sevgi duygusunun en saf halidir .
aşk değildir.
anne'nin çocuğuna duyduğu sevgi ile varlığı ispat edilip öğrenilmeye başlanır.
bireysel ilişkilerde ise; yokluğu ispat edilebilir olan sevgidir.
zulmedenlerin haksızlıklarına ve zulmüne ses çıkarmayıp bunları kabul etmektir.
kendisine dokunmayan yılanı bin yıl yaşatan zihniyetin yaptığı da boyun eğmektir.
yılan bir gün dokunacaktır; ses çıkarmayan, boyun eğen kimse, mutlaka zulmedilenin yerine geçip onun gördüğü zulümlere de maruz kalacaktır.
"Ne kendimizi geçmişimizle birlikte keşfedebildik, ne başkalarını -avrupayı ve sair- kavrayabildik. Bir kısır döngü (fasit daire) içinde dönüp duruyoruz" demektir.
geçmişimiz, yalnız zaferler açısından değil, insan kaynakları açısında da çok zengindi. Geçmişimizin her yılına birkaç cevher insan düşüyorken; günümüzde tabiri caizse kat-ı rical" (adam kıtlığı) mevcuttur.
Nedenlerine ulaşmak istiyorsak, önce geçmişimizle buluşmalıyız.
belliki dedelerimizin ve ninelerimizin insan yetiştirme konusunda sonuç veren metotları varmış. O metot sayesinde, bugün hasretle andığımız cevher insana ulaşmışlar.
Bunun tek yolu, anne babanın cevher insana dönüşmesidir.
A. L. Castellandan bir tespit: Osmanlılar, ihtiyarlara ve çocuklara büyük ilgi gösterirler
Osmanlı, bunu farkındaydı. bu yüzden aile içi ilişkileri sağlam tutmuş, ailenin yaşlılarına saygı duyulması gerektiğini toplumun tümüne benimsetmişti. Çocuklar bu örneklere göre yetişirdi.
kendisi iflah olmaz bir "türk ve islamiyet düşmanı" olan ingiliz Sefiri Sir James Porter, 17. yy. Osmanlı ailesindeki sevgi ve dayanışma ruhundan gıpta ile bahseder: Baba sevgisi çok kuvvetlidir. Çocuklarda sonsuz bir itaatle birlikte, evlatlık göreviyle olabilecek her şeye karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür. Osmanlılarda çoçukların anaları ve babalarına karşı besledikleri sevgi ve hürmet, özellikle takdire değer. istanbulda tabiatın yüzünü kızartacak derecede çığrından çıkmış evlatlar az görülür!
A. Bayer Neuf annees a Constantinople isimli eserinde Osmanlı toplumunun sevgi, saygı ve dayanışma ruhundan, yardımseverliğinden, ikramından, kendi ifadesiyle insanı minnettar bırakan davranışlardan uzun uzun bahseder. Fransız toplumunun bu hasletleri örnek almasını diler. insani hislerin ve hasletlerin 18. asır Fransasında, neden Osmanlı toplumundaki gibi olmadığını hayıflanır. Bunu sebeplerini araştırır ve bir yabancının varabileceği bazı doğru tespitlere varır. Der ki: Müslüman Türklerin barbarlıkları hakkında müelliflerimizin yazdıkları yazılara rağmen, bütün bu iddiaların aksini ispat eden vakıalar ortadadır. Dinen manen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun kendilerine çizmiş olduğu daire dahilinde hareket edebilirler.
Kimi aydınlarımızın bir türlü varmak istemediği bu noktaya bir yabancı gezginin üstelik 18. asırda ulaşmış olması düşündürücüdür. Brayer, Osmanlı toplumunu yücelten gizemi keşfetmiş ve kitabına çekinmeden geçirmiştir.
Şöyle devam ediyor:
O su bentlerini, yol boylarıyla gezinti yerlerinde rastlanan sayısız çeşmelerle sebilleri, yolcuları barındırıp dinlendirmek ve yiyeceklerini temin etmek için yapılan o hamamlı, çok odalı ve etrafları sıra sıra dükkanlı hanları kuran da o ruhtur.
