tahmin ettiğim gibi konuyu ilk duyan benim yine.
aslında bu sözlükteki liseliler yazacağım bilgilerin zerresini hak etmiyorlar ama kendimi tutamayacağım heyecanlandm çünkü duyunca.
akademi sancak, türkiyenin ilk ve tek özel savunma ve askeri eğitim şirketi olarak faaliyete geçmiştir.
emekli askerlerden kurulan ve genelkurmay başkanlığının da onayını alan özel şirket, komando harekatından özel harekata, hava indirme harekatından su altı taarruz harekatına kadar hemen bütün alanlarda yabancı ordulara danışmanlık ve eğitim hizmeti verecek.
geleceğinizi garanti altına alalım sloganıyla yabancı ülke ordularına kara, hava ve deniz harekatları konusunda eğitim ve danışmanlık hizmetleri veren ve emekli bir tuğgeneral tarafından kurulan şirket bünyesinde emekli subay ve astsubaylar faaliyet gösteriyor.
ankara merkezli akademi sancak isimli şirket özellikle ortadoğu ve afrika ülkeleriyle türk cumhuriyetlerinde faaliyet gösteriyor.
emekli askerlerden oluşan profesyonel eğitmenler talep eden ülkelerin ordularına "komando ve özel harekat, gayri nizami harp, terörle mücadele, uçar birlik harekatı, hava indirme harekatı, tank ve zırhlı muharebe aracı eğitimi, yakın koruma eğitimi, hudut güvenliği, mayın, arama kurtarma, yüksek komuta ve stratejik planlama ve su altı savunma, su altı taarruz, deniz muharebe eğitimleri veriyor. profesyonel askeri eğitim şirketi türkiyede kara, hava ve deniz kuvvetleri komutanlıklardan da sertifikalı. diğer bir deyişle kuvvetlerin dolaylı desteğini de almış durumda.
dünyada ve özellikle de abdde akademi sancak isimli özel savunma şirketine benzer profesyonel askeri eğitim şirketlerinden çok sayıda var. örneğin bir dönem ırak ve afganistanda faaliyet gösteren ve ırakta yaptığı işkence ve katliamların ortaya çıkmasından sonra adını academi olarak değiştiren blackwater şirketi bunlardan en bilineni. bu tip şirketler zaman zaman devletler tarafından doğrudan veya dolaylı olarak da destekleniyor ve devletlerin başka topraklardaki yürüttüğü ancak üstlenmek istemediği örtülü veya açık askeri operasyonlarda veya askeri eğitim faaliyetlerinde bu tip özel şirketler görevlendiriliyor.
hank williams ın en güzel şarkısıdır. benim de en sevdiğim country şarkılardan biridir. şarkının ilk sözleri ile insanın fıçı fıçı bira içesi gelir. çaresiz bir aşkı anlatır.
sözleri şu şekilde:
there's a tear in my beer
'cause I'm cryin' for you, dear
you are on my lonely mind.
into these last nine beers
i have shed a million tears.
you are on my lonely mind
i'm gonna keep drinkin'
until I'm petrified.
and then maybe these tears
will leave my eyes.
there's a tear in my beer
cause I'm crying' for you dear
you are on my lonely mind.
last night I walked the floor
and the night before
you are on my lonely mind.
it seems my life is through
and I'm so doggone blue
you are on my lonely mind.
i'm gonna keep drinkin'
till I can't move a toe
and then maybe my heart
won't hurt me so.
there's a tear in my beer
cause I'm cryin' for you dear
you are on my lonely mind.
lord, i've tried and i've tried
but my tears i can't hide
you are on my lonely mind.
all these blues that i've found
have really got me down
uou are on my lonely mind
i'm gonna keep drinkin' till i can't even think
cause in the last week i ain't slept a wink
there's a tear in my beer
cause i'm crying for you dear
you are on my lonely mind.
sözlüğümüzün güzide moderatörü zall, eski tasarımda da yeni tasarımda da kendi yaptığı bir temaya "fuck you james" adını vermiştir. zall ın james hetfield abimizle arasındaki kan davası nedendir? yoksa lars ulrich dayımız zall ın dedesinin eniştesi midir?
