haha, yanlış anlamayın bi dakkanızı falan rica etmiyorum. kopyalarken bi dakka çıkmış, üşendim, silemem ta iki satır yukarı gidip.
birazdan arkamda görememiş olduğunuz, cabbar isimli gaddar arkadaş tarafından ense köküne sert bir cisimle vurulduktan sonra, sözlük şifresini unutucak yazar. ulan gitmek için daha sancısız bir yöntem bulamadım.
neyse; söz uçar, yazı kalır, dostlar very well.
hadi kalın sağlıcakla.
son bir tavsiyem: aşkınızın çoraplarının kuruluğuna dikkat edin.
lise yıllarında, "duygusal ve sivilceli" (hızlı ve öfkelinin ön serisi) çocukların devamlı yaşadığı olaydır. aha o adamı anlatayım isterseniz;
beni ektiğin günü dün gibi hatırlıyorum,
esefle kınamıştım seni, esefin anlamını bilmeden
nadiren ve sancılı de olsa azardı basurum
jandarma ifademe başvurdu konuyla ilgili memeden
estafurullah dedim, varsa bir kusurumuz affola
vadaaaaa diye bağırdım world cardın jelibonuna.
şampiyonlar ligi finalinde yenilmek gibidir. veyahut da, süper bir cebellezinin ardından meksika sınırında amerikan polisine yakalanmak.
+ bakkal bey, şimdi bu x'i denklemin diğer tarafına atıp, yumiyumun da ikinci dereceden integralini alıp, birinci dereceden akrabasına dövdürürs...
- gidiş yolun doğru ama cebindeki eti pufu çıkarırsan sevinirim.
+ hangi eti puf?
- hehe kaçın kurasıyız olm biz. 93 kupa galipleri kupası 2. tur kurasıyız.
+ risk budur.
- geçtin. hadi iyi günler.
- ver elini öpeyim.
bahsetmek istediğim, "hırsız ve şer yuvası adamları yakalama öttürgeci" olmayan bir markete girip (zira bu alet olan süpermarketlerde gururla çıkarım, başım dik, alnım açık) aradığım şeyi bulamayıp, bir şey almadığını ispatlamak için çeşitli şekillere girerim. ceplerimi dışarıya çıkarırım, çantamı açar bakkalın gözüne gözüne sokarım. hala aksi bakkal şüpheleniyorsa, kolombiyalı uyuşturucu satıcısı olmadığımı da ispatlamak için organik zulamı açar "aha baba, buyur buraya da bak derim". o derece gözüm karadır.
bazen bu ispatlama çabam o kadar önemli olur ki, annemle babam sanki bakkalın dışında, öss'ye girmiş çocuklarıymışım da beni bekliyorlarmış hissiyatına kapılırım.
+ bey başarabilecek mi bu sefer?
- bilemiyorum hanım. belki ufak bir şüphe uyandırır.
+ bakkalın tanıdık olması oğluşumuz adına bir avantaj.
/ babaaaa, başardım. oldu. ispatladım bir şey almadığımı.
- yine başardı. hay deli oğlan.
+ leholeeyy, çifte bittim.
- lan yapılır mı bu ya. tam da sevgilimi özlemişken.
+ oradan sen 12'yi çıkınca ben de ıskartayı düştüm baba.
- daşı alnına yapıştırmayaydın bari.
aksiyon filmlerinin olmazsa olmazı, komedi filmlerinin yapmazsan darılırımı.
farkettiyseniz aynı iki kişi, tutmuş bir ucundan dolanıyorlar. her filmde aynı iki adam ve aynı cam. nerden anladın derseniz, büyük ihtimalle kısa boylu olanı, buğulandırıp camı, eliyle ayak izi yapmış ve her filmde bu izi görüyorum.
bu iki adam aynı evde yaşıyor bence.
+ la olm kalk kalk, geç kaldık sete.
- piyuuuu, ne uyumuşuz la. nereye gidiyorduk?
+ dur ergün'ün üstüne yazmıştım. (camla o kadar samimi olmuşlar ki isim vermişler bir de).
+ "kendi götünden kaçan adam" filmine gidiyoruz.
- hadi bitirelim şu işi ahbap.
+ ne gaza geldin be.
o camın bir dili olsa da anlatsa, ne bruce wills'ler altından geçmiştir, ne will smtihler üstünden atlamıştır, ne adam sandler'lar kafasını çarpmıştır. bir keresinde porno filmde bile gördüm la, geçiyorlardı arkadan fiti fiti. iki ellerinde pazar poşetleri, bir yandan da ergün'ü taşıyorlardı. işi şahsi şovlarına dönüştürmüşlerdi.
başlık "sürekli bişeylere kızan aziz yıldırım" olacaktı ki, aziz baba geldi "dahi anlamındaki şey ayvı yazılıv" diye çok pis kızdı. ayrıca korumaları da, karakter sınırı hususunda beni uyardı.
ulan ne garip coğrafyadır bu anadolu, bu mezopotamya. ayrıca mavera-ün nehir de garip bir coğrafyadır. erol evgin gibi mutluluk saçan bir adamı da bu ülke yetiştirdi, kaşları çatık aziz yıldırımı da. demek ki insanların tavırları yaşadıkları coğrafyaya göre farklılık gösterebiliyor. hiç yormayın kendinizi, ben kendi ayarımı kendim veririm.
neyse efendim haklıdır, haksızdır, konumuz bu değil. ama efendiyi sürekli birilerine kızarken, hatta suratı kızarmışken görüyorum. "aziz yıldırım'ı kızdıran taraftar", "şeref tribününde kargaşa, 3 adam ağır azarlandı", "aziz yıldırım sebze halinde kamyon tokatladı" gibi manşetlere rastlıyorum. hayır bir bana mı denk geliyor bu? nedir yani? rüyada mıyım?
"aziz yıldırım ve korumaları kuzay ırak'ta, bağdat'a kadar azarlaya azarlaya ilerlediler" diye bir haber çıkacak diye çok korkuyorum.
aha haberlerin robot resimleri de bu. ortadaki aziz yıldırım.
