twitterda kullanıcıların kendileri hakkında yazdığı boktan tanımlamalardır. Ama bu her yerdeki gibi değil. bir cv değil bir özgeçmiş değil. Örneklerle açıklamak gerekirse:
3-Beşiktaşlı, Dişi Kartal, Starbucks Çalışanı, Halkla ilişkiler Uzmanı, Hastrolog...
oha hastr diyorum başka bir şey değil. starbucks da kahveniz kremalı mı diye sormayı müthiş bir meslekmiş gibi yazması, halkla ilişkiler uzmanı yapmış bunu. hastrologmuş. ulan insan götünden uydurur da bu kadar mı boktan olur. Ayrıca hatırlatayım: Neoloji denen bir şey vardır bu şahsın yapmış olduğu şeydir. kelime uydurmak ki çok ciddi bazı psikotik hastalıkların bulgusudur.
Şu şekilde örneklenebilir:
Uyarı: Örnekler çok çarpıcı olup çocukluğunuza götürebilir. Okuyun, okutturun.
- Hugo ve Tolga Abi: Kendimiz küçücüktük ama , dünyamız kocamandı o zamanlar. 5 duyumuz vardı, ama herkesten daha içli, daha hisliydik aslında. Kendimiz olmasak da başkalarının mutluluklarını heyecanla izliyorduk, ya da birileri izletiyordu. Hugo dan bahsediyorum evet. Hugo ve Tolga abi"Telefon faturası da neymiş" diyerek çocukları için hugo yu arayan anne babalara hayran kalır, kendi anne babama kızardım. Bazıları arardı oynayamazdı bile. Tüm haklarını anında bitirirdi. Kimisinin tuşları bip sesi çıkarıyor taramalı gibi ses çıkarıyordu. Onlar ise oynayamıyordu nedense. Biz hiç arayamıyorduk. Üstelik bizim telefonun tuşları taramalı gibi olandan bile değildi. Bizim telefon çevirmeli telefondu. Tuşları bile yoktu. Arasak ne değişirdi ki? Kimisi arardı, birinci olurdu, onlara hediye gönderilirdi. Ne şanslı çocuklardı onlar. Derken bir gün bir çocuk hugo ve tolga abi ye küfrederek intikamımı alıverdi. Tolga abi de defoldu gitti.
-Şifreli kanal: Hugo paralıydı evet, telefon etmek gerekirdi. Çizgi filmler de mi paralıydı sanki, televizyonu açtım, daha önce hiçbir yerde görmediğim bir çizgi film yayınlanıyordu. Çok sevmiştim. Heyecanlanıyordum ama, görmeniz gerek. hoplayıp zıplarken, bir de baktım, birden bire ekran karıncalarla doldu. izlediğim kanal, şifreliymiş. düz antenden niye yayın yapıyorlarsa, amaçları sadece imrendirip çocukların kalbini kırmaktı ve çocukların kalbini kıran herkes ölmeliydi.
-Atari Adaptörü: Neyse ki akrabamız çoktu memlekette. Sık sık ziyaretlere giderdik onları. Bir akrabamıza gittik. bisiklet desen on numara. şortlar şapkalar fiyakalı (bu kelimeyi de cümle içinde kullandım ya artık ölmem). oyuncaklar falan hepsi o biçim. Atari eksik miydi peki? Tabiiki hayır. Atarileri vardı lan, zenginliğe bak! Atari kasetleri 9999999 in 1 şeklinde olan adi kasetlerden de değildi. Çok acayip oyunlardı. "Dur ben oynayayım sonra da sana vereyim" dedi piç! Sabrettim, izledim, izlerken de eğleniyordum, nasılsa sıra bana gelecekti. Üstelik nasıl oynayacağımı öğreniyordum. Tam sıra bana geldi, "Hı? Bakıyım, aa adaptör ısınmış" deyip topladı. Bu hissi bir kere daha yaşamıştım, dondurmam elimden yere düştüğünde. Bense geldiğinde tüm oyuncaklarımı ona verirdim. Gün sonunda ise ağlayarak bir oyuncağımı bırakmaz ve yanında götürürdü aynı çocuk.
-Sünnet olmak: derken en büyük abim evlenecek diye sünnet ettirelim de aradan çıksın dediler benim için. Nasıl bir şey olduğunu tahmin edebiliyordum. Hayatımın en karanlık günlerini yaşadım. Hüngür hüngür ağlarken, ağzıma basılan lokumlar kadar büyüktü hissettiğim acı.
-ilkokul Muayeneleri: Biraz daha büyüyüp okula gitmeye başladım. Okulda birinci sınıfa yeni yeni alışmışım. Sıra arkadaşımla her gün birbirimizi tokatlıyoruz yani o derece. Zehir gibi bir çocuktum, doğrudan 2. sınıftan başlatmayı düşünmüşlerdi. Derken bir gün doktor amcalar girdi içeri. Tüm kızları dışarı çıkardılar. Erkekler içeride bekliyorduk ne olacak diye. Sonra sırayla çağırmaya başladılar bizi. Açtık hepimiz sırasıyla ve sıra bana geldiğinde birisi testis lerime dokundu şöyle bi. Sorarım yani nasıl bir mantık. 20 tane küçük çocuğu sırasıyla soyundurup herkesin ortasında inmemiş testis muayenesi yapan zihniyet psikiyatri konusunda da o derece yetenekli mi? düşünceli mi?
-adam olacak çocuk: Televizyonu çok severdik. Seksenli yılların başında giderek yaygınlaşmakta ve ilgi çekmekteydi. chp nin tek parti dönemi gibi, tüm kanallar trt ye aitti o dönemler. bir başka gece, susam sokağı, doğru ahmet ile bay yanlış gibi programlar vardı evet, ama içlerinden bir tanesi vardı ki, adam olacak çocuk diye, beni kilitlerdi resmen. Programı yayınlandığında kendimizi ekranda yayınlanan çocuklarla yarıştırırdık. konuşmaktan haberi olmayan embesil çocuklar bile oraya çıkabilmişti ancak, ben oraya çıkamıyordum, bunun için fırsatım yoktu. Program bitiyor, çocukların öküz gibi şişman olanına da güzel kız çocuklarına da oyuncak seçme hakkı verilirdi, ekrandan bir oyuncak seçerdim, kimse seçmezdi bile onu. O seçilmeyeni bana da göndermezlerdi. Haksızlıktı bu başka bir şey değil. Diş fırçası dağıtırlardı. Kendi fırçama bakardım, dede fırçası gibi tek renkli banat. Orada rengarenk diş fırçalarını görürdüm. Üzülüyordum, başka çocuklar kadar şanslı olamayışıma.
Hepimiz çocuktuk, hepimizi üzdüler, kalbimizi kırdılar. Ve çocukların kalbi kırılırsa, asla düzelmez.
Önceki gün facebookda birinin paylaştığı ultra cahil bir paylaşımı görmüştüm.
--spoiler--
DEPREM Bölgesindeki belediye başkanları çağrıda bulunuyor :
iş makinelerini buraya gönderin
cevap ; iş makinalarını yaktınız...
doktorları buraya gönderin ;
doktorları öldürdünüz....
... polis gelsin....
polisi taşladınız...
mehmetçik bize yardım etsin...
mehmetçiği ŞEHiT ettiniz..edenlere yardım ettiniz...
para gönderin ; gönderdiğimiz paraları belediyeleriniz pkk ya verdi....