"ey ölümden korkup kaçan can, aklını başına al, bu korku kendindendir senin. korktuğun kendi çirkin yüzündür, ölümün yüzü değil; canın bir ağaca benzer, ölümse yaprağıdır o ağacın."
kuşatıcı bir nazarla baktığımızda mevlâna'nın eserlerinin bütününde özellikle de mesnevî'de ölümü iradi ölüm' ve tabii ölüm' şeklinde ikiye ayırdığını görürüz. bu ayrımın ikinci kısmını oluşturan tabii' yani biyolojik' ölüm, sathî bir bakışla bize cesedin dağılıp mahvolması gibi gözükse de, esasen yok oluş değildir. çünkü insan sadece maddi birtakım varlıkların terkibiyle meydana getirilmiş bir canlı değildir. aynı zamanda her insanın kendine mahsus bir de ruhu vardır. bu yönüyle insan çift yönlü bir varlıktır. olayısıyla ölüm bütün bu varlıkların aslına dönebilmesi için bir başlangıçtır. öyleyse ölüm yok oluş ve ayrılık değil, bilakis vücudun her bir parçası için aslına kavuşma manası taşır. mevlâna söz konusu aslına dönüş' hadisesini, "biz allah'a aidiz ve yine o'na dönenleriz." ayetine dayandırarak şu şekilde ifade eder: "bu dünyada duruşum benim için bir ayrılık olmasaydı, biz gene dönüp ona varanlardanız.' denmezdi. dönüp gelen, tekrar o şehre varana derler; zamanın ayrılışından kurtulup birliğe ulaşana derler."
mesnevî'de ele alınan ikinci çeşit ölüm ise iradi ölümdür. Bu manada ölüm, islâm tasavvufunun odak noktalarından birini teşkil eden "ölmeden evvel ölünüz." prensibine dayanmaktadır. mesnevî'de bu konu hakkında şöyle denmektedir: "riyazetle bedenin ölmesi diriliktir, şu bedene zahmet vermek canı ölümsüzlüğe ulaştırmaktır. ne mutlu o kişiye ki ölümden önce öldü; yani bu bağın, bu üzümün aslından bir koku aldı." yine divanında mevlânâ, aynı konuyla ilgili şunları ifade eder: "ölünüz, ölünüz ki ölümsüz bir can kazanasınız. bu topraktan kesilip ten bağlarından kurtulun ki eliniz semalara ulaşsın."
bütün bu beyitlerde mevlâna'nın anlatmak istediği husus, her birimizin nefes alıp veren, yaşayan diriler olduğumuz halde asıl diriliğin farklı bir şey olduğu temasıdır. ona göre yemeden, içmeden, bedenî arzu ve isteklerden ibaret yaşayan bir insan aslında insanî bir hayat yaşamamaktadır. marifet bütün bu arzularla çevrili olan insanın, henüz hayattayken bütün bu isteklere yüz çevirebilmesidir. çünkü esasen bütün bu arzu ve istekler, insanın başına sıkıntı olacak potansiyeli de beraberinde taşımaktadırlar. oysaki ölmüş bir kimse için bunların hiçbirisi tehlike arz etmemektedir. o halde insan iradi ve mecazi bir ölümle ölmelidir ki, sıkıntılarından kurtulabilsin.
mesnevi'nin başka bir yerinden aldığımız şu ifadeler yukarıdaki izahata ışık tutar mahiyettedir: "süt emen çocuk sütü nasıl isterse, sen de ölümü öyle istersin; seni tutsak eden bir hastalık, bir dert yüzünden değil. ölümü ararsın, istersin ama ağrıdan, sızıdan, hastalıktan bunalıp istemezsin; evin yıkık bucağında bir define görürsün de o yüzden istersin." Bu beyitlerden de anlaşılacağı üzere Mevlâna'daki ölüm arzusu ideal bir iştiyak halidir. bu hususu güçlendirmek için bebeğin süte, hazineyi görenin zenginliğe iştiyak duyması benzetmelerini örnek olarak verilmiştir ki her iki benzetmede de bu anlam katmanı vardır.