:( :( :(
ölçek: 1/500.000
çizim yapan robot: 1975 model "aba-küs 13 tetris".
+ olm lan makarnayı dökmemişiz, streptococci bakterileri türemiş burda.
- gram pozitif mi negatif mi?
+ anlamadım.
- pozitif mi negatif mi gram?
+ olumsuz baba.
- ye gitsin. sindirimi kolaylaştırır.
lan ne yıllardı be. tam bir bilim yuvası, çeyrek nasa gibi çalışıyorduk o zamanlar. bir yandan mikroorganizmaları incelerken, diğer yandan da nasıl böyle bir işe giriştiğimizi düşünüyorduk. nasıl bu hale gelmiştik? kimdi bu hayatımıza arsızca giren bakteriler, mikroplar. birden bire hayatımızın tümü olmuştu. tübiktak gibiydik, katılmak istiyorlardı.
çocuklarımız gibiydiler, mitoz bölündüler mi alıp bir püsküüt, bir meyve suyu "allah analı babalı büyütsün"e giderdik. ama şaşırırdık doğrusu hangisine vereceğimizi. golgi aygıtı mı teklemiş, hemen geçmiş olsuna giderdik. onlar da derslerimize yardımcı olurlar, "baba bah buraya, aha tam şurası, kulunçlarıma doğru, o işte endoplazmik retikulum. benim retikulum" derlerdi. iyi bakterilerdi açıkçası.
+ olm lan makarnayı dökmemişiz, adam türemiş burda. bildiğin adam.
- gram pozitif mi negatif mi?
+ 80 kilo, sempatik aga.
mensubu olduğum topluluk. yok lan sadece dayak yiyen yazarı ve eniştesini ilgilendirecek derecede subjektif oldu bu. http://www.kavgaayrilincacosanlar.edu.tr adresine sahip web sitesi olan topluluk.
sene 2005. hava sıcak, hava bungun. zemin kavga etmeye müsait. kavga için adamlar ve nınçakular yerlerini almış pozisyonda. enfesler enfesi, nefisler nefisi bir dayak yedim o gün. ve o kavgadan beri, 3 yıldır resmi bir kavgada dayak yüzü görmüşlüğüm yok. sadece kisiselbirileti ile yaptığım dostluk kavgasında, burnuma doyurucu bir yumruk yemiştim.
neyse efendim, o gün dayak yiyorum, yedikçe içime kapanıyorum, fiziksel olarak çöküntünün yanında duygusal olarak bir hezimet de var. dayak sırasında savaşın ne kadar hoyratça bir şey olduğunu düşünüyor, bir yandan da "ben buna dayanamıyorken insanların üstüne bombalar yağıyor mınaki" diyorum. tekmeleri yedikçe içimdeki adile naşit merhameti, yumrukları yedikçe erol evgin anlayışı ortaya çıkıyor. neyse gözlükler lens oldu o gün. yavşak esnaf 3 dakikadır dayak yerken ayırmadı, hatta üstüne tempo tuttu, meşaleler falan yaktılar, konvoylar oluşturup kenti dolaştılar.
neden sonra ayırdılar (dayakta muzaffer izgü tandansı). o an beni görmeliydiniz dostlarım. sanki sabahtan beri dayağın hasını yiyen ben değilmişim gibi, sanki ağzı burnu yamulan ben değilmişim gibi, tehditler savuruyor, "olm 1 saat içinde kenti terkedin"ler mi dersiniz, "öldürün beni yoksa çok analar ağlayacak"lar mı dersiniz, işaret parmağımla boğazımdan kesik almalar mı, hepsini icra ediyordum.
allah düşmanımın başına vermesin böyle bir şey. zengin çocuklarındaki yalnızlık sonrası oluşan depresyonla birlikte gelen hastalıktır. endoplazmik retiklulumlar, golgi aygıtları falan bir garipleşir, enteresan sesler. hulusi kentmene benzeyen ama tam hulusi olmayan kırmızı suratlı neşeli dede doktor gelir de çaresini bulamaz. o doktorların steteskopundan müzik yayını yapılıyor olacak ki, o alet kulaklarından hiç çıkmaz. sokakta falan gördüm, takıyordu.
bu hastalığın sebepleri: zengin çocuğu olmak, en az iki katlı eve sahip olmak ve çocuk odasının üst katta olmasıdır.
semptomları: ota boka, olur olmaz odaya koşturmak.
tedavisi: yukarı çıkan merdiveni yıkın. çocuk bir süre sonra sokağa koşacak, insan içine çıkacak, hastalığı yenecektir.
efendim, 88-91 sezonu, o yıl ligi 3 seneye yaymışlar. inönü stadını bilenler için söylüyorum, deniz tarafındaki kaledeyim o gün de. bir yandan oturuyor, bir yandan da burda ne işim var lan benim diyorum. takdir edersiniz ki, küçük bir çocuğun, hele hele kaleci olmayan bir çocuğun kalede ne işi olabilirdi. hücum ediyor olsam bir nebze.
neyse bi uyandım. futbolcu kartlarıya oynarkene dalmışım; donadoni, maradona, gullit derken içim geçmiş. o sırada da bizim yavşak arkadaşlar, ki hala hayatımdan çıkmadılar, neyse beni evire çevire, çok pis ütmüşler. aman diyim yanlış okuma, ütmüşler. ben de tabi yeni futbolcu kartlarımı almak, bir yandan da içinden çıkan nane aromalı sakızıyla da ferah bir görünüm kazanmak için, bakkala doğru yol aldım. yolda giderken ne göreyim dostlarım? naaaah beyle beyle, kol gibi bok. mahallenin itleri gelip, bizim siteye sıçıyorlardı.