"Hangi ruh?" diye sorarsanız, onu da izninizle Dr. Brayerin kaleminden okuyalım;
Kuranın müminleri teshir eden ruhu diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor; Birtakım menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettiği ticari muamele gaileleri, hasılı başka memleketlerin her şeyleri, kadınların çocuklarına karşı şefkatlerini çocuklarına azalttığı halde, Osmanlının harem (aile) hayatı, bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.
Dr. Brayer Osmanlı aile hayatına temas ederken, bilhassa yetişkin çocukların anne babaları ile birlikte oturmaktan derin bir haz duyduklarını belirterek diyor ki;
Çocuklar yetişip adam oldukları zaman, analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakta iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördüğü şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde.... -Oradan geçiyor kendi toplumunu eleştirmeye; Başka memleketlerde çok defa çocuklar, olgunluk çapına girer girmez (ekonomik özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz) analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe tartışmakta, hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde anne babalarını sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta, zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar.
Biz de Avrupalılaştık ya, işte şimdi aynı durumdayız. Aynı sıkıntıları, aynı hasreti çekiyoruz. işin tuhaf tarafı Avrupa; "aile kurumunu bozmanın faturasına" toplumun dayanamadığı görmüş ve aile kurumunu sağlamlaştırma arayışlarına yönelmişken biz yanlış istikamette azimle ve süratle mesafe almayı sürdürüyoruz.
Harem, Osmanlıda en çok çarpıtılan kurumların başında gelir.
Tarihi; film, dizi ve oryantalist bakış açısıyla öğrenenler Haremi adeta eğlence yeri, süt banyosu yapılan yer, umumhane olarak bilmektedirler.
Bazı batılı ve Türk Osmanlı tarihçileri; kasıtlı veya bilmeyerek bu önemli kurumu kendilerinin yaşadığı hayat tarzı ile aynı görmektedirler. Haremde hayat denilince, haremdeki insanların yemeleri, içmeleri, giyinmeleri ve en önemlisi de Padişahın ailesi ile halvet olması akla gelir. Halvet, kelime anlamı itibariyle yalnız kalmak ve baş başa olmak manalarını ifade etmektedir.
Haremde halvet veya halvet-i hümayun ise, Haremde yaşayan kadınların serbest ve meşru bir şekilde Haremin bahçelerinde veya mesire yerlerinde gezmeleri denmektedir. Kapalı havalarda Padişah; kadınları, ikballeri, sultanları yani kız çocukları ve oğulları ile görüşmek isterse, onları dairesine çağırtır, konuşur ve görüşürdü.
Padişahın sadece kendi aile efradı ile yaptığı bu toplantıya "muhtasar halvet" denmekteydi. Burada bir de Has Bahçede yapılan halvetlerden kısaca bahsetmek gerekecektir. Zira bir aile toplantısı ve aile halkı ile muaşeret ve sohbet toplantıları demek olan halveti, sanki haremin bahçelerinde düzenlenen ahlaksız alemler gibi takdim etmek isteyen insanlar bulunmaktadır.
Hür bir kadın ile mahrem kadınlar ve cariyelerin avret mahallerinin farklı olması, fıkıh kitaplarında cariyelerin kol, ayak, yüz ve başlarına efendilerinin bakabilmesi şeklindeki hükmün yer alması, meseleyi bilmeyen çevreler tarafından akıl almaz şekilde tahrif edilmiştir. işte bu ve benzeri çarpıtmalarla, Padişahların haremdeki ailesi ve ailesine hizmet eden cariyelerle bahçelerde veya haremin uygun yerlerinde yaptığı halvet adı verilen toplantılar ve aile beraberlikleri; maalesef akla hayale gelmeyecek sahnelerle anlatılmak istenmiştir.