"ey ölümden korkup kaçan can, aklını başına al, bu korku kendindendir senin. korktuğun kendi çirkin yüzündür, ölümün yüzü değil. canın bir ağaca benzer, ölümse yaprağıdır o ağacın. iyi olsun, kötü olsun, ne bitmişse senden bitmiştir. hoş olsun olmasın, gönle gelen şey, senden gelmiştir."
yukarıda verilen cümlelerde de mevlâna ölüm korkusunu açıklarken, ölümü bir aynaya benzetir. iyi insanlar için ölüm güzel, kötüler için de çirkindir. dolayısıyla insanı korkutan husus ölüm değil, aynada gördükleri kendi çirkinlikleri ve kendi hatalarıdır. bu yüzden ölüm gerçeğini kavrayarak, dünyaya gönül bağlamamak, kaçınılmaz sonu, güzel ve hayırlı işlerle örgülenmiş bir ömür haline getirmek, ebedi hayat için hazırlık yapmak, dostun huzuruna eli boş çıkmamak gerekir.
"can çekişip duruyorsun, ölmeden önce sana kurtuluş yok, o halde öl de kurtul. nasıl ki yüz basamaklı merdivenden iki ayak eksik olsa dama çıkamazsın. yüz arşınlık ipte de biraz eksiklik bulunsa kuyudan su çekemezsin. gemi kaldırma gücünü aşan o son yük de yüklenmeden batmaz. ölmediğin için can çekişmen uzadı. ey taraz mumu, sabah olunca öl. ama seni mezara sokan ölümle değil, nura ulaştıran, kemale erdiren bir ölümle öl. Toprak altın kesilince nasıl topraklığından eser kalmazsa, böyle bir ölümle ölenin gamı da neşe ve ferahlığa döner."
burada da yine daha önceki meseleleri destekleyen farklı bir bakış açısı görmekteyiz. buraya göre can çekişme, ölüm anında yaşanan bir hadise değildir. çünkü insanın hayatı uzun bir can çekişmeden ibarettir. dolayısıyla Mevlâna'ya göre ölüm, birdenbire gerçekleşen bir hadise değil, uzun zamana yayılan bir süreçtir. biz farkında olsak da olmasak da bu süreç dünyaya geldiğimiz anda başlamıştır. insanoğlunun kendi hayatından kâinata kadar her şeyde böyle bir çözülüş söz konusudur. hal böyle olunca da aslında her bir varlık her an ölümle yüz yüzedir. peki o halde insan bu dünyaya veda ederken ölen nedir? bu sorunun cevabını en veciz ifadelerle yunus'ta buluruz: "ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil." yunus'un düsturuna göre ölen ten ise, gerçekte ölüm yoktur. işte bu noktada "o halde neden bedenin ölmesi gerekiyor?" sorusu devreye giriyor. herkesin aklına gelmesi muhtemel bu ve benzeri sorular da cevabını yine mevlana'da bulmaktadır:
"bir bahçe sahibi, toprağı dikime hazırlıyordu. onu gören biri uzaktan seslendi:
niçin yeri kazıp harap ediyorsun? beriki de dedi ki:
a ahmak, hiç kazılmadan burası gül bahçesi olur mu?"
yeri kazıp harap etmenin sebebini sormak ne kadar garipse, yukarıdaki soru da hakikatte o denli abestir. çünkü nasıl ki terzi kumaşı kesmeden elbise dikemez, buğday öğütülmeden un elde edilemezse beden elbisesi de kesilip parçalanmadan güzel bir netice elde edilemez. dolayısıyla aslında bütün bu aşamalar daha güzel bir netice içindir. kesilip biçilen aslında sadece bir bedendir lakin o beden karşılığında verilecek olan sonsuz bir ömürdür.
mevlânâ, yazımızın başından beri kendisinden yaptığımız alıntılarla izah etmeye çalıştığımız meseleleri bizzat hayatına tatbik etmiş bir şahsiyettir. hal böyle olunca da sıradan insanlar için her şeyden ayrılık olan ölüm, mevlana'da "şeb-i arûs" yani sevgili ile buluşma ânı olmaktadır: "öldüğüm gün, tabutum götürülürken bende bu dünya derdi var sanma. benim için ağlama! yazık, vah vah deme! şeytanın tuzağına düşersen o zaman eyvah demenin sırasıdır. cenazemi gömdüğün zaman, firak, ayrılık deme! benim buluşmam, kavuşmam, işte o zamandır. beni toprağa verdikleri zaman elveda elveda demeye kalkışma, mezar cennet topluluğunun perdesidir. batmayı gördün değil mi? doğmayı da seyret, güneş'le ay'a guruptan hiç zarar gelir mi? yere hangi tohum ekildi de bitmedi? insan tohumu bitmeyecek diye şüpheleniyor musun? toprağa konulduğunu sanıyorsun değil mi? ayağımın altında bu yedi kat gök vardır."