neyse bu konuyla alakasız boktan kısmın daha fazla detayını anlatmayacağım. bakkala gittim dostlarım. aman tanrım o da ne? bakkal kasanın önünde çömelmiş kol gibi sıçıyor. öeeh pardon. abimi gördüm bakkalda tezgahın arkasında -ki insan abisinin bakkal olmadığını bilince, tezgahın arkasında görmeyi beklemiyor. bira kasasını yan çevirip oturmuş ve yan çevrilen kasadan düşen biraları da israf etmemek amacıyla içiyor, bir yandan da sigara içiyordu. tam analmıyla şoktu benim için. abim nasıl bira kasasına otururdu? sigara içmesi de ayrı bir şok. tevekkeli değil, eve gelir gelmez dişlerini fırçalıyordu. montuyla.
neyse abimle göz göze geldik. anladın mı dedi? anladım dedim. anladığım "eğer pedere durumu çakozlatırsan yiyeceğin muazzam dayak bakkal gözünde meşru olacaktır ve şu anda tek meşruluk referansım bakkaldır" oldu.
tabi o günden sonra bu kozun elime geçmesi iyi oldu. abimi bir nevi haraca bağlamıştım. o alttan çıktıkça papazı veriyordum kozu kafasına kafasına. taa o gün babam abimin sigara içtiğini öğrenene kadar. bütün dünyam yıkılmıştı. o şaşalı günler, o görkemli hayat, ışıklı vitrinler, hepsi yıkılmıştı.
kaybedecek bir şeyi olmayan abiden korkacaksın arkadaş. bunu anladım. hasar büyüktü.
nasıl bir memlektmiş birader şu road runner'ın olduğu yer anlamadım. bir coyote, bir road runner, çeşitli coğrafi şekiller ve çölün hemen bitiminde "acme" dükkanı. ne yer ne içerler anlamadım o çölde. road runner kuş misali, kah çölde, kah şehirde. ama şu coyote çakalının çektiği ha? her türlü yaratıcılığı deniyor ama hep yüksek tepelerden düşen o oluyor. "hayat bazı dilkilere gülmüyor." (hande yener feat. road runner)
neyse ben toz bulutuna takılırdım küçükken. illa çıkardı o. ilk önce yüksek bir tepeden coyote'nin düştüğünü görürüz ki, serbest düşme eylemi coyote'nin boşlukta olduğunu fark ettiği andır. farketmese yer çekimini yenecek şerefsiz kurt. neyse, düşmeye başlar, küçük bir nnokta halini alır, görünmez olur ve dupp sesi ile birlikte gelen toz bulutu.
ee ne yani şimdi bu coyote? dilki, çakal, kurt? bir de duffy duck'a hayran olanlar bana mesaj atsın.
+ hey dostum, tütün taban fiyatlarını düşük tutmuşsunuz.
- rekolte yüksek lanet herif, ne yapabilirim?
+ sesini g.tüne sokarım, bağırma bana.
- bu işi çözmenin tek yolu kaldı...
+ bikinili kızları sen getiriyorsun ama bak bu sefer.
modele bak ya. yok arabanın değil, adamların. kız meselesi olur, araba yarıştırırlar; halı saha maçında tartışmalı pozisyon olur, maçı bırakıp arabaya koşarlar; bakkala gidilecektir, gideni belirlemek için marşa basarlar. anlamadım ben bunları arkadaş.
bir de bunların arabaları hep böyle sonradan modifiye edilmiştir ki, modifiye kelimesini ağzıma aldığım için kendimi camdan aşağıya attım, havadayken yazıyorum şu anda, düşene kadar bişeyler yazayım. modifiye demiştik en son, böyle alttan ışık verip, üsten arabayı açmalar, bagaja karpuz koyup önde rakı sofrası yapmalar... arabadan da pek anlamıyorum. ama böyle insan arabası olmaz, renkli renkli.
haha para bok olduğu için residance'ın en üst katında otur... dupp.
madem ki aynı görüşte değilsin, tuzla da onlarca işçi ölsün, için cız etmesin.
madem ki aynı görüşte değilsin, demokrasi, hukuk senin için değil, ebeni s.kenler için işlesin.
madem ki aynı görüşte değilsin, mezarda emeklisin.
madem ki aynı görüşte değilsin, hastanede rehin, piyasada stajyer olarak geberip gidesin.
madem ki aynı görüşte değilsin, dön g.tünü onlar s.ksin.
sandıkta eksi oy atarım bir de. geçen haftanın en beğenilen partileri... hey allam ya.
kendi nick altımda, kendimle hesaplaşacağım. çok pis sinirim var. yer yer de itiraflar. bu bir iç hesaplaşma, karışmayın. polisleri de çağırmayın.
1. nasıl nick almışsam, yazdığım hiç bir entry, entry-nick uyumuna girmiyor. 2. sabahın köründe entry giriyorum, öğlen ne yazdığımı hatırlamıyorum. 3. bir gazla maddelemeye başladım ama hiç bi sik yok aklımda. 4. geçen haftanın "geçen haftanın en beğenilen entrylerine" 6 tane entry soktuğum için, kendimle gurur duyduğum zamanlar oldu. egom şişti. sizin gece "benjcev de müthiş adam, iyi ki var, onun sayesinde mutluyum" diye düşünürken uyuya kaldığınızı düşündüm. evet, tam bir daltarağım. 5. bazen bırakıp gitmeyi düşünmüyor değilim, artizlik olsun diye değil ama. bırakıp giderim, geri gelirim diye korkuyorum sadece. 6. sözlüğü çok önemsiyordum, trixx ile yaptığım sohbette önemsememem gerektiğini anladım. herkesin düşüncesinden hemen etkileniyorum. akşam rapper ninja ile yapacağım sohbette belki tekrar önemserim. 7. ben bu sözlük olgusundan bi s.k anlamadım. 8. bazen bilgi içerikli entry girmek istiyorum, vikipedya'dan başlık aşırmak diye bakınız verirler de kalakalırım diye tırsıyorum. 9. hakan şükür. 10. bakınızlardan çok korkuyorum. çok tehlikeli bir şey bence. yasaklanmalı. 11. babam burada yazdığımı görse, boş işlerle uğraşma diye sert bir diller uyarır. belki de ultimatom. 12. abim burada yazdığımı görse, bacaklarımı kırar. 13. ehehehe mehehe diye gülsem de msn yazışmalarımda karizmatik olsun diye hahaha diye gülerim. bazen de smiley. 14. swh şeysini dün anladım. güzel bişeymiş. *
aklıma mukayyet olamıyorum. kafamda müthiş bir yanma; saçlarımda yokluk hissiyatı (kel değilim valla) var şu anda. saç diplerimdeki gözenekler öyle bir açılmış ki, o gözeneklerden dedem kafasını çıkarıp "merhaba insanoğlu, very well, very very well" diyor adeta. hayır, ne alkol aldım, ne de dumanlandım. sadece mentollü ricoys ile saçımı yıkadım.