AMA BiZ iNSANIZ , MÜSLÜMANIZ, HAiN DEĞiLiZ, MERHAMETLiYiZ... TÜRK'ÜZ. BEKLEYiN GeLiyoruz...
K. AYDOĞDU
--spoiler--
Nefret etmiştim bunu paylaşan faşist arkadaşlarımdan. Yani insanlığını kürtlüğe türklüğe indirgemiş, sığ beyinli öküzün tekiydi.
Şimdi ise van a gönderilen yardım kamyonlarının yağmalandığını öğrendim çok üzülerek. Ancak şimdi arkadaşlarımızın bu konuda yanılmasını istemediğim için, naçizane düşüncemi belirteceğim.Şahsen ben bu yağmacıların deprem mağduru vatandaşlarımızın olmadığını düşündüm. Bunlar zavallı evsiz, depremzede vatandaşlarımızın erzağını elinden çalan şerefsizlerdir. Bir bebeğin bezini, battaniyesini, bir çocuğun yemeğini elinden kaçırıp alacak kadar aşağılık insanlar da varmış evet.
Bu konuda gerekli önlemler alınıp, gönderilen yardımların doğrudan "deprem mağdurlarına" ulaştırılması gerekiyor.
Küçük ve tatlı bir çocuktum o zamanlar. bedeni bana tam olan kazaklarımın kolunu iki kez katlar giyer, sakızdan çıkan dövmeleri elimin sırtına yapıştırırdım. Takma ve de çakma drakula dişliklerinden takar, kimin topacı daha uzun süre dönecek diye yarışırdık sokakta. Kış gelince kardanadam pozisyonunda kalırdı kollarım, giydiğim kıyafetlerin çokluğundan ve yürüdüğüm yolu bile göremezdim sarılan atkıdan. Bisiklet lastiklerini anında patlatan çoban çökerten otları doluydu sokakta.
O yaşlarımda yaşına göre küçük gösteren ama büyük konuşan bir çocuktum. isterdim ki büyüklerim, akrabalarım otursun benle sohbet etsin, fikirlerimi alsın falan. Ama gel gör ki, çevremde bu zeka seviyesinde olmayan insanlar da vardı. Tabi bunda başka etmenler de var.
Mahallemizde çocuk sahibi olamamış bir aile vardı. Ömer amca nın o dönemki kollarımı çimdikleyip ısırması gibi davranışlarını bu durum karşısındaki isyanı olarak değerlendirsem de, bu konuda ömer amca nın tersine evli mutlu çocuklu abiler ablalar da vardı ısırarak seven.
Ben can havliyle ağlar çırpınırdım, eşi ayfer teyze her zamanki gibi genizden konuşarak "ömer çocuğun kollarını kızarttın yapma" diyor, annem sinirlenip dudaklarını ısırıyor, beni alıp kurtarıyordu. O çırpınışlar arasında ömer amcanın burnuna kafa atarak öğrendim ben kafa atmayı. Hayatımda ilk yumruğumu onun göbeğine attım.
bir de nuray abla vardı. Yahu iki kızın var, ısır ısır dur ablacım, ama neden her gelmemde beni ısırıyorsun.
Sonuç olarak belirtmek istiyorum ki, her seferinde, kurtulduktan sonra kendimi lavaboya atıp kollarımda yüzümde salya bulaşmış her yeri defalarca yıkardım.
Not: Sakın ha siz yapmayın bunu sözlük! Yer yüzündeki en tehlikeli ısırık enfeksiyonu, ağız florasındaki çeşitlilik nedeniyle insan ısırığıdır ve kanarsa ölümcül olabilir.
tartışılmaz gerçektir ama yine de tartışmaya açıyorum.
Çıkış noktam ise "canım kardeşim" adlı efsane yeşilçam eseridir.
Şimdi arkadaş gavurların bu filmden bir şey anlamayacağı, televizyon sahibi olamamanın ne demek olduğunu bilmeyeceği apaçık ortada değil mi!
bi kere türkiyenin sosyal yapısı tüm dünyadan farklı. Bu yapıyı da bilmeyen insanlar hiçbir şey anlamaz doğal olarak. Ne bilsin gerizekalılar. Hayatı rambodan ibaret sanan krep ve pancake yankeeleri.
abd nin sosyal yapısı diye bir şey yok bir kere. dümdüz onlar. filmleri de öyle. kahraman yankeeler, rambolar falan... Amerikalının insafı falan filmleri bundan ibaret. ulan hayat nedir, zorluklarla yaşamak nedir nerden bilsin piçler. Varsa yoksa paralar, elmaslar, kaçakçılık filmleri... Dünya terörünü bitiren tek bir ajan vs gibi boktan konularda yapılan şeyleri film diye izliyoruz.
Bu başlığı okuyan herkese ödev: bu akşam oturun "canım kardeşim" i izleyin ulan. imdb de sadece 8.3/10 puan almış 1,485 kişi oylamış sadece. Bu sitede eminim kanlı elmas denen filme binlerce oy çıkmıştır.
Yabancılar filmden anlamıyor, siz de onlara uymayın arkadaşlarım.
Tam sevmişken, terkedişin var ya,
Tam ısınmışken ansızın gidişin.
Her şeyinle sana alıştıktan sonra
işte, yine köklü bir değişim.
içine edeyim facebook
Ben böyle işin...
benden, facebook ve yetkililerine gelsin.
Yahu bir türlü anlam veremedim ben bu takıntıya.
Adamlar sürekli yeni yeni özellikler falan ekliyor durmadan. Durmadan siteyi değiştirip duruyorlar. Allah belanızı versin lan!
Ömrümü çürüttünüz. Şu facebooka alışayım diye harcadığım enerjiyle ders çalışsam fakülteyi birinci bitirirdim. 25 yaşımda prof olurdum şerefsizim.
yıllardan 1991.
Yaşadığım şehirde de türkiyenin her yerinde olduğu gibi yaşam koşulları ağır o dönemki her şehir gibi.
biz de türlü türlü sıkıntılar içindeyiz. Bir yandan bahçe işleri yapıyor, bir yandan hayvancılıkla uğraşıyor ve bir yandan da her ikisinden elde ettiğimiz ürünleri satıyoruz. Yollarda asfalt yok, evlerde su yok, elektrik yok o dönemde köyümüzde.
Bu bahsettiğim işlerden dolayı çocukken anne babamı sadece akşamları görüyordum, onun dışında vaktimin tamamı ablamla geçiyordu. Ablam yemeğimi yedirip banyomu yaptırıyor, benle oyunlar oynuyor, bir yandan da tarlada çalışanlara yemek hazırlıyordu. Kalan bütün vaktini bana ayırıyordu. Ne istesem reddetmeyip "tamam canımın yarısı" derdi. Hayat zor olsa da, yaşamak çok güzeldi. Bu güzelliklerle büyüdüm ablamın yanında.
O yılların evlilikleri ise çok farklıydı şimdikinden. O zamanlar görücü usulü ile evlendiriliyordu gençler. Erkeğin anne babası bir kızı uygun görürse, gidip aileden ister, ailelerin yaptığı maddi bir anlaşma sonucunda, kız bir paha karşılığında verilirdi. Şüphesiz ki bunda az önce bahsettiğim yaşam koşullarının çok büyük etkisi vardı. Hayat zordu ve insanların paraya ihtiyaçları vardı. Hem "yıllarca yedirmiş içirmiş adam kızını, karşılığını vermek gerek" diye düşünülürdü ve bu sebepten normal bir şey olarak görülürdü. Kısacası kadınların kocasını seçme hakkı yoktu ve buna karşı çıkanlar da pek hoş karşılanmazdı.