Bütün bu çarpıtmaların karşısında özellikle has bahçelerde yapılan bir halveti ve hazırlıklarını özetlemek gerekirse şöyle ki; Padişah, halvet yapılacağını bir hatt-ı hümayun (padişahın önemli konularda toplantı veya başka hususlardaki emir yazısıdır) ile yetkililere bildirir ve ailenin rahatsız edilmemesini emrederdi. Has Bahçenin bazı yerlerinde mahremiyete riayet maksadıyla halvet sokakları ve halvet perdeleri bulunurdu. Halvet günü üçüncü avlu, tamamen boşaltılır; bahçenin dışarıdan görülebilecek yerleri halvet bezleri ile örtülürdü.
Bahçede (genellikle Şimşirlik Bahçesinde) kadınların ve cariyelerin dolaşacağı yollar üzerine çadırlar kurulur; hususi kapalı sokaklar ve oturma yerleri meydana getirilirdi. Bunların yanında namaz kılınacak mekanlar; çocukların oyun oynayabilecekleri yerler hazırlanır; yemek yenilecek ve oturulacak çadırlar kurulurdu. Çadırların içine haremden süslü ve işlemeli yastıklar, minderler ve perdeler getirilirdi.
Bazı batılı yazarlar, Hareme yabancı erkeğin girememesini ve Haremdeki kadınların da istedikleri zaman rastgele dışarıya çıkamamalarını, haremdeki hayatın sıkıcılığı ve yeknesaklığı olarak açıklamışlardır.
Mahremiyete riayetle ilgili şerî hükümleri anlatırcasına meseleyi tasvir eden bir batılı yazarın şu ifadeleri de enteresandır ; Kadınlar Padişahın izni olmaksızın sarayın bahçesinde de gezinemezler. Sadece ara sıra, günlerini bahçedeki köşklerden birinde geçirme izni alırlar. O zaman bekçi durumunda olan bostancılara uzaklaşma izni verilir ve örtüler örtülür. Doktorlardan başka hiç bir erkek hareme ayak basamaz. Onlar bile Padişahın özel izniyle ve harem ağalarının eşliğinde girerler. Hasta kadın ve çevresindekiler, uzun şallara bürünürler. Doktor nabzına bakmak isterse, hastanın bileği bir tülle örtülür; dilini veya gözlerini görmek istiyorsa, yüzünün kalan kısımları tamamıyla örtülü olmak şartıyla gösterebilir. Kızlar ağası bile haremdeki kadınlardan birine dikkatlice bakamaz.
Haremde Padişahın kendi ailesi ve hizmetkarlarıyla halvet etmesi usulü, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etmiştir. Yıldız, Çırağan ve Beşiktaş Saraylarında yaşanırken de halvetler sürdürülmüştür.
kaynakça için bkz;
1) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr, D. 10749; E. 2457;
2) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. D. 9916; bkz:Şimşirlikteki bir halvet
3) Osmanoğlu, Ayşe, Babam Sultân Abdülhamid, sh. 24-25;
4) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 9917; bkz:Sadabaddaki halvet için
5) Damad, Mecmaul-Enhür, c. I, sh. 80-81; II, sh. 538-539;
6) Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, sh. 132-133; Uluçay,
7) Harem II, sh. 148;
8) Uluçay, Harem II, sh. 148-149
9) BA, Cevdet-Saray, nr. 2529
10) Ayrıca krş. Penzer, The Harem, 259
11) DOhson, Ignatlus Mouradgea, Tableau General de iEmpire Othoman, 1970, paris c. III, Harem-i Hümâyûn, Çev. Ayda Düz, Hayat Tarih Mecmuası ilâvesi, istanbul 1972, sh. 10-11.
yabancı, otorite kimselerin sultan ikinci abdulhamit han hakkındaki objektif yorumlarıdır.
kaynakça yazının sonunda verilmiştir.
ingiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey, siyasi hayatı boyunca rakibi olmasına rağmen Sultan II. Abdülhamid Hanın vefatını öğrendiği zaman onun büyüklüğünü takdirden kendini alamamıştır; Ne büyük kayıp! Hasmımdı, ama onun ölümüyle diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti! Tahttan indirilmeseydi Balkan Savaşını önler ve 1.Dünya Savaşını çıkarttırmazdı (1).