sonuç olarak görülmektedir ki, mevlânâ, ruhun bir gurbet olan bu aleme gelerek bedende hapsedildiğini, üstelik geldiği yerin hasretiyle yanıp tutuştuğunu, bedenin ruhunun bir bineği olduğunu ve bu binekten ancak ölümle kurtulacağını kabul eder. bütün bu telakkileri mevlânâ, kurân ve hadislere dayanarak ispat eder. ayrıca ölümün korkulacak bir şey olmadığını, hatta işin esasını bilenler için arzu edilen bir hadise olduğunu söyleyerek ölüm karşısındaki tavrını ortaya koyar. bu husus mevlâna'ya düşünce tarihi içinde gördüğümüz diğer tavırlar arasında müstesna bir yer kazandırır. kısaca mevlâna'ya göre ölüm, ayrılık halinden kavuşma haline geçiş ve ölümsüzlüğe erişmekten ibarettir.
insanı hayattan bezdiren, yaptığına yapacağına pişman eden aksiliklerdir.
örneğin; anahtarın kilidin içinde kırılması, tam oyun oynarken bilgisayar ekranının donup kalması, karton kutunun açma yerinden asla açılmaması, bisküvi ambalajının açma ipinin açamadan kopması, tam dondurmayı kaşıklayacakken plastik kaşığın dondurmanın içinde kırılması, salak herifin tekinin iki arabalık yere park etmesi, pizza kutusunun yanlışlıkla ters tutulması yüzünen pizzanın üstündeki tüm malzemenin pizza kutusu kapağına yapışmış olması, şarabı açmaya çalışırken tirbüşonun mantarın içinde kırılması, tetriste o uzun çubuğun çoklukla girmesi gereken yere denk gelmemesi...
kendinden çok başkasına odaklanan insandır. teorik olarak; başkasının işine karışmak ve bozmaya çalışmak yerine kendi işine ve kişilik özelliklerine odaklansa, pratikte kıskanmasına sebep olan farklılıklar ortadan kalkabilir. fakat kıskançlığın sahiplik-mülkiyet boyutundan çok psikolojik bir sorun halinde olduğu vakalarda, kişinin içinde varlığını sürdüren kıskançlık sürekli olarak beslenir ve mantıksal kavramların dışına çıkarak sürekli artan bir hızda etrafına zarar vermeye varabilecek boyutlara ulaşır.
eğer tripanafobiniz varsa, tıbbi yardım almaktan, özellikle de şırıngalardan ölümüne korkarsınız. tıbbi bir işlem altına gireceğinizde, işlem göreceğiniz güne ve saatlere yaklaştıkça yüksek kan basıncı ve yükselen kalp atışı yaşamanız muhtemeldir. aolay zamanında kan basıncınız aniden düşebilir ve bayılabilirsiniz. tripanafobi, yani iğne korkusu, gelişmiş ülkelerin tahminen %10unu etkiler. ama 1994 yılındaki 4. baskısında DSM (tanısal ve istatistiksel el kitabı) tarafından başlı başına bir fobi olarak kabul edilmiştir. bu hastalık toplumun geneli tarafından iğne fobisi olarak adlandırılır; fakat tıbbi iğnelere özgüdür.
tanım yazmak gerekirse bu ülke milletinin ancak bu kadar olduğu ve asla da daha fazla olamayacağı gerçeğidir.
bir devlet hastanesine, ne bileyim kalabalık olan bir semte mesela (bkz: eminönü)gibi bir yere gidip yaşadığınız ülkeyi ve insanlarını görün... ve onların azınlık olduğunu düşünmeyin. kandırmayın oğlum kendinizi artık. ya şöyle nispeten sahil kesimlerinde, batıda götüm götüm yaşayacağız ya da yeni bir haçlı seferi filan olacak da ülke temizlenecek. yoksa zor.
başkalarının senden önce açtığı yollardan yürümek mantıklı bir davranıştır. o halde, tarihteki bütün ilerleme mantıksız insanlar tarafından gerçekleştirilmiştir.
