çok, çok eski günlerden, belki de miladı çoktan dolan hatıralardan, hatta ve hatta küflenmiş anılardan biri geldi aklıma yine.
üzeri kalın toz tabakasıyla örtülü bir kaç fotoğraf bulmaya göreyim, hemen dalıp giderim...
ilk önce hatırlamak bile istemediğiniz, kalbinize hançeri saplayan hatıralar üzerinden pek uzun zaman geçince değerlenir. hatırladıkça hoş bir tat bırakır damakta. hançerin ağrısı azalsa da geçmez yinede.
o bile güzeldir.
güzel, orta şekerli bir türk kahvesi eşliğinde inceledim fotoğrafları, yüzümde belli belirsiz bir gülümsemeyle. o günlerin hayaline gidip geldim, kim demiş zaman makinası yok diye?
anımdan bahsetmeyeceğim.
bu kez yazarken buraya, düşünüyorum; ne işim var burada ve ne diye anlatıyorum sizlere bunları?
komik geliyor dostlar...
bir o kadar da gereksiz...
ben bir zamanlar insandım, bir zamanlar sokak lambası, şimdi de kalpsiz, cansız ve ruhsuz bir heykel.
ne size faydam var ne kendime.
yine de hala bir sokak lambası kadar aydınlık hissediyorum kendimi.
kendi balçıklarımdan sıyrıldıkça tabii.
ara sıra yani.
çoğu zaman alçıdan bir heykelim.
kanatları olan küçük bir kız heykeliyim.
gülümsüyorum.
ağlasam bile...
yaradılışım böyle.
lambayken de belli edemezdim duygularımı.
insanken de.
amaaan, boşverelim bunları.
lambanın ışığı sönmeli artık kısaca.
kendinize iyi bakın dostlar.
ihtimallerden biridir. wag the dog filmini izlemeyen var mı aranızda? sadece önerim olsun. izleyin.
bu gördüklerimizin kurgu olmadığına dair kanıtlar nerede? böyle teknolojik bir dünyada neye inanabiliriz?
cumhurbaşkanı seçimleri öncesi unutturulan bir soma ve "babacım"lar varken hala biz neyin derdindeyiz?
asıl amaç, gazze'ye üzülmek mi yoksa balık hafızalı bizlere unutturmak mı her şeyi?
düşünmek iyidir.
aksini de düşünün.
sadece düşünün.
Zor bulunan bir özelliktir. Herkeste olmaz. Olmadığı kişilerden de uzak durmak gerekir. Çünkü onlar her türlü ahlaksızlıği yapabilecek tiğniyettedirler.
henüz dünya üzerine inmemiş, en azından başka gezegenlerde geçerli olduğunu umduğum kavram.
ne bir insanken karşılaştım adaletle, ne lambayken, ne de şimdi...
adil olmak zor, adaleti sağlamak daha zor.
4 duvar inşaat edip içine adaleti sağlamaya programlandığını varsaydığımız hukuk adamlarının bile adaletten ne denli uzak olduklarını görmek hayal kırıcı değil, aslında hayata hazırlayıcı.
haksızlığın önüne geçebilecek hiçbir kuvvetin olmaması ne üzücü ve insanların kendi adaletini sağlamak için en kötü şeyleri bile yapmayı göze almaları ne korkunç.
ama esas korkunç olan sevgili dostlar, adaleti kendinizden başka kimsenin sağlamayacak olmasının tamamiyle bir gerçekliğe tekabül ettiğidir.
sizden başka hiç kimse veremeyecek adaleti size.
en kötü şeyleri yapmadan kendi adaletinizi sağlayabilmeniz dileği ile...
tatlı rüyaların koynuna kendinizi bırakmadan önceki son busedir.
belki de o rüyalara giden bir merdivendir.
birbiri için çarpan iki kalbin bir öpücük sonrası sarılarak uyumalarından daha fevkalade ne olabilir bu ölümlü dünyada?
peki ya sevdiğine ulaşamayanlar, sevgisini içinde yaşamak zorunda kalanlar, sevdiğinden ayrılanlar ve sevdiğini çok özleyenler...
her uykuya dalış sevileni görmek üzere rüyaların bağrına kaçış değil midir?
gecenin ayazında tek başınalığı iyi öğretti lamba olmak.
o kadar iyi öğretti ki, şimdi kimseyle aynı yatakta uyuyamaz oldum.
yalnızlığa alışmak ne berbat şey.
siz alışmayın sevgili dostlar.
neredeyse tarih sayılabilecek pek bi geçmişte kalmış zamanlardır.
insan düşününce duygulanmadan edemiyor be yahu.