Bir gün yine bahsettiğim geleneklere uygun bir şekilde, köydeki başka bir ailenin anne-babası önce haber gönderip, sonra bize geldi. Hüseyin Ağa lafı uzatmadan, niyetlerini açıkladı, ablamla kendi büyük oğlunu evlendirmek istediklerini söylediler. Annem babam ise, benden sekiz yaş büyük olan ablamı evlendirmek istiyordu. Çünkü yaşı 25 olmuştu ve en kısa zamanda evlendirmek gerekirdi. Köydeki genç kızlar hep 16-17 yaşında evlendirildiği için, ablama evde kalmış yakıştırmaları yapılmasından çekinip, kabul ettiler bu teklifi. Ablam ise istemiyordu evlenmeyi. sadece ilkokul ve ortaokul okumuş olduğundan, önce dışarıdan liseyi bitirip sonra da üniversiteye başlamak istiyordu ve ailem buna karşı çıkıyordu. "Eksik etek okur mu" diye her daim, konu kapatılırdı.
Ablamın söz hakkı olmadığı her durumda olduğu gibi, kestirip attılar ve, kendisine sormadan kabul ettiler. Ama en kısa zamanda düğün hazırlıklarının başlamasını istediklerini de aileye söylemeyi ihmal etmediler.
Kısa zamanda eşyalar alındı, koyunlar kesildi, bohçacılardan kıyafetler alındı. Zaten Hüseyin Ağa her şeyi hazırlamıştı kısa sürede. Hazırlıklar tamamlandı.
Bir sabah annem tarafından uyandırıldım,
-Kalk kalk! Ablanı gördün mü? Sana bir şey dedi mi?
+Yoo? Ne oldu ki?
-Yerinde yok! Nereye kayboldu bu kız.
+...
Canımın yarısını zorla evlendirmeye kalkıştıkları için, evi terk etmişti. Çok iyi anlıyordum onu ama, başına gelecekleri için de çok korkuyordum. Hem dışarıdaki hayatın kötülüğü, hem geldiğinde karşılaşacağı muamele beni korkutuyordu.
Aramalara başlandı hemen, tüm sülale farklı farklı yerleri araştırıyordu. En sonunda istanbul’da Esenler de olduğu haberini aldı babam, kimden öğrendiğini dahi söylemedi bize. Hemen topluca esenler e gidildi ve bir terzi den çıkarken alınıp eve getirildi.
Ablam eve geldiğinde babamın ilk işi okkalı bir tokat oldu. "Şerefimizi iki paralık ettin" dedi. Ablam konuşmuyordu, cevap vermedi. Sanırım o da biliyordu başına gelecekleri. "Kapatın odasına şu laneti, gözüm görmesin" dedi babam. Evde bir sessizlik. Belli ki ölüm sessizliği. Ablam ise bir odada kilitli. konuşmuyor sadece izliyor, dinliyor, ağlıyor.
Evin tek erkek çocuğu olduğum için tüm sülale gözümün içine bakıyor. Ceviz ağacından yapılmış, işlemeli sandık açılıyor. Sandığın en altından, ufak bir bohça çıkarıp getiriyor babam. Birkaç kat kumaş açıldıktan sonra, bir demirin ne kadar soğuk olabileceğini o zaman anlıyorum.
Babam geliyor, bana uzatıyor silahı. Uzanmıyorum, bir babamın gözlerine bir silaha bakıyorum.
Benim babam, bir bahçeye sıfırdan hayat veren bir insan, karıncaları görmeden ezdiğimizde bizi azarlayan bir insan, ayrık otlarını bile üzülerek içine sinmeden tarladan söken bir insan; o gün bana içimi de dışı gibi soğutan, bir silah uzatıyor.Karşımda ise bambaşka bir insan görüyorum.
"Baba niye" diyorum sadece. Diyebileceğim onlarca cümle, boğazımda düğümlenen onlarca acıya rağmen, ağzımdan çıkanlar sadece bu iki kelimeden ibaret.
"Töre" diyor. "Töremiz böyle evladım. Hem ne diyecekler, el alemin yüzüne nasıl bakacağız bundan sonra?"
Öyle ya, diyorum içimden. Töre! şimdiye kadar hep "el alem" denilen kişi kim ise, bizim için yaşamış sanki! bize tüm mutlulukları güzellikleri sevgiyi saygıyı bahşeden kişiymiş gibi canımızın içini, neden ona feda etmemiz gerekiyor!
"Hüseyin ağa ablanın yerini bulmasaydı, bu kara leke ile nasıl yaşardık? Şimdi bu lekeyi evin erkeği olarak sen temizleyeceksin" diyor. inanılmaz derecede sakin, sakinliğinde ise sonsuz bir kin var.
Kolay mı yetişiyor bir fidan, kolay mı yeşeriyor yapraklar, hele bir tek meyveyi kolay mı veriyor ağaçlar? Bir can, kolay mı geliyor bu günlere. Öldürmek, yok etmek neden bu kadar kolay...
Eziliyorum törenin, el alemin altında. Eziliyorum babama iki çocuğunu birden öldürtecek olan gerçek katillerin altında.
Sahiplenmiyorum artık elimi, bir başka el olarak görüyorum. Başka bir el alıyor silahı. Başka ayaklar yürüyor çaresizce salonun içinde bir o yana bir bu yana. Sonra bir başka göz takılıyor kilitli odaya. Oraya götürüyor birinin ayakları, kapıyı açan el de zalim değil, o da çaresizlikten yapıyor. Kendi gözlerimle bakıyorum ablama, bakmaya doyamıyorum. Anlıyor o da ne olduğunu ve ne olacağını. Sarılıyorum son bir kez kendi kollarımla. Konuşamıyoruz ikimiz de. "Hakkını helal et" diyebiliyorum sadece. "Helal olsun canımın yarısı" diyor. Hep böyle severdi beni zaten annem ve babam tarlada çalışırken, beni büyüten ablam. Omuzlarım ıslanıyor. Sessizce ağlıyor, bırakıyor beni.
Tekrar yabancılaşıyor ellerim. Silahı kaldırıyor. Bir parmak çekiyor tetiği. Tek bir kurşun kalbinden girip, alıyor canımın yarısını.
Biliyorum tetiği çeken o parmak benim değil silahı tutan o el benim değil! O el törelerin eli, gerçek katilin, "el alemin" eli.
Not: Bu hikaye gerçek bir olaydan alıntı olup "Kısmen" hayal ürünüdür.
ilkokul arkadaşım okan ın tanımadan kaybettiği ablası "pakize" nin ruhu şad olsun.
