ederim. Bu sene başlayacak harekete bundan sonraki Cumhuriyet bayramlarında da devam olunmasını ehemmiyetli bir iş olarak kaydederim efendim
KAYNAK: Cumhuriyet Halk Fırkası Katibiumumiliğinin F. Teşkilatına Umumi Tebligatı, ikinci Kanun 1933 ten Haziran Nihayetine Kadar, cild 3, sayfa 28-29