14 yıl öncesinden bahsediyoruz.
şarkıların duygulandırması için illaki özlü sözler içermesi şart değil.
gençliğinize yahut çocukluğunuza ait olması en kalp burkucu yanı.
bir şarkıdan daha güzel bir anı belleği olabilir mi?
fotoğraflardan, yazılardan çok çok daha etkilidir.
ben sokak lambasıyken, ne zaman eskiye ait bir parça duyuversem ağlayasım gelirdi.
sokak lambalarının göz pınarları olmuyor, ne yazık!
ama duyguları demir vücudunun da, platik kablolarının da, demir plakalarının da daha derinindedir.
anılar, hangü bedene hangi şekle bürünürseniz bürünün silinmeyen yegane şeylerdir.
nereye giderseniz gidin, beyninizden atamazsınız anıları.
silemezsiniz...
yok edemezsiniz.
iyi mi kötü mü tartışılır.
bir lambanın fikrine değer verirseniz, bence iyi. anıları olmayan bir insanın boş tenekeden farkı olamaz.
duyguları, davranışları, hareketleri biçimlendiren her şey anılardır.
hatırladığınızda boğazınızda koca bir yumru da bıraksa, dudaklarınızın kenarında minik bir buseye de neden olsa her daim kattığı bir olgu vardır anıların.
duvarın bir tuğlasıdır. kumsalların kum tanesidir.
denizin bir damlasıdır.
anılar olmadan insan varolamaz sevgili dostlarım...
yıllar önce severek ayrılmak zorunda kaldığınız biri oldu mu hiç?
işte bu soru cümlesi yıllar öncesinden beri her gün aklınızı kurcalamıştır illaki. nasıl gidiyor?
hayatına nasıl devam ettiğine ilişkin merakınız delilik seviyesine ulaştığında, onun ne yaptığını, nasıl olduğunu öğrenme isteğiniz boyunuzu aştığında yapacak bir şey yok demektir, kontrolü kaybettiniz.
nasıl olur da siz bu kadar onu düşünürken o sizi bir kez bile aklına getirmez?
aklına getirmediğini var sayarız çünkü telefonda ondan gelen, 1 cevapsız çağrı veyahut 1 yeni mesaj yoktur.
olmayacaktır da...
peki hayat nasıl devam eder böyle..?
edemez.
bu gerçeği kabullenmek en zoru herhalde. ama o artık geri gelmeyeceği, dönüşü olmayan bir yere gitti.
ve aslına bakarsanız, dönmek istese bile yüzüne kapıyı çarpması gereken sizsiniz.
bunu yapacak güce eriştiğinizde ona dair her türlü duygu omuzlarınızdan beton yığınlarını almışlarcasına uçup gidecek ve siz özgürlüğünüze kanat çırpabileceksiniz demektir.
kim kimi hak ediyor? o mu sizi, siz mi onu?
sorunun cevabı her daim o beni olmalı. ben onu olursa yüceltmiş ve yükselttiğiniz yerden indiremeyeceğiniz bir tepeye oturtmuş olursunuz ki bu da atlatılması çok zor bir seçenek.
ben, bir zamanlar sokak lambasıyken...
yüksek sesli düşünen genç bir hanım tanımıştım. tanışmamıştık, o beni tanımamıştı ama ben onu çok iyi tanımıştım.
düşüncelerinin tamamı yukarıda yazdıklarımdı.
çıkmazda olduğu apaçıktı. onu silse mi? anısını yaşatsa mı? hangisi daha acı vericiydi karar veremiyor bir yandan da sırtını bana yaslıyordu. kollarım olsaydı ona sarılmak isterdim. çok isterdim... sonra belki bir kaç pırlanta damlası akardı gözlerimizden ve bu düşüncelerin ağırlığı düşü verirdi hemen.
yanımda o'nun telefon numarasını sildi. neye karar verdiğini anlamak zor değildi.
bir "oh" çekti.
mesajlarını sildi,
kahkaha attı.
fotoğraflarını sildiğinde de gülümsüyordu.
sildikçe neşesi yerine geliyor ben de onunla birlikte rahatlıyordum.
tek tek her yerden sildi.
her şeyini yok etti.
hiç var olmamışçasına...