1980 li yılların başı. köyün şimdiki en zenginlerinden ali bey, 4 çocuk babasıdır. bulduğu bir fırsat ile almanyaya gidip ford fabrikasında kısa zamanda yükselip iyi maaşlar almıştır. üstüne üstlük geçirdiği iki kazadan dolayı, aldığı tazminat ise, kendileri gibi beş aileye yetecek kadardır.
en küçük çocuğun bir büyüğü olan mihriban , onun henüz 10-12 yaşlarındaki kızı. kıvırcık saçlı gerçekten sevimli bir çocuk.
ali bey türkiyedeki mesleği imamlık olduğu için, almanyaya gittiğinde de aile içinde adeta bir imamdı. daha doğrusu dönemin katı kuralları olan cemaatlerinden birinin mensubu olduğundan aile içinde de dini kuralların önemi büyüyordu.
erkek çocuklarını döverek kur'an okumayı öğretmişti. kız çocuklarını ise başını kapatmaları için zorluyordu.
büyük kızı hilal, diretmedi hiç. o da ailesinin şekillendirdiği gibi yetişmiş olacak ki, itiraz etmeden seve seve kapattı başını.
ancak küçük kız mihriban bunu yapmak istemiyordu. ama yapmak zorunda kalmıştı. hem almanya gibi bir yerde türk olmanın getirdiği psikolojik yük, hem de bir şeyin zorla yaptırılmak istenmesi derinden etkiliyordu mihriban' ı. bir gün başörtüsünü takmayı reddetti. babasının odasına koydurduğu başörtülerini çıkarıp, normal günlük kıyafetlerini giydi.
babası geldiğinde, karşılaştığı manzaraya çok sinirlendi. kafir mi olacak benim kızım diyor ve bir yandan nasıl denk gelirse öyle vuruyordu mihriban'a
ve bir sabah, ansızın, mihriban sırra kadem bastı. evden kaçtı.
yıllarca bulunamadı, nerede olduğunu kimse bilemedi.
o geceyi sokakta geçirmek zorunda kalan mihriban, ilkokul arkadaşı sarah' nin annesini de tanıyordu. bir gün sonra sarah nın ailesinin yanına gitti. ve onlarla yaşamaya devam etti.
ali bey, hala aynı, hiç değişmedi. kızı umrunda değil. yanlış yapmış ve silinmiş biri gibi görüyor.
mihriban; bu kirlenmiş dünyada ayakta kalmayı başarıp, hukuk okumuş bir insan. yalnız şimdi kendi işini yapmıyor, bir dükkan işletmekte. En önemlisi de, mutlu olduğunu düşünüyorum.
Çocouğuna oğlum kızım çok yemek yesin diyen ebeveyn olacaktı bu başlık!
Neyse başlayalım!
öyle büyük bir hata yapıyodur ki! şöyle açıklayayım.
Bu şahıs çocuğunun öküz gibi dombili olması durumunda çok sağlıklı olacağını düşünüyor. yediriyor çocuğuna yemekleri köfteleri vs.
Çocuk da yiyor, ne bilsin. zaten yemeyen çocuğu da doktora getirir. percentil eğrilerine göre çocuk olması gereken durumda ise bile, "gelişmiyor doktor bey" derler. Teallaam sövcem neredeyse. o kadar iğrenç!
Neticede çocuk duba gibi olur, şişmanlar, alay edilir bu çocukla okul boyunca. oyunlarda geri kalır, mahalle maçlarında anca kaleci olur bu çocuk. Kız çocuksa insan içine çıkamaz içine kapalı olur her daim.
Sonrasında çocuk gelir otuzlu yaşlara, ne mi olur? şeker hastası.
Türkiyede bugün Tip 2 Diyabet in sıklığı %10 ise bunun en büyük sorumlusu bu gerizekalı annelerdir!
Bu çocuklar annelerin zannettiği gibi sağlıklı olmaz.
-damarları dayanıksızdır ve erkenden tıkanır
-erken yaşlarda gözleri bozulur.
-kalp hastalıkları yaşar ama, ağrı duyuları bozulduğundan farketmeden kalp krizi geçirirler.
-doğum yaparlarsa, çocukları öküz gibi iri ve hastalıklıdır. bazı doğumsal anomalileri olan çocuklar doğururlar.
-Enfeksiyonlara karşı korumasızdırlar, ayak enfeksiyonu yüzünden ayakları kesilir.
şimdi lütfen bugünden itibaren, çocuklarınıza öküz gibi yemek yedirmemeyi ilke edinin.
Çocuklar acıkırlarsa bunu en güzel şekilde ifade eder. canının istemediği zaman çocuğu yemek yemeye zorlayan anneler babalar. Böyle yapacağınıza, o yavrucağı çocuk yuvasına bırakın daha büyük iyilik etmiş olursunuz emin olun!
aldığım oksijenin kıymetini henüz bilmediğim günlerden birinde, çıkmaz sokak olan sokağımızda bir o yana bir bu yana bisikletle tur atmaktaydım. Bizim evin önünden geçerken, iğde kokusu, ömer amcaların evinin önünden geçerken akasya kokusu, sabri amcaların önünden geçerken, hanımeli kokusu ve nihayet mahallenin en sonunda sözlük yazarlarının hatırladığı ilk ölüm başlığında bahsettiğim hacer teyzelerin evinin önünde, balık kokusu duyuyordum. Tekrar tekrar kokularıyla hafızama kazıyordum.
Sabri amca mahallemizin sigara tiryakisi, koah hastası bir amcaydı. Bir lisede hizmetli olarak çalıştığı için, insanlar tarafından müdür lakabı ile çağrılırdı.
Sigaranın yakıldığındaki ilk kokuyu bilirsiniz, sigara içmememe rağmen bu kokuyu çok seviyordum ben de. Sabri amcayı sokakta görünce, yanına yaklaşıverdim bir gün. Sigara içicen mi dedim. çıkardı bir sigara yaktı. Nasıl bir şey dedim. Çok güzel sen de içiyon mu dedi. dalga geçti. istedim ben de tabi meraktan çatlıyorum. O ilk koku gibi sanıyorum sigara içmeyi. Sabri amca verdi sigarayı yak dedi, yaktım. Şimdi iyice çek içine dedi. hüüpp diye içime yoğunca çekmeye çalıştığım gibi, öğürürcesine öksürmeye başladım. Bir türlü geçmiyor. Gözlerim sulandı yaşardı falan, bisikleti elimle tutarak eve kadar yürüdüm. Annem ne olduğunu öğrenince geldi, amcası yapılır mı dedi minicik çocuğa yahu. iyi işte bak daha içmez dedi sabri amca.
sabri amca üç sene evvel koah a bağlı ileri derecede solunum yetmezliğinden vefat etti.
Bense o günden bu yana bir daha sigara içmedim. Çocukken içtiğim tek nefes sigara, yıllardır beni sigara içmekten koruyor, daha nice yıllar da koruyacaktır.
sigara alamayacak kadar fakir aile çocuklarının başvurduğu yöntemdir.
Hiçbir şey doğru dürüst yokken, evlerde içmeye su dahi bulunamazken, sigara içme alışkanlığı vardı maalesef.
Ben o zamanlar, bir elimde tel ile yerdeki çemberi çevirip kovalıyordum. Evin anahtarı içeride kaldığında, camdan girip içeriden kapıyı açacak kadar ufaktım. Bir küçük kıç minderini döşek niyetine kullanır, kulağımın arkasına kalem asardım. Merceklerle kağıt yakar, dikenlerden makas yapardım o yıllarda.
Mahallemizde ise bizden yaşça çok büyük (o dönemler 13-14) olan Nadir abi vardı. Nadir abi kötü huylar açısından mahallenin "piç bahattin" niteliğindeki çocuğuydu. Taş savaşlarında az kafa yarmadı, az düşmedi ağaçlara çıkarken, mahalle maçlarında az kırmadı kolunu. Ama suçu yok. Babası sigara içtiği için, o da buna özeniyordu muhtemelen. Tabi kimi zaman "pöçük" dediğimiz izmaritlerden sigara yapardı ama, bazen de kağıt sarıp sigara gibi içerdi.