nasıl bir duygu allahım bu. trainspotting'in devam niteliğindeki ikinci filmine konu olabilir. yaşadığınız en muhteşem orgazmı alın, bir milyon ile çarpın, en büyük ortak bölenini bulun, sadeleştirin? ne çıktı? gidiş yolu doğru ama işlem hatası var.
illa her ürünün mentollüsü çıkacak di mi? selpak, sakız, sigara, hatta greyder, anlarım bunları ama şampuan ne kardeşim? bağımlısı oldum, krizlere giriyorum. yatağa bağladılar. arkadaşım ismet'e söylüyorum, o yazıyor bunları.
salak lan bu benjcev. haha allahın manyağı. ben ismet, yalnızım. ilişkiye açığım. hala benjcev bişeyler anlatıyor ama çok sıkıldım yazmaktan. müptela pezevenk.
steven spielberg'den muhteşem bir gerilim daha. yaşlı kurt yine durmak bilmiyor. bu sefer kamerasını anadolu'ya çevirmiş ve yardımcı olarak da efsane program "şoray uzun yolda" nın yaratıcısı şoray uzun'u almış. "horror at wedding" / "piste davet edilen damadin arkadaşı olmak" aç kalarak izleyeceğiniz bir film.
ayrıca çevirmen karakter sınırına takıldığı için filmin aslının "piste davet edilen damadın arkadaşlarından biri olmak" olduğunu da dün yaptığı basın açıklmasıya kamuoyuna duyurdu. daha sonra taksim meydanı'na doğru yürüyüşe geçen çevirmen, polis engeline takılmadan nevizade'de iki tek attı.
arkadaşımın düğünü var 2 hafta sonra. benle evleniyor. nasıl oldu anlamadım? düğün davetiyesinde adımı gördüğümde şoktaydım. "ismet ve benjcev'in gerdek gecelerinde sizleri de araya almaktan mutluluk duyarız." yazıyordu. kabustan "lehollleeyyyyy" şeklinde uyandım. yanımda ismet yoktu. ismet'i aradım, "yanında ben var mıyım lan ipne?" diye bir de ondan teyit aldım.
ismet'in düğününü düşünürken dün gece yatmadan önce paso "damadın arkadaşlarını piste davet ediyoruz" anonsu çınlamış idi. korkuyordum. kaçmam lazımdı, bütün topuz edilmiş simli saçlı görümce ve eltilerin arasından nasıl kaçacağım? bir yardımcı olursanız sevinirim. biz de mağduruz valla. takıyı mı düşüneyim, bunu mu...
rumuz: düğün limonatasından muzdarip zurnacı
ulan entry film eleştirisi şeklinde başladı, rüya tabirine döndü, en sonunda da güzin abla'ya mektup oldu.
hayatı zorlaştırmada üstümüze yok. bir sürü şeyi otomatikleştirelim derken, psikopat olup çıkıyoruz. eniştem bu otomatik kapılar; halamın oğlu fotoselli ışıklar; kayınçom eli uzatınca akan musluklar yüzünden; şevçenkom da otomatik turnikeden çıkamadığı için vakt-i zamanında profosyonel destek almışlardır. anlamadım nedir yani? kolundan tutup açacaksın kapıyı, ne diye sinyalizasyona kasıyorsun?
kapı nihayetinde. emir kulu. cezai ehliyeti olmadığı için suçlayaman. kaç defa bu algılayıcı segmentine el salladım görsün beni diye, kaç defa yalvardım "açıl susak ağız açıl" diye, bir kere bile olsun beni kaale almadı. ayrıca altı üstü vergi dairesi, algıyacı segment ne ya? uzay üssü gibi.
ama gün gelir devran döner, turnike döner, sorulur bunların hesabı. "manuel hareketi" kuruyorum. bakan ve milletvekilleriyle, sendika başkanlarıyla, avam meclisiyle, ingiltere kraliyet ailesiyele bir dizi temaslarda buluncağım ve bu "manuel hareketi" ni gündeme taşıyacağım. belki de hayat kolaylaşır, yüzümüze bir bir kapanan kapıalr açılır. zeki müren kapısı değil yani, açılır illa ki.
oscar jüri üyesi olsam, morgan freeman'ın oynadığı filmlerdeki karakterini ne başrole, ne de yardımcı role uyduramam. ayrıca oscar jüri üyesi olsam, ödülü yalardım. çok net söylüyorum yalardım. mahalle ihtiyar heyeti üyesi olsam, olgun davranırdım ama. morgan freeman'ın rolü yancılık efendim. geçimini yancılıktan kazanıyor.
bence oscar ödülleri için "en iyi yancı karakter" kategorisi de eklensin ve her sene morgan freeman'a verilsin. ödülün de kendine özel bir şekli olsun: okey oynayan adamların yanında masanın köşesinde duran tip. bu olsun evet.