"şimdi kendime bir kahve ısmarlayabilirim." dedi neşeyle.
ayaklarım olsaydı onunla kahve içmek isterdim.
orta şekerli bir türk kahvesi...
ne daha fazla mutlu kılabilir ki?
inanın düşmanlıktan söylemiyorum. gördüğüm kadarıyla türkiye'de insanlar ikiye ayrılıyor: atatürk'ü sevenler ve cehaletten gerizekalı olanlar.
düşmanlıktan söylemiyorum inanın.
öptüm.
yanyana olduğunuzda huzura kavuştuğunuzu hissettiğiniz tek kişiyi kaybetmektir...
gözlerinin içine baktığınızda hissetmediniz mi hiç o güveni? size güven vermedi mi bakışları... sanki hiç kimse size zarar veremezmişçesine, kimse sizi üzemezmişçesine...
omzu, bembeyaz bulutların en tepesindeki huzura kavuşturan yegane yer olmadı mı?
ellerinizi tuttuğunda kaşbiniz uyuşmadı mı hiç sahiden? o mayhoş hissin huzurunu tatmadınız mı daha önce?
1 kerelikti belki ama tattınız... tattık.
gözlerine baktığımda etraftaki herkesin bir bir silinişini hissettim.
omzuna başımı yasladığımda en tatlı rüyaları görmek üzere olduğumu fark ettim.
elimi tuttuğunda bir insan nasıl sıfır kilo olabilir bunu deneyimledim. tıpkı denizin üzerinde uzanmak veyahut bir kuş misali uçmak gibi.
huzur...
gözlerinizi kapadığınızda hiç açmayacak da olsanız mutlak bir güvenin tam ortasında hissedilen o eşsiz duygu.
sevgi...
dudaklarını dudaklarınıza yaklaştırdığındaki nefesinin sıcaklığının sizi alıp rengarenk bir gökkuşağının tepesine oturtan o his.
huzur sevginin göbek adıdır. sevgi yoksa huzur da yoktur. et ve tırnak gibi, ayıramazsınız.
kaç kez sevdiğimiz tarafından sevildik ki?
çok az...
pek çok az.
ve hepsi de gitti. o gitti. onlar gitti.
zaten o gittikten sonra onların gitmesi pek de bir şey ifade etmedi.
değil mi?
kaybedilen geri kazanılsa bile aynı duygular yaşanabilir miydi? bu belki bambaşka bir konu başlığı olabilir.
fakat kalbin tam ortasına çöreklenmiş çürüğün kalbi komple sarıp çürütmesine kadar geçen zaman süresince hala umudumuz var.
tamamen kararmadan, suyu bulabilir ve o çürüğü yıkayabiliriz.
o eşsiz sandığımız huzura yeniden kavuşturacak panzehir tek değil.
bulun onu dostlarım,
çürüğün karanlığını tam ortasından yaran bir lambanın ışığında...
bulun onu.
hiç görüşme ihtimaliniz olmayan birini özlemek ne berbat şeydir.
bir daha asla görmeyeceksiniz onu çünkü çok kötü ayrıldınız. aranızdaki her ne haltsa ona düşmanca son verdiniz.
belki ilk süreçte birbirinizden nefret de ettiniz.
ama şimdi,
özlüyorsunuz...
özlüyorum..
özlüyor.
peki yok mudur bunun bir çaresi?
gurur denen kibir kaynağı bir canavarın karşısına koyabileceğimiz güçlü bir yanımız yok mu sahiden?
sevgi gibi mesela...
aşk demiyorum bakın.
keza sevgi aşktan kat be kat güçlüdür.
ölümsüzdür.
birisiyle kavga etmişseniz bile, uzun zamandır konuşmuyor olsanız da ve büyük ihtimalle konuşmayacak olsanız bile, onun iyiliğini istemek, hiç kötü haberini almamayı dilemektir.
bu yüce his nasıl ölebilir?
nasıl son bulabilir? mümkün müdür...
ben hep güzin lamba oldum bugüne dek. çok akıl verdim ama kendim hiç yapmadım.
gidin! konuşun! yemişim gururu, sonradan çok pişman olursunuz...
kendisi;
-gidemedi-
-konuşamadı-
eee terzi kendi söküğünü dikemez demişler.
harbiden dikemedim.
mühim değil, arzum kendim yapamasam da insanların mutlu olabilmelerini sağlamak.
böylece kendimi de mutlu etmenin bir yolunu bulmuş oluyorum ben de.
mutsuzluk okyanusunun tam ortasında kalmış bir lamba daha ne istiyebilir ki?
kurutuluşum yok, okyanustaki çöpleri topluyorum...