Pöçük içmek o zaman mahalledeki teyzeler tarafından en çok ayıplanan şeydi, o gün de Nadir abinin midesi kaldırmamış olacak ki, "çimsa light" marka çimento kağıtlarından bir demet alıp, çakmağı evden kaçırıp getirmiş. Başladı sarıp sarıp içmeye. Ben korku dolu gözlerle izliyorum Nadir abiyi. Çünkü annemin en pislik şey olarak gördüğü işlemi yapmakta. Aynı zamanda yaşıtlarım ve ben de, mahalledeki teyzelerin haber alma ekibinde istihbarat timi ni oluşturduğumuz için de içimde bir görev bilinci var. Nadir abi sarıp sarıp içine çekiyor çimento kağıtlarını. Arada bir cebinden çağla-erik vs çıkarıp bana veriyor. En son da, bizlerin "kemik" dediği beyaz bir misket çıkarıp cebinden, bana verdi "bak sakın kimseye söyleme tamam mı lan" diye güldü yanağımı sıktı ve uzaklaştı oradan. ha bir de küçük bahçe çamlarının küçük bir meyvesi vardı bilirseniz, ondan birkaç tane çiğneyip tükürdü ki ağzı kokmasın.
Çocuktan al haberi derler ya, ondan mı yoksa nadir abi nin sıkı sıkı tembihlemesinden mi bilmem ama, ilk iş olarak olayı anlattım eve girince.
B.B.B. : Anne nadir abi var ya, kağıt içiyo.
annem : yüzünde baba çıkasıca (baba bir çeşit büyük yara).
Annem hemen Nadir abi nin annesi rahmetli elif teyzeye durumu anlatmış, elif teyze de nadir abiyi dövmüştü.
Ama bu vicdanımı rahatlatmaya yetmemişti. misketlerimin arasına katamadığım bir misket vardı. hak ettiğimi düşünmedim onu. Oynayıp kazanmamıştım da üstelik. Söylediğim için artık bir numarası kalmadı. Cebimde bir ağırlık bir ateş topu taşıyordum sanki. Sabah kahvaltısında artık bir yol ayrımında hissediyordum kendimi ve vicdanım beni rahatsız ediyordu.
B.B.B. : Annee, hani Nadir abi sigara içiyodu ya; söylemeyeyim diye de kemik misket verdi baak.
annem : Götür ver yavrum artık, söyledin. Böyle şeyleri de kabul etme.
kahvaltı bittiğinde, soluğu nadir abi lerin evinin önünde aldım. Mevsim yaz, ve müstakil ev olduğundan oralar hep, demir kapı açıktı içeri bağırdım.
B.B.B. : Nadir abii, al kemik misketi ben söyledim.
dedikten sonra demir kapıdan içeri fırlattım. Annesi gülerek geldi tekrar söyledim nerde kağıt içtiğini. Nadir abi geldi, al lan misket de senin olsun verme diye güldü. ben yine de almadım o misketi.
Döndüm evime doğru.
82 misketim var, alsam 14. kemik misket olacaktı diyordum kendi kendime. Neyse dedim gidip en iyisi misketlerle, evde halıdaki yuvarlakları kuyu gibi kullanarak "kuyu" oynayayım. Yerdeki taşlara vura vura, evime döndüm.
not: bir çocuğa doğru sözlü olmak ve rüşvetçi olmamak ancak böyle aşılanabilirdi sevgili anneciğim! Teşekkür ediyorum.
not2: işbu yazı geçen hafta vefat eden elif teyze' ye adanmıştır.
yazarların küçüklüğünde çok korktuğu diğer mahalle sakinleridir.
ne sözlükte yazardık, ne de okulda okurduk o yaşlarda. Üç tekerlekli bisikletimiz vardı en fazla, sokata taşlardan misket yapar, gazoz kapağı biriktirirdik.
Böyle masumduk işte. Bu yüzden olacak ki korku konusunda biraz hazırlıksızdık her ne kadar anne karnında ilk korku hafızası oluşsa da.
iki karakter vardı benim çok korktuğum. biri hamdi amcaydı, kısa geçiyorum, gelince ayaklarıma iğne falan batıran psikopat piçin tekiydi.
gelelim en bombasına.
Kod Adı: ğınney.
adı: kimse bilmiyor.
Efendim ğınney denilen bu karakterin eşi benzeri dünya üzerinde görülmemiştir. Gerek ğ harfi ile başlayan tek kelime olması, gerek vahşeti bunun nedenidir.
ğınney in iki bacağı dizlerinden itibaren kesilmiştir. Bu intihar etmek isterken dizlerinden itibaren her iki bacağını kaybetmiş biridir. Yanlışlıkla ölmemiştir. Ellerinden destek alarak yürür. Tekhobisi mahallelerde oyun oynayan çocukları korkutmak olarak bilinirdi o zamanlar.
ğınney belli aralıklarla turneye çıkardı. birbirine paralel sekiz tane sokağın sekizincisinde yaşardık. ğınney bizim semtin farklı mahallelerinde farklı zamanlarda gezer, ve yaklaşık yirmi günde bir ziyaretlerini tıpkı godzilla gibi tekrarlardı. ğınney paralel sokakların altıncısına ulaştığında, mahalleden son süretle bir bisikletli çocuk ğınneeeyyyy diye bağırır ve evine kaçardı.
Herkes gözetleme noktalarında yerlerini aldıktan sonra ğınney in gelmesi beklenirdi. ğınney homurdanarak sokağa girdiğinde çocukların korkusundan altına sıçtığı andı. zaten kadının yüzü de o kadar korkunçtu ki. Dalga geçerdi. keserim sizi diye ellerinin üzerinde kovalamaya başlardı da, en son mahalleden biri hadi ğınney git diye kovalardı, giderdi kadın. bazen yerlere serili olan bulgurlara toz toprak atar. bazen yerdeki çakılları çocuklara savurur bazen de şarkı söyler çığlık beneri homurtulu sesiyle bağırırdı. Bir söylediği şarkı ise şöyle "portakal dilim dilim/gel otur benim gülüm" kulaklarımdan gitmiyor lan.
Neyse ğınney, yaşamıyodur muhtemelen, o halde yirmi sene daha yaşadıysa valla genlerini alıp, almanyaya satabiliriz. bu genlerle süper tanklar falan icat ederler yani o derece. *
Zalımsın ğınney. şimdi görsem yine korkarım valla.
bilmiyorum kaç gün oldu seninle ilgili yazmaya başlayalı. Her gün yeni bir ayrıntı hatırlayıp, her gün yeniden özlüyorum seni, özlediğim kadar da üzülerek bakıyorum gülüşümün arkasından.
farklı farklı anılarla tekrar tekrar yad ediyorum. Anlata anlata bitiremiyorum. bu yazar da çocukluğundan başka bir şey yazmıyor diyenler bile olmuştur sözlükte ama, sanırım uzun bir süre senden bahsetmeye devam edeceğim.
Her geçen gün senden uzaklaşmak, geri dönemeyeceğim yollarda yürümek zorunda kalmak çok acı.
Bugün doğum günüm ve senden biraz daha uzaklaştım.