Aynı konuda, 40 yıl süreyle Osmanlı donanmasında hizmet etmiş Amiral Sir Henry Woods da şu çarpıcı görüş ve iddiayı öne sürmüştür: Abdülhamid şimdiye kadar gelmiş geçmiş Osmanlı padişahları arasında en müstesna yeri işgal edenlerden biridir. Abdülhamid tahttan indirilmemiş olsaydı, Avrupa devletlerinin yaralarını sarmaya çalıştığı o büyük felaket (1. Dünya Savaşı) meydana gelmeyecekti. Aksini farzetsek dahi Abdülhamid, büyük bir ihtimalle Türkiyenin tarafsız kalmasını sağlayarak, memleketine bir zafer hediye etmiş olacaktı. (2).
1877de istanbula gelen Avusturya-Macaristan büyükelçisi Victor Graf Dubsky, önce babıalideki hükümet erkanı ile görüşüp ardından da Sultan II. Abdülhamid ile görüştükten sonra Ulu Hakan hakkında düşüncelerini şöyle açıklamıştır: Hayret verici bir şey ama doğruydu. Devlet erkanı sadece kısa mesafede ileriyi görebiliyordu. Geniş zaviyeli bir ihata kabiliyetleri yoktu. Abdülhamidin ise aksine fazla ihata niteliği vardı. Bu zıtlık telafi edilemezdi. Edilemeyince de devlet idaresinde başlayan aksaklıklar ileride daha vahim sonuçlar verecekti. Biz bunları iyi kullanmalıydık (3).
ingiliz casusu olarak bilinen, Yahudi asıllı Türkolog Arminius Vambery, ingiliz dışişlerine gönderdiği 7 Mayıs 1884 tarihli raporda Sultan II. Abdülhamid için şunları söylemiştir: Padişah elindeki büyün imkanları seferber ederek, hayırseverliğini her fırsatta göstermekten kaçınmıyor. Eğitim ve sağlık hizmetleri için büyük miktarlar harcamakta, halkının selamet, refah ve mutluluğu için yorulmak bilmeden çalışmaktadır. Padişahtan korkabilir, hatta nefret edebilirsiniz; ama çalışkanlığını ve adaletini asla inkar edemezsiniz. Vambery, başka bir seferinde de şu orijinal analizde bulunmuştur: Demir gibi bir irade, makul bir akl-ı selim, kibar ve nazik bir tavr-ı hareket, Türk ve islam mümessili (temsilcisi)! işte Sultan Hamid budur.
Onun, değil yalnız Osmanlı imparatorluğu hakkında, bütün dünya meseleleri hakkında derin bir vukufu vardır. Avrupayı istiladan kurtaran odur. O, mutaassıp (tutucu) bir Hristiyan düşmanı değildir. Olmuş olsaydı onları işbaşına getirmiş olmazdı. Eğer bir mani çıkmazsa o, Türkiyeyi ileriye götürecektir ve götürebilecek tek adamdır (4).
Vambery gibi Amerikan büyükelçisi S.S. Cox da Osmanlının kalkınması ve yıkılmaktan kurtulması için Abdülhamidin tek şans olduğu konusunda hemfikirdir.
Türklerin ilerlemesini gerçekleştirebilecek yegane şahıs sultan Hamiddir. Bütün vaktinide buna haşretmiştir. Müsahamalı bir hükümdardır. Bazı kibirli Avrupa Devletleri onu örnek kabul etmelidirler (5).
Elisabeth Warmeley Latimer, 19 asırda Rusya ve Türkiye isimli eserinde, Abdülhamid Hanın batmakta olan devleti olağanüstü bir gayretle nasıl kurtarmaya çalıştığıyla ilgili şu manidar tespitleri yapmıştır: II. Abdülhamid, Türk tarihinin en karanlık ve buhranlı zamanında, muazzam mesuliyeti üzerine alarak tahta oturdu. Sultan Hamid vezirlerini fersah fersah geride bırakan bir enerjiyle çalışır, Çok çalışkandır. Okumadan hiçbirşeyi imza etmez. Avrupa gazetelerini tercüme ettirerek okur. Az bir zamanda yüksek bir diplomat olduğunu ispat etmiştir. Mahvolmakta olan koca Osmanlı imparatorluğunu fevkalede iyi idare etmekle kalmamış, onu yükseltmeye çalışmıştır (6).