-steve jobs
evet beni duydun, senden bahsediyorum.
gözlerine bakıyorum ve diyorum ki hiç şansın yok.
sana söylüyorum, eğer şu anda bu makaleyi okuyorsan, bu listeye bakıp kendinden parçalar buluyorsan biraz endişelenmelisin.
aslında, epey endişelenmelisin. herşeyi bir kenara bırakıp hayattaki varoluşunu sorgulayacak kadar. Bir ayna bulmalı, kendi yüzüne bakmalı, elini kaldırmalı ve kendine bir tokat atmalısın.
tamam mı? şimdi son paragrafı kendine gelene kadar tekrarla ve okumaya devam et.
gerçek hayat becerilerinden sözediyorum!
sözettiğim beceriler sıkı çalış, hafif parti yap, sınıf birincisi olarak mezun ol becerileri değil. hele hele, kaytar, dersleri as, alkole düş, parti yap ama yine de mezun ol ve iyi işe gir becerilerinden hiç sözetmiyorum.
sözünü ettiğim şey; kapıdan çık, bazı hamleler yap, birşeyler becer türü becerilerdir. işinden ayrıl, ailenin evinden taşın, . böyle dünyayı deyip, sonra bunu gerçekten yaptığın türden yetenekler.
gerçek dünyada kazandığın beceriler, ailen tarafından sana sunulan sabun köpüğü korumasının ya da içinde yetiştiğin tüm eğitim sistemini kapsayan ideolojik doktrinlerin dışında şeylerdir.
bu beceriler, onlara sahip olmak isteyen herkesin bedelini ödemesini gerektirir. bu yüzden nesilleri çok hızlı tükeniyor.
bir ders kitabında ya da sınıfta öğretilen becerilerden sözetmiyorum. sadece yaparak öğrenebileceğin, uçurumdan atladıktan sonra uçmasını öğrenmen gereken şeylerden bahsediyorum.
gerçekten kendinizi bulduğunuzda geliştirebileceğin becerilerden bahsediyorum. kendini gerçekten riske attığın ve yüreğinizi başarısızlık ihtimaline açtığın türden şeyler.
bir tek harika şeyi yapmak için, herşeyi riske etmeye hazır olduğunda geliştirebileceğin beceriler.
şimdiye kadar sahip olduğunu düşündüğün beceriler.
temel olarak söylemek istediğim şey şu: aşağıdakiler sende olmadığı için, muhtemelen pek bir şansın yok, çünkü :
1. yeterince başarısız olmadın.
çünkü vasatlığın içinde mutlusun ve aslında denememeyi seçtin.
Çünkü yeni bir şeyi öğrenmek hakkında konuşmak (mesela bir yabancı dili) aslında onu öğrenmekten daha kolay.
çünkü herşeyin fazlasıyla karmaşık ve kompleks olduğunu ve bir sonraki şeyi yarın bir oturuşta bitireceğini veya Pazartesi diyete başlayacağını düşünüyorsun.
çünkü işinden nefret ediyorsun ama yenisini de aramıyorsun çünkü reddedilmekten kaçınmak daha kolay.
çünkü sen orada oturmuş denemekte bile başarısız olurken, ben burada başarısız denemeler yapıyorum, kendimi zorluyorum, yeni şeyler öğreniyor ve mümkün olabildiğince başarısız olmaya çalışıyorum.
çünkü biliyorum ki deneyip başarısız olduğum müddetçe öğreneceğim, öğrendikçe de rotamı düzeltip yola devam edeceğim. çeliğin su alması gibi, ateşlerden geçtim ve şekil alana kadar dayak yedim. ağır çelikten mamul, kenarları bıçak gibi keskin bir kılıç, eğer sen de aynı sertlikte değilsen seni ikiye böler. sen bunu unuttun.
2. çünkü başkalarının senin hakkında düşündüğü şeyleri umursuyorsun.