arkadaş ne adammışsın sen, ne coşkun seller gibiymişsin, ne batmayan güneşmişsin sen ya, ha morganım? tom cruise'un çocuğu olur, ilk sen gelirsin "allah analı babalı büyütsün" e, brad pitt sevgilisiyle tartışır, araya girip "gençler olmuyor ama, yakışmıyor" dersin, milli takım yenilir "yensen de yenilsen de taraftarın senle" diye tezahürat başlatırsın. sen ne ayaksın morgan?
arkadaş kafasına şapkayı geçiren, şarkı söylüyor lan.
murat boz, özgün, gökhan özen, gökhan tepe, gökhan zan, hatta ve hatta hande yener heep bunlar castin timbırleyk. leyk. türkiye ve dünya gündemini, para piyasalarını kral tv'den takip etmeye kastığım içün, arkadaşlarım tarafından çok eleştirilir, babam tarafından baya bi baya dövülür, abim tarafından balkondan aşağı atılır, vj bülent tarafından da okşanır oldum. okşanan, egom.
bence bu castin (ilkokuldan sıra arkadaşım) tipli arkadaşlara dikkat edelim. aynı kişi olabilirler. misal bir kgb ajanı. çok gizli bilgileri ele geçirmek için, castin kılığında ülkeye giriş yapmış, havaalanında ünlü olmuş, havaş otobüsünde hülya avşar'la polemiğe girmiş, yeşilköy civarlarında albüm çıkarmış, zeytinburnu sahilde türkiye turnesine çıkmış, taksimde ıslak hamburger yemiş olabilir. ve bu kadar ünlenince de görevi mörevi s.ttiretmiş, kendini ışıklı hayata, o sahte yüzlere kaptırmış olabilir.
tak etti canıma bu şapkalı castin ve onun sahte yüzleri.
+ hafız fiks ent glavırın basçısı gruptan ayrılmış yaa... şit.
- yapma be, ama vokalistleri duruyorsa no problem! can krafti tizırdan bahsediyorum. vilvet rivolvırdaki performansı muhteşemdi.
+ ba ba ba, şurayı dinle, nasıl solo atıyor ceysi hamintın? yeaaaah! (kulaklığı paylaşıyor o sırada)
- asıl sen ilerideki distorşına kas baba. brutılla harika!
ne dediklerini anlamıyordum bu adamların. biz o sırada ferdi tayfur ile ağlayıp, mustafa sandal'ın hareketli parçaları ile sevincimize ortak ararken; bu adamlar böyle böyle konuşup, aralarında mini bir dil oluşturmuştu. özerkliğini ilan etmişler idi. sınıfın bölünmez bütünlüğünü tehlikeye sokmuşlardı.
2. dereceden, kan bağı bulunan akrabasının adını bilmez, ceysi hemıntınlar, can krafti tizırları bilir bi bu ergenler. hepsi başıma güven erkin erkal. guvın erkın & erkıl.
+ canis caplin ile coştum baba dün.
- canısı? coşmak? ibrahim erkal?
can dündar'ın sunacağı, ntv'nin 1 bölümlük yeni programı.
gündemin sıcaklaştığı, ayrışmaların yaşandığı, ülke olarak keskin virajları dönmek üzere olduğumuz şu dönemde, gençliğimize, tarihimize samimice yaklaşan, gelmişimize geçmişimize küfreden bir program. konukları sabri sarıoğlu ve cezmi ersöz. sabri sarıoğlu bir köşede top saydırırken; cezmi ersöz ise diğer köşede mayışıp nefis uykularıyla programa renk katacak.
ne dönemdi yahu, o iğrenç hakan peker şarkılarına maruz kaldığımız yetmiyormuş gibi, bir de sırt çantasına yazıyorlardı. sırt çantasına yazdıkları yetmiyormuş gibi, gelip okutuyorlardı. okuttukları yetmiyormuş gibi bir gelip kulağımıza üflüyorlardı. inanılmaz, inanılmaz, inanılmaz idi.
neyse, "benim çıktığım var", "bitse de gitsek", "yalan mı gız yalan mı?" temalı rozetler çıktı da, hem biz kurtulduk, hem çanta üreticileri. misal sırt çantası üreticisi olan amcam, bizatihi o dönemde tükkanı kapatmış, yaptığı işin insanlığa zarar verdiğini düşündüğü için inzivaya çekilmiş, yengemden de muazzam bir dayak yemişti. "sanki atom bombası yaptı pezevenk de iş etiği diyor" diye de bir güzel basın açıklaması yapmıştı.
iş olanağı fazla. yükselen trend. üniversitelerin ilgisiz bölümlerinden mezun arkadaşlar için ideal!
çoğu kez haber bültenlerinde izlemiş, gazetelerden okumuş, rüyalarda buluşmuşuzdur bu tür haberlerle. yok efendim, televizyon obez yaptığı için televizyon şirketine dava açanlar mı; yaptığı uzay araştırmalarıyla fallara müdahale ettiği için nasa'yı terörist ilan edenler mi; ha siz diyiverin, sigara öksürttüğü için sigaraya başlatan arkadaşı hakkında suç duyurusunda bulunanlar mı; s.ttir edin bunu da ben uydurayım, böyle kirli bir dünyaya kendisini getirdikleri için annesi babası hakkında soruşturma açanlar mı, hepsini duyduk. aksi gibi kazanaları da çıktı, kaybedenleri de. inkar edemen, görmezlikten gelemen.
ben de açacağım, dava dilekçem de şu şekil olacak;
uludağ sözlük müdürlüğü'ne;
şıtrazburk (bir nahiyemiz) - 18 temmuz 2008
zamanımı çaldınız, yetmedi hiç tanımadığım insanları hayatıma soktuğunuz (domaine hasret yumusak g, rapper ninja, sözüm size olm; s.ksen normal hayatta karşılaşmazdık sizle), belki bu noktada yetti ama sırf ibnelik olsun diye aksi gibi beni küçük şeylerle mutlu edip normal hayattan tatmin olamaz bir şehvet avcısı haline getirdiniz. ben sizin kafanıza kütür kütür s.çam. insanlıktan çıktım.