1890larda Sultan Abdülhamid ile sarayda görüşüp tanışan, Amerikalı gazeteci Sidney Whitman, ondaki nezaket, vakar ve zerafete nasıl tutulduğu şu hayranlık dolu sözlerle dile getirmiştir: Bu olağanüstü adamı küçültmek için o kadar şey yazılmıştır ki, üzerimde yarattığı nezaket ve içtenlik izlenimimi tekrarlamaktan kendimi alamayacağım. Abdülhamid, bahse değecek bir fiziki avantajı olmadığı halde kendisiyle temasa geçenlerin sempatisini kazanmak için hesaplanmış ve gerçekten sempatisini kazandıran nadir rastlanan bir nezaket, sade bir vakar ve davranış nezaketine sahipti. Bakışında, hatta katibine hitap ederken emretme alışkanlığını ifşa eden hoş tonlu sesinin monoton dengesinde, yaşamı boyunca kesin, hatta kölece bir itaati zorla sağlayan bir şey vardı (7).
Almanyanın siyasi birliğini sağlayan ünlü politikacı Bismark da, Abdülhamidin hakkıyla anlaşılamadığını ve haksız hükümlere maruz kaldığını düşünmektedir: Sultan Abdülhamid Avrupada bir hasta olarak ele alınmaktadır. Fakar bana göre O, Haliç kıyılarında bulunanların hepsinden daha yüksek bir diplomattır. Ona karşı adilane hüküm verilmediği kanatindeyim (8).
1905te Sultan Abdülhamidi çok merak edip görmeye muvaffak olan ve kendisine sürekli şekilde vahşet canavarı olarak tanıtılan padişah hakkındaki değişen kanaatlerini, italyan Filarmoni Akademisi Başkanı Enrico di San Martino şöyle ifade etmiştir: En büyük şaşkınlığa kendisiyle görüşünce uğradım. Bu adamın kanlı vahşeti hakkında gazetelerin anlattıklarının etkisi altındaydım ve bir tür kaba vahşi ile karşılaşacağımı sanıyordum. Aksine, sesinde ve ifadesinde ince bir nezaket ve en büyük etkileyici yumuşaklığa rastladım (9).
Sultan Abdülhamidi, imparatorluk topraklarını yeniden fethe girişen ve Osmanlı geleneğini yeni bir yorumla çağa uyarlayan ilginç bir devlet adamı portresi olarak tanımlayan Fransız bilgin François Georgeon, büyük bir iddia ile şu söylemi seslendirmiştir: Abdülhamidi ve onun hükümdarlık dönemini anlamak, bir bakıma bugünkü Türkiyeyi tanımak demektir (10).
ingiliz Yazar Joan Haslipin iki önemli tespiti de şöyledir: ittihatcılar yaptıkları hataları halktan gizlemek için, Sultan Hamid rejimi aleyhinde şiddetli bir kampanya açmışlardı. Sultan Hamid kadar hiç kimse, bir harpten memleketinin ne kadar az kazanacağını veya ne kadar çok şey kaybedeceğini bilemezdi (11).
Abdülhamid devrinin büyük bir eğitim şahlanışına sahne olduğu konusunda, meşhur Hollandalı tarihçi Erik Jan Zürcherin mühim tespitleri ise şöyledir: Döneminde eğitim, idare, adalet ve iletişim gibi birçok alanda ıslahat yapıldı ya da yapılan ıslahatlar genişletildi. Eğitim ve iletişim alanlarındaki ıslahatlar özellikle kayda değerdir. Batı tarzı okulların gerek sayısı, gerek verdikleri mezun sayısı arttı ve 1900de Darülfünun açıldı. Alt tabakalardan gelen öğrenciler artmış ve batı etkisi ilk defa yönetici elitin dışındaki kitleye ulaşmıştır. Abdülhamid döneminde kitapların, dergilerin , gazetelerin trajı çok büyük ölçüde artmıştır. Bu yayınlar, modern bilim ve teknoloji ile imparatorluk dışındaki dünya hakkında halkın aydınlanmasını sağlamıştır (12).