çünkü çevrene uyum sağlaman lazım.
çünkü farklı olmanın, ancak diğer insanların farklı oldukları şekilde olursa cool olduğunu düşünüyorsun.
çünkü dünya seni olduğun gibi göreceği için kendini olduğun gibi kabul etmekten korkuyorsun. sen başka insanları yargıladığın için, sana onlar da seni yargılıyorlarmış gibi geliyor.
çünkü sahip olduğun şeylere, yaptığın işlerden daha çok önem veriyorsun.
çünkü sen kendine yeni giysiler, yeni oyuncaklar, yeni arabalar alırken ben kendime yatırım yapıyor olacağım. sen dünyaya uyum sağlamaya çalışırken, ben dünyayla birlikte varolmanın yollarını arıyor olacağım.
çünkü ben bütün güvensizliklerimi görmezden gelip kendi özgün halimi dünyaya gösterebileceğim, başkalarının fikirlerine, elalem ne derlere bağışıklık kazanacak ve bir fikirler keşmekeşinde ayakta kalacağım, içim sen çoğunluk ile evlenirken, benim istisnai olanı keşfetmekte olduğumu bilerek rahat edecek.
3. çünkü kendini olduğundan daha zeki sanıyorsun.
çünkü şimdiye kadar herkesin yaptığını yaptın, okuduklarını okudun, çalıştıklarını çalıştın.
çünkü onların testlerini geçmek için öğrenmen gerekenleri öğrendin ve bunun seni akıllı yapacağını sandın.
çünkü öğrenmenin sadece okullarda olduğunu sanıyorsun.
çünkü sen okul için çalışırken ben hayatı öğrenmeye çalışıyordum. Çünkü sen sınıfta öğrenme peşinde koşarken ben dışarı çıktım ve yaparak öğrendim.
çünkü hayata dair, senin herhangi bir üniversiteden alacağın bir kağıdın kapsayacağından daha fazla şey biliyorum. Çünkü zeka ne öğrendiğin değil, nasıl yaşadığındır.
çünkü benim bir üniversite diplomam olmayabilir ama seni benim hakkında konuşamayacağım derinlikte konu bulmaya zorlayabilirim.
çünkü senin testlerini zorunlu olsaydım ben de geçerdim, ama sen hayatın bana fırlattığı testlere senin bir saniye dayanman mümkün değil. çan eğrisi veya yüzdelerle geçilen testler değil onlar, tek bir başarı ölçütü var : hayatta kalmak!
4. çünkü okumuyorsun.
çünkü okuman gereken şeyleri okumuyorsun, ya da daha kötüsü, hiçbirşey okumuyorsun.
çünkü tarihin sıkıcı ve felsefenin aptalca olduğunu düşünüyorsun. çünkü oturup mtv veya e! izlemeyi, yeni bir şeyler keşfetmeye ve etrafındaki dünyayı daha iyi anlamak için bir başkasının zihnine girmeye tercih ediyorsun.
çünkü dünyadaki tüm gücün, bizden önce yaşamış olanların kelimelerinden geldiğini kabul etmiyorsun, bilmek veya yapmak istediğin herşeyin etrafındaki kelimeler evreninde biryerlerde, şimdiye kadar görülmemiş bir bolluk içinde sana sunulmuş olduğunu da
çünkü okuman gerektiğini düşündüğün halde bu makaleyi bile okumuyorsun.
çünkü okuyan insanlar bunları zaten biliyorlar.
çünkü bir atı suya götürebilirsin, ama oradan su içmesini sağlayamazsın.
5. çünkü merak etmiyorsun.
çünkü haberlerini, devletin kontrol ettiği kopyala-yapıştır ajanslardan alıyorsun.
çünkü şu basit soruyu sormaya isteksizsin : ya hepsi yalansa?.. üstelik gerçekten öyle olabileceğini kabul etmeye ve ana (ve bizde aynı zamanda yandaş-ç.n.) akım medyanın bütün yöntemlerinin, kesin emirleri uygulayarak bir tek şeye yöneldiğini kabul etmeye yanaşmıyorsun : senin dikkatini dağıtmaya.
çünkü beni herşeyi-bilen-ukala olarak nitelendirmek senin için kolay ama kendini hiçbirşeyi-bilmeyen olarak nitelendirmek zor.
çünkü ben konudan bağımsız olarak bilgi susuzluğu çekiyorum.
çünkü sen candy crush veya megalopolis oynarken ben bağ teorisi veya quantum mekaniği okuyorum.
çünkü sen vaktini tosh.o ile geçirirken ben nasıl video kurgusu yapılır öğreniyor, web siteleri ve mobil uygulamalar yazıyorum.
çünkü seninle teketek münazaraya girsek çökersin. Ben de kendi savımı her noktadan savunurum, sadece senin ona karşı geliştirebileceğin argümanları anlamak için.
çünkü kendimi bir münazaranın iki tarafını da anlamaya öyle adarım ki senin tarafında olsam yine kazanırdım.
6. çünkü yeterince soru sormuyorsun.
çünkü otoriteyi sorgulamıyorsun. ondan hoşlanıyorsun.
çünkü kendini de sorgulamıyorsun.
çünkü doğru biçimde konumlandırılmış sorgulamanın, saygıdeğer fikir ayrılıklarının, inandığın şeyleri sana tersini söyleyen birilerine karşı savunmanın bir hayat içindeki gücünü anlamaktan uzaksın. gerçekliği sorgulayabilme yetisinden uzak, kendi kendine dayatılmış bir hayatta kalma stratejisi ile, matrix filmindeki gibi bir monotonluk yaşıyorsun.
çünkü ben biliyorum ki, seni mahvetmenin en kolay yolu seni konuşturmak.
çünkü ben insan davranışları üzerine çalışırken sen kendinden başka herkesi yoksayıyorsun.
çünkü kontrol, kendi cahiliyetini tedavi edilemez bir çenesi düşüklük ile etrafa yayarak değil, sorularının bağlamını doğru şekilde yapılandırarak gelir.
7. çünkü gerçeklere dayanamazsın.
çünkü bilmediğin şeyleri bilmediğini itiraf etmeyi reddediyorsun.
çünkü internette bulduğun hiçbir yazı, senin yaşamda kaybettiğin tüm zamanı yerine koyamaz.
çünkü şimdi sana, yarın herşeyin daha güzel olacağını söyleyecek olsam yarına kadar bekler sonra da bununla ilgili hiçbirşey yapmamayı seçersin.
çünkü sen olmadığımı zannettiğinde bile, ben etrafımda olup bitenin farkındayım.
çünkü sen benim seni farketmediğimi düşündüğünde, ben aslında seni görmemiş olduğumu sanıyorsun.
çünkü etrafta başın göklerde dolaşırken, etrafındaki dünyanın farkında bile değilsin. Aslında burnunun dibinde duran gerçeklik sana o kadar yakın ki, sarhoş cehaletin içinde sadece dilini dışarı bir defa çıkaracak olsan, gerçek dünyanın ne kadar lezzetli olduğunu anlarsın.
çünkü bu seni anında bir gerçek dünya bağımlısı yapar, kendini doğruluğun çekiciğinden kurtaramazsın. nihayet, kendi anlama yoksunluğunu anladığında, o zaman göreceksin; gerçekten inanılmaz bir şey yapmaktan seni alıkoyan tek şey, aslında bizzat sensin.
istanbul kampüslerinde işler nasıl yürüyor bilmiyorum fakat bursa iyidir. ara sıra idarede aksaklıklar olsa da bursa da master yapılabilecek en iyi yerdir.
çok çılgın olarak tabir edilen şeylerden birini veya birkaçını yapmak istemektir.
Örneğin; gececi tayfa için çok çılgınlı bişey yapıp erken uyumak, pıçakçı tayfa için çok çılgınlı bişey yapmak isteyip pıçaklamak yerine pıçaklamamak vs. gibi.
kesindir efendim. apple markasının imal ettiği her şey yok satıyorsa (bkz: ipad), (bkz: iphone), (bkz: ipod), (bkz: macbook) don lastiği neden satmasın? üstelik bu don lastiği tuhafiyede satılan ve bire bir aynı işlevi gören, daha ucuz don lastiklerine göre yüzde beş yüz kar marjıyla yok satacaktır. nedeni markaya olan güven ve toplum içinde sağladığı statü meselesidir.