"bunca zaman iletişim çağında yaşadın, zaman zaman sevinçlerin oldu, hüzünlerin oldu, küskünlüklerin oldu. yediğin içtin senin olsun, sen ne anladın bu dönemden, bu modernizmin heyhulasından?" diye bir soru sorsanız, ben bunu derim arkadaş: "fw: yiğit özgür çok komik". iletişim çağı budur benim için.
mail adresi olup da, bu başlıklı bir mail gelmeyen varsa, adsl modemini dizinde kırsın, rezilliğinden utansın. askerdeyken arkadaşım, zarfında "yiğit özgür çok komik" yazan mektup gönderdi bana. ananem bile rüyasında görmüş lan, "uzun saçlı sakallı bir oğlan güldürükçülük yaptı, hayırdır inşallah" dedi. o radde. hatta iki yıl önce benim başlattığım forwardlama maili, dün yine elime geçti, içinde 10000 civarı ">" serisi vardı.
200 yıl sonra, torunlarımız bir şekilde mail adreslerimizi ele geçirse, baksalar maillerimize, bu yiğit özgür forwardlama işini örf geleneğimiz sanırlar yeminlen. telekomdan da yavaşlıkla ilgili eleştirilere biraz önce açıklama geldi: "internet trafiğini yavaşlatan en önemli etken yiğit özgür karikatörülerinin serverlarda yarattığı sıkıntıdır" diye. adamlar bunu diyor. telekom bunu diyor.
fw: yiğit özgür çok komik, gelecekteki ata sporumuz.
bahsettiğim, nükleer savaş sonrası sokağa çıkıp "fiiiuuvvv, ne olmuş mınaki, kimse kalmamış, en iyisi şu mantarlardan yiyeyim" diyen çocuk değil. benim canımı sıkan, öğlenin sıcağında çömelmiş pozisyonda elindeki çomak ile toprağı kurcalayan, en yakın gölgeye en az 30 metre uzaklkta duran çocuktur. kışları çok farkedilmese de, yazları öğlen dışarıda bir bu çocuğu, bir de bütünlemelerden bütünlemelere koşan rapper ninja'yı görebilirsiniz. belki uslu bir çocuk olursanız, rapper ninja'yı öpebilirsiniz bile.
sokağa çıkışı ayrı dert, eve girişi ayrı derttir bu çocuğun. bak neyse sinirlendim. arkadaş ne işin var dışarıda? sonra ülke gelişmiyor, teknolojide geriyiz, sekste başarısızız, sahada total futbol anlayışı sergileyemiyoruz, orta şut karışımı vuruşlarla idare ediyoruz. ee sen bi öğlenin sıcağında evde dur, beynini serin tut. sonra bilim ve teknolojin coşsun, ha dedin mi seviş, uzakten sert ve isabetli şutlarla rakip kalecileri zorla. osman tanburacı okudum sabah sabah. pardon.
mfö'nün yalnızlık ömür boyu şarkısını, öğle sıcağında dışarı çıkmış ve arkadaş bulamamış çocuktan esinlenerek yazdığını biliyor muydunuz? hikayesi işe şöyledir:
--spoiler--
bir gün "mahşerin dört tatlısı" grubu olarak anılan mazhar, fuat, özkan ve ercan konserden dönüyorlarmış. yürürken de, mazhar bir ercan'a bir de özkan'a bakıp duruyor, arada halaoğlu fuat ile gözgöze geliyormuş. içinden de sürekli "mfe? mfö? mfe? mfö?" diyormuş.
sonra, "ercan, sigigit la burdan, boncuk dolu teneke sallayan adam istemiyorum grupta, böyle bir enstrüman mı var ya. neymiş? otantizm katarmış. s.kerim otantizmini de ya. çiki çiki kafa bırakmadı a.k." diyerek grubun 4 kişilik aday kadroyu 3'e indirmiş. ercan da özkan'ın kulağına eğilerek "a.k. ne lan?" diye sormuş.
sonrasında mazhar, "özkan'ı tutmakla iyi yaptım. garip gurup bir adam ama, eğlendiriyor yahu insanı. ercan'da pis bi elektrik vardı zaten" demiş.
fuat ise, dayıoğlu mazhar'ın bu sinirini sabahın köründe, t.c. milli eğitim bakanlığı sebahattin bulgurlu anadolu teknik, anadolu meslek, teknik lise ve endüstri meslek lisesi'nin karne gününe özel düzenlediği kermeste sıcağın alnında konser verdiklerine ve açılış konuşmasını yaptığı sırada kendisinin okulun ismini söylerken bayıldığına bağlamış. fuat, her zaman düşünceli olmuş, dayıoğlusunun fevri hareketlerini sakinliği ile düzeltmiştir.
yolda yürürlerken, özkan "ba ba ba, şerrrefsize bak, öğle sıcağında beyni bulanacak hipnanın" demiş. ve başlamış dertli bir uzun havayaa:
"heeeeeeep yalnızlık var sonunda, yalnızlııııık ömür boyu" diye. ya işte..
--spoiler--
pelerini ve taytını çıkarıp, içlik kazağıyla kaldığı andır.
çocukluk diyince aklıma ilk olarak sezen cumhur önal geliyor. istem dışı olsa da, ilk olarak babama sezen cumhur önal imajı yüklemiştim o zamanlarda. baktım olacak gibi değil, freud bile çaresiz kaldı bu anoloji karşısında, geldi "manyak mısın lan, benim bütün teorimi karşı örneklemeyle çürütüyorsun" dedi, ben de babama imaj olarak süperman'i seçtim. zira yakın gözlüğünü takınca, güneşi de arkasına da aldı mı, büyüteç etkisiyle süpermen gibi yakabiliyordu. yine freud geldi, "heeeh, şimdi oldu" dedi.
neyse efendim, genelde çocuklar, babalarına acaip güvenir, diğer çocuklarla "benim babam senin babanı döver", "babam geçende kamyonu kaldırdı", "babam geçende hırsızı yakaladı, balkondan attı. sonra pişman oldu, düşmeden aşağıda yakaldı", "babam parende atarken boynunu kırdı" (hehe ben diyordum) gibi muhabbetlere girerler. çünkü çocuklar için babaları dünyanın en güçlü kuvvetli adamıdır. her türlü kötü olaydan, toplumsal ayaklanmalardan, terör olaylarından onları koruyabilecek bir adamdır. benim için de öyleydi.
.. ta ki bir güne kadar. serserinin biri haraca dadanmıştı, bıçak çekmişti mahallede bana. gerizekalı! mahallemde bana artizlik yapıyor. babama haber gitmiş inceden, babam da geldi çocuktan dayak yedi. hahaha yok lam yok, o kadar da değil. senaryom, babam çocuğu dövecek, gözünü korkutacak, sonra da nasihatlar verecek, derslerine yardım edecek, dersaneye yazdıracak, kendine iyice çocuğa adayacak, aileyi falan bırakıp varı yoku o çocuk olacak, çocuk için coştukça coşacak falan. bugün çok abartıyorum, evet.
bir yere kadar senaryo işledi. çocuğu dövdü, tehdit edip güzelce gözünü korkuttu, sonra sinirini alamadı tekrar dövdü. bir iki tur daha böyle devam etti. sonra çocuğun fenalaştığını görünce "lan salak, bundan mı dayak yiyorsun" diye bana daldı, beni de bir güzel dövdü tertemiz. sonra abimi çağırdı, "gel lan biraz da sen döv şunu" dedi. serseri çocuk bu arada fıydı zaten. olay çığrından çıkmış, mevzu ben olmuştum. o gün babamla abim ağzımı burnumu kırdılar. sıkıldıkça dövdüler, neden dövdüklerini unutana kadar.
ama anneler öyle midir? hep süper kahramandır onlar.
uktecinin notu: bunu yazan tosun, okuyana kosun. yok len ukte mukte değil.
lalalaayylom ... hayat bayram olsa, insanlar elele tutuşsa, birlik olsa, uzansak sonsuza...
dünya barışı bu adamın elinde.
alacaksın sunay akın'ı, yanına da vereceksin adile naşit'i, arkadan da fiti fiti erol evgin gelecek "dostlarım beni de bekleyin" diye, çıkacaksın corc dabilyu buş'un karşısına; sunay akın hikaye anlattıkça, adile naşit coşacak, adile naşit coştukça erol evgin gürleyecek, erol evgin öttükçe sunay akın hikayaye gazı verecek. bak bakalım bir daha saldırıyor mu oraya buraya ipnatör? ulan pamuk gibi olur yüzü, gider özür diler bütün dünya halklarından. türk filmi finalinde ıslah olan kötü adam olur.
arkadaş, cumartesi sabahı kalkmışım, kafam bir milyon. bir önceki gün kapanış seansında da borsa düşmüş, ben de elimdeki kağıtları çıkaramamışım. babam da "olm manyak mısın, çıksana kozu" demiş, abim de alttan girince papazı babama s.ktirmişim, moraller baya bozuk yani. yüzümden şerefizlik akıyor, cinayet akıyor sabah sabah. sonra televizyonu açtım, tanrım o da ne? hotshot private night kanalı. dün geceden açık kalmış. hemen değiştirdim tabi. değişitirken hadise'ni yeni klibine öyle bir göz attıktan sonra, sunay akın'ın programına denk geldim.
inanılmazdı. adam öyle bir hikaye anlatıyor, hikayenin içeriği; anya'ya giderken şarampole yuvarlanan kamyonu; sunay akın'ın yüzündeki ifade; konya'ya giderken milyon dolarlık bebek tarafından öpülmüş kamyon şoförünü canlandırıyordu. bu kadar zıt. ama izledikçe içim garip bir şekilde ferahladı, ananemi elinden öptüm, hatalarım için özür diledim; babam klozeti tamir ediyordu, hiç bulaşmadan yarım ağızla "günaydın baba" dedim, uğraşamam valla klozetle, abimi öperek uyandırdım, tokat attı, diğer yüzümü çevirdim. o radde içim insan sevgisiyle doldu.
koçun olmadığı yerde keçiye "kes lan o sakalları" denir.
şimdi şöyle düşünelim, tamam muazzam bir kafede latte macchiato içmiyoruz. ayrıca latte macchiato'yu bir yerden kopyalayıp yapıştırdığımı düşünenleriniz olabilir, kalbinizi kırarım. yani kaderimize razıyız bir bakıma, otobüste dağıtılan çitto marka kek ile kahvemizi içmeye. ama bu kadar da dudak payı bırakılmaz ki kardeşim. inanın, kendimi kontrol ettim, okechukwu uche mi oldum deyu. bunu da kopyalayıp yapıştırmadım. bak arkadaşım!
şu hayatta her şeye kendimce mantıklı bir açıklama getirdim. yalnız, bir oktay derelioğlu'nun belçika'ya attığı gole; bir de geçen gün otobüste, "tırto" marka üçü bir arada kahve dolu bardağıma iki damla su fırlatan muavinin "adamı hasta etmeyin, çok pis tokmaklarım" bakışına anlam veremedim canlarım. evet, su fırlattı kahveme. manyak muavin, kendi üzerine boca ettiği kaynar su ile çılgın şekilde dans ederken, vücudunda fırlayan su damlalarını bardaklara sokuyordu. kaptan da o sırada, otobüsün ışıklarını bir açıyor, bir kapıyordu. çılgın bir yolculuktu. tam bir görsel şölen, belki de toplu sünnet töreniydi.
uyandığımda, muavin dürtüyordu.
+ birader nerde inecektin?
- hı.. aneynmında.
+ anlamadım?
- ineynmurda.
+ ne diyon gardeş, düzgün konuş.