Tüm dünya büyük Hakan Sultan 2. Abdülhamidin değerini anlamışken, Bizler o şanlı ecdadın torunları olarak onların yarım bıraktığı mirası Allahın izniyle tamamlayacağız!
Kaynakça için bkz;
(1) Nak. Refik, Efsane Soluklar, s. 133.
(2) Woods, A.g.e., s. 117.
(3) Bardakçı, imparatorluğa Veda, s. 89
(4) Nak. Necefzade, a.g.e., s. 82
(5) Nak. A.g.e., s. 83
(6) Nak. A.g.e,.s. 82
(7) Koloğlu A.g.e,. s, 353,354.
(8) Nak. Müftüoğlu, a.g.e,. s. 420.
(9) Koloğlu, a.g.e,. s, 354.
(10) Osmanlı Ansiklopedisi, s, 266-274
(11) Koloğlu, . A.g.e., s. 173-175
(12) Zürcher, Milli Mücadelede ittihatçılık, 28-29
yalan tarihtir.
sistemi meşrulaştırmak için yazılan tarihtir.
ağaç ile kökünün birbirinden bağımsız yaşayamayağı bilinerek , kasten uydurulmuş tarihtir.
ilkokul çağlarımızda hepimize padişahlarımızı baskıcı, itici, kesip biçen en önemlisi de vatan haini olarak empoze ettiler. Hepsi okullarda öğretilenin tam aksineydi.
Hiçbir Osmanlı padişahı hain değildir.
Hiçbir zaman baskıcı olmamışır. Osmanlı dünyaya adalet ve hoşgörüsüyle nam salmış ve hükmetmiştir.
Başka hiç bir ülke kendi tarihini bu kadar karaladığı görülmemiştir. Dünya üzerinde Osmanlıya en çok sövülen, hakaret edilen ülke Türkiye'dir. Bugün yunanlılar dahi "kahpe" bizansına sahip çıkarken biz kendi kanımız, canımızdan olan OSMANLIya dil uzatıp, iftira ve hakaretler yağdırıyoruz.
sebep nedir ? - "uydurmanın" , doğru olduğu olduğu öğretildi genç beyinlere.
Genç nesli hep böyle uyuttular. Gerçekler ortaya çıkmaya başlamıştır.
mason, dönmeler ve avanesinin(yardımcı) artık son çırpınışlarıdır.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek derki; Size okullarda öğretilen tarihe inanmayın,
bizlere, ceddimizi karaladılar; cihanda hiç yapılmamış gaddarlıkarı onlar yapmış gibi göstermeye çalıştılar ve başardılar."
Doğu ile Batının, geçmişle geleceğin, iki kıtanın, iki uygarlığın kavşak noktasıdır.
inançların, kültürlerin, toplumların beşiği.
Evrensel bir müze; toplumsal değişmenin ve geleceğin bir aynası.
Bir tarihin hem sahnesi, hem tanığı.
Üç büyük imparatorluğun efsanevi başkenti istanbul.
10 Roma, 82 Bizans ve 30 Osmanlı Hükümdarı olmak üzere toplam 122 imparatorun
hükmettiği bu şehir, eşine az rastlanır bir kültür mozaiği oluşturmuştur.
Büyük iskender, Hun imparatoru Atilla, Yıldırım Beyazıt ve Sultan ikinci Murad
tarafından alınamayan bu şehri fethetme; Ortaçağa son verip Yeniçağa damgasını vurma
onuru, 53 günlük bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453 tarihinde büyük Osmanlı
Hükümdarı Fatih Sultan Mehmete nasip olmuştur.
Türk tarihinin en önemli olaylarından birine sahne olan istanbul, 469 yıl süreyle
Osmanlı imparatorluğuna başkentlik yapmıştır.
istanbul, