istanbul halkalıda bulunan vakıf üniversitesi. özelikle kampüsü neredeyse halkalının yarısını içine alan dev bir alana kurulmuş. eğitim kalitesine gelecek olursak yeni bir üniversite olmanın etkisiyle tercih listesinde başta olacak okullardan değil elbette. ama okunmaz mı derseniz eğer yüksek bir burs oranı yakalanıyorsa psikoloji ya da bilgisayar mühendisliği okunabilir mesela. bu bölümlerde iyi bir eğitim kadrosuna sahipler
daha önce mutlaka ifade edilmiştir ama bir daha söylemekte fayda var; libidosu yüksek yakışıklıya çapkın, çirkine abazan denir. bütün mesele budur yani.
inancın çok kişisel bir mesele olduğunu biliyorum. bu anlamda kalkıp kimseye sen neden inanıyorsun ya da sen neden şuna inanıyorsun demeye kimsenin hakkı yoktur. ama kendi inancımıza dayanak oluşturan temel noktaları açıklarsak belki bu anlamda arafta kalan arkadaşlara ufak bir yardımımız olur diye düşündüm. evet neden mi allah?
-inançlı insan huzurlu olur. hayatın ortasına adeta öylece fırlatılmış olduğumuz gerçeği sırtımızda ağır bir yüke dönüşür. zamanla hayatın anlamı, tümel değerlerin geçerliliği gibi ruhen insanı dayanılmaz ızdıraplara sürükleyecek soruların cevabı aranır. ama ne kadar ararsak arayalım net ve genel bir yargıya ulaşamayız. belki nietzsche kadar zeki biriyseniz ''tüm değer yargıların yıkımı'' gibi bir formül geliştirip tanrıyı öldürebilirsiniz. ama bu seferde tanrının cenazesi içinizde kalacaktır. ve sizi temin ederim o cenazeyi nietzsche bile söküp atamadı içinden
-elinizde bir yol haritası olur. hayattaki var oluşunuza mantıklı bir cevap verebildiğiniz için bilinmezliklerle dolu bir hayat yükünden kurtulursunuz. yapmanız gerekenler dini anlamda sıralarsak; insanlara iyi davranmak, namaz kılmak, kurbanını ve zekatını vermek... benzeri çokta zor olmayan ibadet şekilleridir.
-bilinmezliğin sonsuz bulantısından kurtulursunuz. birçok bilim adamının, filozofun hayatları boyunca baş etmeye çalıştığı çetin bir hastalıktır bulantı. hatta jean paul sartre sırf bulantı adından bir kitap yazmıştır bu konuda. hiçbir şeye inanmamak tüm ihtimalleri açık hale getirir. artık her şey mümkündür sizin için. çünkü ortada mutlak iradesi olan bir tanrı ve akabinde teslim olacağınız bir inanç yoktur. bu durumda hayatın bir simülasyon olmasından(oyun teorisi) tutunda bir çok noktaya kadar sürüyle ihtimal çıkar karşınıza. ve aklınız doğal(evrimsel) bir sebepten bunu tehlike arz eden bir durum olarak algılar. geriye midenizi alt üst eden ama bir türlü kusup kurtulamadığınız bir bulantı kalır.
-ölümle başa çıkmak kolay hale gelir. ölüm şüphesiz insanlık tarihinin en ölümcül hastalığıdır(hehe küçük bir espri yapalım dedik) ölümün ne olduğunu bile tam anlamamışken ölümden sonrası için ancak yavan tahminlerde bulunuyoruz. sonuç olarak ölüm çoğumuzu korkutan, köşeye sıkıştıran olaylardan birisidir. bu bilinmezliği inançsal anlamda bile olsa bir cevapla kapatmak insana huzur verir.
-bilincimiz dışa doğrudur. tüm duyularımız yakalamak üzere evrene açılır. kulak her sesi duymak, göz her rengi görmek ister. işte akılda tüm bunların toplamı olarak bilmek ister. kim olduğunu, amacının ne olduğunu veya evren üzerindeki mahiyetinin ne teşkil ettiğini... işte bunlara ancak bir din cevap verebilir.
-bilimin gerçekliği açıklamadaki yetersizliği. gerçekliğin özünde değişim/yenilenme yoktur. oysa bilim bu temelde ilerler. her teori ve hatta yasa yanlışlanabilir imkanını taşımak zorundadır. bu açıdan bilim ancak belli bir aralık dahilinde bize bir gerçek sunabilir. örneğin newton ve einstein arasında yalnızca 200 sene olmasına rağmen fizik anlayışları tamamen farklıdır. bu bağlamda bundan bir 200 sene sonra bugün ki fizik yasalarının değişmesi gayet olağandır.