- ineyim burada.
işbu entry sırf latte macchiato ve okechukwu uche yazabilmek içindi. iş mi bu entry?
ne model adamlarmışsınız, anlamadım gitti arkadaş.
hakikaten psikolojik rahatsızlığı olanlarla derdim yok. benim sorunum, modaya göre, amirinden azar işitince depresyona girenlerle; sevgilisiyle kavga edince panik atak nöbetleri geçirenlerle; iş arkadaşı kıdem alınca kıskançlıktan çatlayıp g.tünden borderline uydurunlarla; acıyı yiyip yiyip basuru azanlarla. geçti ömür yalanlarla dolanlarla.
bir arkadaşım var, kendisi türlü manyaklıklarla ortamdan kız tavlayacağını zannederken, bakırköy devlet hastanesinde toplanan taşlı sopalı, hunili munili bir grup deli, geldi, ilk önce ağzına pırasa soktu, sonra etrafında halay çekip gitti.
bu adamlar ne zannediyor. böyle bir dialog mu?
+ ceyda, dün yine şizofrenim azdı. (ipneye bak, diş ağrısı sanki)
- vaouuuvvv! muhteşem.
+ türlü halisülasyonlar, çeşitli spekülasyonlar. kafamda 40 tilki dolaşıyor. kırkının da kulpu kırık.
- öp beni tarık.
lan g.tü başı açık uyumuş pezevenk, çeşitli erotink rüyalar görmüş yalnızlıktan, halüsinasyon diyor.
bir de böyle söylemesi güzel, artistik hastalıklar var. yavşağın gazı var, reflüyüm diyor. osur, sıç birader, geçer.
şimdi efendim iki yıl önce, allahın belası kanser yüzünden anneyi kaybettik. tabi vefat anlamında kaybedince de bulunmuyor zart diye. arıyorsun eskiden yemek buharları gelen mutfakta, soğuk soğuk esiyor. üzerinde bir tane toz olmayan iğne oyası ile örtülmüş televizyona, mınakoyum "beni yıka" yazasım geliyor, "buraya işeyen eşektir" yazasım geliyor. anne öldükten sonra babam televizyonun önüne işemeye başladı çünkü. veya ne bileyim işte, çok da sevmiyorum buraya duygusal şeyler yazmayı. anne yok işte açıkçası. gerçek bu. buz gibi di mi?
hazır kanser konusu açılmışken de buradan para hırsıyla havayı kirletenlere, sebzeleri hormonlayıp zehirleyenlere, çernobil faciasının etkileri yeni yeni görülürken hala nükleer santral kuranlara, ilaç tacirlerine, çevreyi yok edenlere, savaşa harcanan paranın binde birini bilimsel araştırmaya harcamayanlara sesleniyorum: bacağımı köküne kadar g.tünüze sokayım, amırcık aazlılar sizi. kafam dahil komple gireyim size, kanırttıklarım.
anne öldükten sonra; insan babanın yalnızlığını da görmek istemiyor tabi. her geçen gün eriyip giden babanın, yıllarca paylaşılmış yatakta, çift kişilik soğuk yatakta tek başına ne kadar tırto, hatta fil g.tüne girmiş kertenkele yavrusu gibi durduğunu görüyorsun. tabi alışılamıyor, yıllarca makara kukara yaptığın adamın, bu hale gelmesine, keratin dokusunun fenalaşmasına, yüzündeki çizgilerle "ara güler"in fotoğraflamak istediği yaşlı adam oluşuna. filmlerde olur sanırdım, birden beyazlayan saçların. babamda 83 tane saç teli vardı annemin ölümünden önce, 17 siyahtı, ölümünden sonra ki durum ise 48 tane tel var, 3 tanesi siyah.
neyse işte baba da kötü. 30 yılı aşan birlikteliklerinde, yoksulluklar, yalnızlıkar, hasretler çekilmiş; küçüğü biraz saçma olsa da iki tane çocukları olmuş; elleriyle kurmuşlar kendilerinin hayatlarını ve abimle benim hayatlarımızı. nasıl kötü olmasın? bildiğin yarım lan adam.
ama yalnızlık da bir allah'a bir de robinson cruise'a mahsus tabi. istiyor yeniden sevmek, paylaşmak bir kaldığı kadarının hayatını, eskisi gibi olmayacağını bilse de, insan nihayetinde. ilk başlarda kıskanıyorum ben de. deli gibi. lan anneme nasıl yaparsın bunu diyorum? "anne mi kaldı mınakoyum" diye karşılık veriyor bana. hakikaten de öyle ama, "anne mi kaldı mınakoyum". tabi fiziksel olarak. yoksa hatıralar falan her gün yokluyorum, yerli yerinde.
hatırlarından da kıskanmak hoş olmuyor tabi bir insanı. kimse yerini doldurmayacak biliyorum annemin, ama hazmetmem de zor olacak açıkçası. her neyse, insan babasının böyle liseli heyecanıyla saçlarını tarayışını, (hehe 48 tane teli), efendime söylim kokular sürünmesini garip karşılıyor. sonra dalga geçmeye başlıyor tabi bir müddet sonra. alışıyor, her s.ke alıştığı gibi insanoğlu. "kızın ailesi iyi mi bari?", "ne iş yapıyorumuş?", "kimlerdenmiş" gibi soruları ona sormak komik oluyor.
ama işte sonunda arkadaşlar, babamın nikahı var. ulan bir garip oluyor. yakında sünnet de ettiririz bak bunu.
g.tünden reklam uyduran yazar. hatta bazen yerel televizyonda açıp g.tüne reklam alıyor. o derece milleti kekliyor.
lan olm, demedim mi git biraz televizyon izle, sabah ereksiyonlarını izle. ondan sonra yaz buraya.
öyle reklam izlemeden yazmayacaksın, anladın mı beni. hadi git reklam izle.
edit: anlamayana. olm kafanız basmıyor mu lan. şiş, edit falan yapılmamış. iyice saçmalıyor bu adam. tam bir hayal hırsızı.
oysa ki ne hayallerim vardı, adama binlerce kişi mesaj atıyordu.