Neden unuttun beni çocukluğum, ben hep seni hatırlarken, neden artık sevmiyorsun beni, neden; tarafından sevilmeye bu kadar muhtaçken?
hangimizin dersine ilginç bir öğretmen girmedi ki? yıllar süren eğitim öğretim hayatımın bir yerlerinde ben de buna benzer bir şeye tanık oldum evet.
sene 1996 yahut 1997. bazılarınızın daha doğmamış olduğu, bazılarınızın ekmeğe eppek dediği, bazılarınızın ise, yaşıtlarımı elinden tutup bakkala götürüp tipitip aldığı dönemlerdi.
leblebi tozunu çekip yusuf demeye çalışır, meybuzumuzu üstümüze akıtırdık o dönemlerde. patlak futbol topunun içine balon koyup maç yaptığımız da olurdu, mahalle kavgalarında polis lojmanlarındaki bebeleri taşladığımız da.
bu günlerin birinde, ilkokul öğretmenimiz tahir doğan o sıralar müzik dersimize gelmekteydi. derse ilk gelişinde tahtaya yazdığı türkü
--spoiler--
koyun gelir yata yata
çamurlara bata bata
gelin ayşem suya gitmiş
yosunları tuta tuta.
--spoiler--
sözlerini de anlıyorum üstelik. yosunları tuta tuta deyince, bir nehirde sürüklenip boğulan bir kadın beliriyor gözlerimin önünde. üzülüyorum, gözlerim doluyor sesim titriyor.
--spoiler--
aman ayşem yaman ayşem
dağlar başı duman ayşem
--spoiler--
bu satırlar ise mahvediyor iyice.
bir başka gün, tahir hocam geldi yine ve tahtaya şunu yazdı.
--spoiler--
bico nerden geliyon (2)
harmanlıktan aşağı (2)
dalla bico de harra bico
hop bico hopla bico hey.
--spoiler--
anlatırdı bico nun hikayesini de. yanardım kanardım resmen. gözlerimden yaşlar akardı okurken.
yaşıtlarımız, daha dün annemizin söylerdi, daha zengin okullardaki daha modern çocuklara "bir gün bir gün bir çocuk" diye şarkılar öğretilirken, biz "bico" yu okur üzülürdük.
yaşıtlarımız "küçük ayşe küçük ayşe napıyorsun bize söyle" derken, biz "gelin ayşem suya gitmiş yosunları tuta tuta" derdik lan.
daha sonra öğrendim ki, bizim okul aslında "aytek yetiştirme ve geliştirme merkezi"ymiş.
tahir hocam. selam ediyorum hocam. hacca falan da gitmiştin, bize oradan hurma zemzem bile getirmiştin be. unutmuycam seni.
şimdi hangi gence sorsanız, ay fırat çok tatlı, ay böyle oğlum olsa, ay ben çocukken aynısını yapıyodum yok minderden ev yapıp perdenin dibinde burası benim evimmiş diyordum falan derler.
Ama gel gör ki, bu gençlerin yarısından çoğu hayatlarının bir döneminde aytek olmuştur. Babaannesinin baktığı kız, kafasına başörtüsünü takıp babaanne tesbihi ile gezmiştir mesela. Üşümediği halde, patik giydirilip sobaya ayaklarını uzatmıştır.
Ulan aytek yoktu aranızda da, umut sarıkaya götünden mi uydurdu. iş lafa gelince hepiniz fıratsınız amk. hiç aytek olanınız yokmuş gibi davranmayın. Yakaladıkça fişleyecem sizi, yakaladıkça rezil edecem.
aytek üretme yetiştirme çiftliğimde besleyecem olum bittiniz.
sen tut çocukken, "ben de isterem elma yanahhlardan" diye şarkı söyle misafirlere üniversiteyi kazanınca da, vay efendim ben şöyle fırat gibiydim böyleydim. işte asıl aytek lik, fırat olduğunuzu söylediğinizde başlar!
yıllardan 2003 o zamanlar lise 2deyiz. bizim sınıfta bir çocuk var, o aralar bir crespo forması almış. her gün üzerinde giyer gezerdi.
sen git bir üst sınıftan bir kıza aşık ol. ama öyle böyle değil, ferhatı hayıflandırıp, şirini tavlayacak kadar, bahtsız leylayı çölde götürecek kadar aşık olmuştu bu çocuk. acayip bir ahmet kaya fanıydı sabahtan akşama kadar da ahmet kaya dinleyen biri. tabi o günlerde bizim de bu aşktan haberimiz yoktu.
aradan uzun zaman geçti, çocuk hayata küstü, hani dağları deliyodun la zibidi diyesim geldi, demedim. bilmiyorum çünkü.
sonradan öğrendiğimize göre,
sen git bir kağıda kızın doğum gününde şunları yazıp bir de hediye koy sırasının altına.
--spoiler--
doğum günün kutlu olsun mutlu ol senelerce
sana boncuktan kuş yaptım konacak pencerene
yazan: cres
--spoiler--
vay anasını sayın seyirciler, nasıl bir duygusallık akıyor, nasıl bir yoğunluk. tabi hiçbirimiz gülmedik dalga geçmedik, bilmiyoruz çünkü.
mezun olmaya yakın, herkes sırayla bildiği sırları anlatıyodu,
-: la olum o da bişey mi, ercan begüm ü s.kti kız pansiyonunda hem de.
+: olum ben vınvın* la çıktım sen ne diyon. hem de müge ile yiyiştiğimiz dönemde.
x: tamam ben de hani bir kere bizim sınıftan ayrılan eleman vardı ya, kolu kırılmıştı kavgada. ona arada vurup kolunu ben kırmıştım.
herkesin kanı donduğu bir anda. ibrahim sözü aldı.
i: olum yakup falancaya böyle böyle bir mektup yazmış. sırf bu yüzden gece gündüz crespo formasını çıkarmıyomuş dedi. sonrasında da kız bunu formayla görünce mektubu yazanın kim olduğunu anlamış gelmiş "nasıl üzdün beni ayıp değil mi senin gibi efendi biri nasıl böyle yapar" diye vermiş ayarı.
işte bu da crespo nun acı dolu hatırasıdır.
şşt. sağda solda anlatmayın bilmiyosunuz siz de çünkü tamam?
edit: iş bu entry de geçen kişi isimlerinin sadece baş harfleri gerçektir. biri hariç.
Önce resim çizdirilir öğrenciye. çizgileriniz ne kadar düz ve basitse o kadar rahat olur çalışmak.
Sonra uhu sürülür tüm resme, peşinden de "el işi kağıd" denilen saçma kağıtlar alınır. ve "atlas" marka plastik uçlu kalemin ucu kapatılıp, küçük noktalar halinde el işi kağıdı uhulanmış satıha yapıştırılır.
öğrencilerin sabrını ölçen, koca bir şekli, minik renkli noktalarla tamamlattıran, ilginç bir şey.
Kimi uyanıklar ise, el işi kağıdını şekilli keser, yapıştırırdı. Öğretmen onlara tekrar yaptırırdı tabi.
komşu kızıdır genelde. Aynı zamanda akraba olan bir adet "melis" tir. Bu kız bir sınıf falan üsttedir. Bu yüzden bilgisini umarsızca göstermek konusunda üstüne yoktur.
misafirliğe gidilir bunlara, ödeve başlanır, bir yerde artık ödevi itelersiniz, başlar komşu kızı ödeve. iki dakikada bitirir.
Siz de keyfinize bakarsınız. Kitapları karıştırmaktan sıkıldığınızda isim-şehir oynarsınız. amiral battı oynarsınız.
Ellerine sağlık komşu kızı. Sayende ilkokulu bitirdim ve, şu anda türkiyenin en iyi üniversitelerinden birinde okuyorum.
sahi bir de iş eğitimi dersi vardı ilkokulda. Hangi işin hangi eğitimi olduğu konusunda mutabakat sağlanamamış, sefil bir dersti.
Öğrencilerini üstün yeteneklerle donattığını düşünen müthiş eğitim sistemimizin canla başla çalıştığı günlerdi.