-dünyada bu kadar kötülük oluşu. evet bence en önemli nedene geldik. özellikle son 2-3 asırdır dünya üzerinde geride kalan milyonlarca yıldan daha fazla katliam işlenmiş, savaşlar yapılmış ve canlılar katledilmiştir. bunu tikel yollarla(yasalar) çözmek ancak küçük suçlar için mümkün olur. onun dışında büyük devlet adamları(en bilindikler olarak hitler ve stalin) soykırımlar bile yapsalar onlara neredeyse kimse hesap soramaz. işte kötü insanların ceza alacaklarına inanmak kötülüklerle dolu bu dünyaya biraz daha umutla yaklaşmamızı sağlayabilir.
tabi inanç kadar kişisel bir mesele asla yargılanacak bir durum değildir. dediğim gibi arada kalanlar, tereddüt yaşayanlar belki inanmanın aslında ne kadar gerekli olduğunu görür.
jean paul sartre'nin sadece 3 ayda yazdığı 750 sayfalık dev kitap.
bir ontolojik inceleme mahiyeti taşımakla birlikte epistemoloji, fenomenoloji ve daha birçok anlamda derin irdelemeler yapılmıştır.
başta; zaman, bilinç, varlık, hiçlik, özgürlük, gerçek olmak üzere çeşitli konularda sartre insan aklını zorlayan sorular sormuş ve net olmasa da kendince cevaplar vermiştir.
dili ağır, metaforları anlaşılması güç bir kitap olduğundan fikrimce 5 ayın altında bitirmek imkansız.
''kötümserliğin babası'' olarak anılan alman filozof. hayatın anlamı, ölümün anlamı, aşka ve cinselliğe dair isimli kitapları kesinlikle okunmaya değer. ayrıca kötümser değil sadece gerçekçi olduğunu düşünüyorum
alman filozof friedrich nietzsche'nin son kitabı. bu bağlamda tüm fikirlerini topladığı, gayet net bir şekilde dile getirdiği eseri diyebiliriz. salt bir felsefi eser olmaktan ziyade felsefe ve edebiyatı birleştiren kült bir ara geçiş örneği olduğunu söyleyebiliriz.
kitaptan birkaç alıntı;
''ama yurt bulamadım hiçbir yerde: bütün kentlerde tedirginim ben, ve bütün kapılarda ayrılış. son zamanlarda yüreğimin beni yönelttiği bugünün kişileri, yabancı ve alay gibi geliyor bana; bense sürülmüşüm ana yurtlarıyla baba yurtlarından''
''yalan söyleyemeyen, gerçeğin ne olduğunu bilemez''
''onlara göre erdem, alçak gönüllü ve uysal yapan şeydir; böylelikle kurdu köpeğe, insanı da insanın en evcil hayvanına çevirdiler''
''her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. her şey ölür, her şey yine çiçeklenir; sonrasızca sürer varlık yılı''
''her bilgi, tedirgin bir vicdanın dibinde yeşermiştir şimdiye dek! parçalayın, ey gören kişiler parçalayın eski levhaları!''
bir sabahattin ali klasiği. özellikle dil bakımında okuduğum en güzel kitap diyebilirim. dili bu kadar yalın ve bu kadar işlevsel kullanmak okuyucuyu kitaba bağlıyor. kitabın teması aşk gibi görünse de aslında ardında dostluğu, yalnızlığı ve her insanın mutlaka yaşayacağı düşüşü harmanlayıp ortaya herkesin dikkatini çekecek bir ara tema çıkarmış yazar. söylenecek çok şey yok. ölmeden okunması gereken kitaplardan.
toplumda yaklaşık %2 oranında görülme sıklığı olan psikolojik hastalık. aslında hastalık demek ne kadar doğru bilemiyorum. bireyin uzun bir süre aynı ruh halinde kalmaması şahsımca gayet olağan ve güzel bir durum. 1 saat arayla dünyanın en mutlu ve en mutsuz insanı olmak hayatı daha çekici, daha katlanılır kılıyor. böylece insan bir şeylerin değerini daha iyi anlıyor. tabi birde olayın yaratıcılık kısmı var ki evlere şenlik. birçok yazar, filozof ve şair en iyi eserlerini duygusal anlamda dengesiz oldukları dönemlerde vemişlerdir. diyeceğim odur ki güçlü bir iradeye sahip her bireye verilen bir ödüldür bipolar bozukluk
portekizli teknik direktör. sanıldığının aksine futbol kariyerine amatör bir ligde futbol oynayarak başladı. ancak kısa bir süre sonra futbol oynayarak bir yerlere gelemeyeceğini anlayan jose futbolculuğu bırakıp çevirmen olarak futbol hayatına devam etmeye karar verdi. birçok teknik adamın yanında çevirmenlik yaptı. bu arada antrenörlük için gerekli kurslara katıldı ve sonunda antrenörlük belgesini aldı. daha 30'lu yaşlarının başında porto gibi kült bir avrupa kulübünün başına getirildi. burada kısa sürede başta şampiyonlar ligi olmak üzere pek çok başarı elde etti. daha sonra sırasıyla; chelsea, inter, real madrid olmak üzere dünya devlerinde çalıştı. şuan 2. sezonunu geçirmekte olduğu chelsea'de teknik direktörlük görevine devam etmektedir. lakin takımının geçen sezon yaşadığı şampiyonluğun aksine bu sezon lig tarihinin en kötü başlangıçlarından birini yapması ve şuan 16.sırada bulunması jose'nin görevden alınacağına dair spekülasyonlara neden olmaktadır. kulüp başkanı kendisine destek olduğunu söylese de her an bir ayrılık kararı çıkabilir.