şahsen -daha önce söylediğim gibi- yırtık önlüklü, dizleri yamalı öğrencilerin okuduğu bir varoş semtinde okudum ilkokulu. şunun için söylüyorum:
Bir kere bir sürü malzeme isterdi bu salak ders için. Yıl boyunca harcanan kırtasiye masrafı kadar tuttuğu olurdu bu dersin harcamalarının tutarı. yaptırdıkları şey ise çok ilginç. Biraz ayrıntılı ele alalım.
Halı-Kilim dokumak: dikdörtgenden yapılmış bir tezgah hazırlanması gerek önce. tabi karşılıklı kısa kenarları eşit aralıklı çivilerle dolu. çiviler arasına ip gerilir ve cetvel ile burası sabitlenir. Ardından dokunan halı kilim, her neyse, "tarak" vasıtasıyla iyice oturtulurdu falan. Halıya ismini yazarsın başka bi numarası yoktur.
Tahta çerçeve yapmak: bir fotoğraf çerçevesini ince tahtalarla yapmak. yorum yok
Ev maketi: Tahta tuğla blokları ağaç tutkalı ile yapıştırıp ev yapılır. mimar sinan stayla.
Alçıdan kabartma yapmak: kırtasiyeciden alınan alçı kalıbına dökülürdü alçı. Ama inşaat ustasıyız sanki, tutturamazdık kıvamını vee, donarken çatlardı. Sonrasında bob ross edası ile boyardık onları.
Kontrplaktan figür: evet. insanı ölümlere sürükler adeta. Kıl testersi denilen dünyanın en kıl aleti ile çalışırsınız. ısındıkça kopar, kopmasın diye el sabunu sürülür falan. Ölüm gibi ya, son testere kırılmasın diye kıçını yırtar çocuk.
Makarna yapmak: dersin konusu makarna yapmak ise, herkes adeta birer ümit usta-oktay usta oluverir. erlenmayer denilen kapla suyunu ayarlarken, bir einstein a dönüşür öğrenci. Makarnayı kurala göre yapar. sağlıklı makarnanın kurallarını öğrenir çocuklar.
Teyel dikmek: evet hangi dikişin nasıl atıldığı konusunda bu konu da. Bunlar iki ucu düğümsüz ipliklerle kumaş sabitleme yöntemleridir. Elde makine dikişi, z teyel gibi çeşitleri de yok değil.
ilkokul birinci sınıfın ilk günü. ilk girdiğiniz ders aslında hayat bilgisidir.
öyleydi bizim okulda. haftanın bütün günleri ilk ders hayat bilgisi, ikinci ders matematik. Üçünü ve dördüncü ders türkçe, beşinci ders ise her gün farklı olurdu.
Ama içlerinde bir hayat bilgisi var ki, sorma gitsin.
Atatürk ün hayatını en klişe cümlelerle anlatır bu ders. öncelikle bu konu ile başlardı hayat bilgisi kitapları. Sonrasında atatürk ü tanıdıktan sonra aile bireyleri tanıtılır, hala ne demek dayı ne demek onlar öğretilirdi.
Ulan hayatı öğretiyolar be düşünsene, ne kadar garip. işlediği konu itibariyle pek bir sosyal bilimdir hayat bilgisi. Çevre koruma bilinci ve belli başlı tarihi olaylar, mevsimler, dünyamız, gibi konular hep bu derste öğretilirdi.
Pek çok çocuğun en sevdiği ders olma niteliğindeki bu ders, zaman geçtikçe yerini matematiğe, ondan sonra da beden eğitimine kaptırmıştır.
öğrencilerin ilkokul boyunca korkulu rüyaları ödevdir. Pardon, erkek çocukları için geçerlidir bu. Çünkü kız çocuklarımız genel olarak "melis" modunda olup ödevlerini gösteriş içinde yapıverirler. kalemi sıkı tutmaktan parmakları kızarır, bastırarak yazmaktan defterleri yırtılırdı.
Yine o günlerin birinde, öğretmen tahtaya bazı harfleri ve bazı şekilleri çizdi. Bunların hepsinden birer sayfa yazılacak diye ödev verdi. Şoka uğramıştım. Eve dağıldık. Geldiğimde saydım o harf ve işaretleri. Tam 21 tane. Korkuyorum hem de nasıl. 21 sayfa nasıl yetişir lan?
ağlamaklı söyledim bizimkilere,
b: ben
a: canım annem
b: * ühü. pis öğretmen 21 sayfa ödev. nasıl bitirecem ben!
a: olsun oğlum yapabildiğin kadarını yap biter.
__3 saat sonra__
b: bitmedi işte daha 8 sayfa oldu
a: vah yavruum elleri nasıl da titriyo.
__5 saat sonra__ (gece saatin 12 si)
b: al işte * 13 sayfa oldu
a: e yapma madem canım.
b: yarın sen de gel anne, öğretmenim bana kızar.
__
bir gün sonra öğretmenin yanına korku ile gittim ama, yanımda annem de vardı. Öğretmen hanım ödevini bitiremedi de çok korktu ondan geldim dedi annem. Niye korktun oğlum dedi. 21 sayfa ödev dedim. yanlış anlamışsın canım dedi, her işaretten 1 satır yazılacaktı.
dipnot: Hayatımın en büyük ve en masum salaklığını da anlattım ya, kimlik bilgilerimi bilenler, lütfen canlarım, hepinizi seviyorum. aramızda kalsın.
yıllar büyük bir hızla ilerlerken, insanda eksilmeyen en önemli özelliklerden biri de şüphesiz nostalji sevgisi. Nostalji denince herkesin aklına mutlaka gelen şeylerden biri de atari dir hiç şüphesiz.
Atari almak çok büyük problemdir. Anne babalar karşı çıkar.
+:anne
-:abi
/:beni baglamayan baglac
+ "Ders çalışmaz, sabahtan akşama bunla oynar kardeşin"
- "yok anne ders çalışacak, çalıştığı kadar oynayacak"
/ ... **
sonra atari alınır bir şekilde, ama annenizin suratı asıktır. ilk gün gerçekten çalıştığınız ders saati kadar oynarsınız. ikinci gün ise, abi-kardeş tank oynamanın tadına varmışsınızdır. oyunda"ortadaki kuş" her vurulduğunda hırs yapılır.
herkes "silah" alıp, en güçlü tak evresine geçmeye çalışır
mümkün olduğu kadar kısa sürede böümler bitirilmek istenir.
arada bir yanlışlıkla "ortadaki kuş" vurulur. önceki gün o konuşmayı yapan abi sinirlenir.
- ne yapıyon yaa ne yapıyonn!
/ ihihihii hehehe
- hadi bu defa yanmak yok
her geçen gün bir hastalık gibi büyür bu. Bir süre sonra tekli oyunlar daha çok ilgi çekmeye başlar.
idealist abi bomberman oynamaktan atari yi kimseye bırakmamaktadır. bir yandan korkmaktadır. tv nin tüpünü bitiriyomuş atari diye bir şehir efsanesi vardır çünkü.
hele bir de, akrabalar ve bir iki komşu aynı anda geldiyse, herkes atari başında bir el oynamak için sıra bekler.
baktınız olmadı, gidip gameboy ile tetris oynayın. ama atari gibi olur mu hiç!
zorlu mevsim koşulları nedeniyle, anne babaların acımadan tayt giydirdiği çocuktur. şimdiki gibi uzun gömleğin altına değil, pantolonun altına giydirilirdi.
ulan o değil de, bu çocuğun geleceği var, cinsel gelişimi var. ağlata ağlata giydirilir mi?
bir de çocuk üşüdüğü halde "üşümüyom ben yaa sıcak ki" diyerek kendini korumaya çalışsa da, o taytı giydirirler erkek adama. ulan bari bir eline de tesbih falan verin de, çocuk kendini erkek gibi hissetsin.
her oyun oynadığınızda düşersiniz, her düştüğünüzde yaralarsınız.
saklambaç oynarken büyüklerin peşinden gitmeye çalışan çocuksunuzdur, bir türlü taşlı yerleri atlatamayıp düşer kalkarsınız. Bisiklet sürersiniz ama düşer kalkarsınız. Futbol oynarken küçükseniz illa top çarpar düşersiniz, ama yine kalkarsınız. güçlüdür çocuk zira. her seferinde kalkar.
her seferinde düştüğünüzü ailenizin mümkün olduğunca geç görmesi için elinizden geleni yaparsınız. ellerdeki ve dirseklerdeki yaralar, akşam yemeği esnasında hemen sizi ele verirken, dizlerinizi ise banyo yapana kadar saklayabilirsiniz.
bazen nasıl saklayacam bu kadar büyük yarayı diye düşündüğünüz olur, bazen, yeni pantolonunuzun yırtıldığını saklayamamaktan korkarsınız.
saklarsınız, çünkü o çamurlu pis yaranızın, enfeksiyon kapmaması için önce yıkanıp sonra tendürdiyot ile silinmesi işlemi vardır. Bağırtır insanı her seferinde.
ama en güzeli, o yaraların kabuğunu soymaktır. Kaşınır batar, tekrar tekrar kanar. dokunma dokunma derler hep ama boşuna. bir köşeye sinilir, o kabuk da soyulur!
pedalı öndeki tekerleğin miline sabitlenmiş iki küçük demir çubuktan oluşan bu bisiklet, halıların üzerinde iz yaptığı gerekçesiyle, ekim ayından itibaren çatıya kaldırılır.
çocukluğumda ekim-kasım da lapa lapa kar yağardı yaşadığım yerde. ilk karın yere düşmesi ile birlikte büyük bir hüzün çökerdi içime.
abimden bana kalan, üç tekerlekli paslı bisiklet, suya tutulduktan sonra, çatının kenarına konulan merdivenle oraya çıkarılırdı. merdivenin dibinden onu çıkaranı izlerdim.
sonra başlardım gün saymaya, her gün sormaya.
+ne zaman bisiklet sürecem?
-karlar kalkınca
+karlar ne zaman kalkar?
-nisanda.
sonra küçük yaşta okuma yazma bilmenin avantajı ile, duvar takviminden nisan a ne kadar kaldığına bakardım. Her gün bir çarpı atardım takvime.
Nisan ayı gelir de kar kalkmadığı olursa fena. çünkü bisikletin inişi uzayacaktı. çok konuşan bir çocuk da olmadığımdan, dırdırla istediğini elde eden biri değildim. bu yüzden bekleyip mantıklı olanı yapardım.
ve büyük gün, üç tekerlekli bisikleti indirirler, çıkarıldığı gün olduğu gibi, suya tutularak kuruması için bir yere konulur, ve 6-7 aylık eğlence günleri başlardı.
o bisikletin indirildiğini izlerken duyduğum mutluluk. Şimdi neden terk ettin beni?
adeta barnebau stadyumundasınızdır. yaş en fazla 5 tabi rakip güçlü. onun yaşı 13.
kanepenin sol ayağı ile orta ayağı arasındaki yer kalenizdir. 10 da devre 20 de biter. abi ise karşıdaki televizyon masasını kale yapmıştır.
çok sıkı bir maç başlar, bilinen tüm futbolcuların ismi söylenerek saldırılır. tekme tokat havada uçuşur, sahadan kemik sesleri gelmektedir. ayrıca kanepenin bir tarafına oturan anne, bir ayağı ile de kalecilik görevini yerine getirmektedir.
durup durup kural uydurursunuz, kendi kalenize gol atıp "kendi kalesine atılan sayılmaz" dersiniz, sonra başlar gıcık abi kendi kalesine yirmibeş tane gol atar. elle kurtarırsınız bir golü, "elle oynamak serbest" dersiniz. abi adeta taffarel mübarek her topu eliyle tutuyo.
Sonra arada bir tekmeleriniz abinize çarptığında, parmaklarınız acır, abiniz birden "sağlık görevlileri sahaya iniyor" diyerek gelir, ağlayan kardeşinin tüm parmaklarını çıtlatır, bağırtır. hırslandırır geri ayağa kaldırır.
ikinci yarıda ise, rakip kale büyümüştür. kanepenin sol ayağı ile sağ ayağı arası!
sizin ise kalenizin üst tarafını tutan bir masa örtüsü.
Tüm bunların oynandığı bir adet, karpuz dilimi desenli balondan hallice top vardır.her akşam maç bittiğinde ise kırılan sürahiler, bardaklar, yıkılan soba boruları, ama galibiyetin haklı gururu doludur o salonda.
sen
tebessümü saklarcasına kapalı yüzün
gözleri gülen çocuk
koşmak vardı şimdi parklarda
ya da dolaşmak sokaklarda
ya da kamyonunu doldurmak bir kum havuzunda
Saçlarını taramak bebeğinin
tırnaklarından kaçırmak ellerini
bir kedinin
gözleri gülen çocuk
hayalini kurarsın hep
yaşamasan da
tadamasan da hiçbirini
sen gülüşünle gözlerinin
bir anneye hayat verensin
"varsın oynayamasın kuzucuğum" der ama
yeter ki hiç kesilmesin sesin
ilkokul yıllarında, lise yıllarında, kızın zeka seviyesine göre bazen de üniversite yıllarında yazılmış olan mektuptur. Ancak bazıları bunu yaparken, pek beceremeyip dudağın izini, şişme kadın ağzına benzetir.
mektupun tarifi:
Malzemeler:
- çiçek resmi. sayfanın sağ alt köşesinden yukarıya uzanan bir ayçiçeği benzeri çiçek.
- Çizgisiz tek sayfa a5 ebatlarında kağıt. a4 ten bir küçük yani
- bir adet markası önemli olmayan orospu ruju renkli ruj.
- bir adet iz bırakmayan tükenmez kalem.
- saçmalıklar aşk sözleri vs.
- eşşek dudağı gibi bir dudak.
- ağır kokulu parfüm.
bu malzemeler içinden opsiyonel olan malzeme bulunmayıp tüm malzemeler gereklidir.
hazırlanışı: ilk olarak a5 kağıda parfümünüzü sıkıp kuruttuktan sonra çiçeğinizi çizerek başlayın. kendinden çiçekli öpmeli mektup kağıtları da mevcut olup, el emeği kadar aşk içermemektedir. parfüm ilk olmalı yoksa sonra yazılar dağılır. Yazacaklarınızı iz bırakmayan tükenmez kalemle yazın aksi takdirde öpücük izi bırakırken, yazıların ayna görüntüsü dudağınıza çıkar. sevgilim aşkitom, bitanecik tontişim yazmayı unutmayın. "sni chok swiorm" da yazarsanız dadından yenmez. Sonrasında ise orospu ruju renkli kan kırmızı ruju eşşek dudağınıza sürüp çiçeğin y eksenine göre simetriği olan bölgeye yapıştırın izi! ! ! Dikkat edin, şişme kadın ağzı gibi durmasın.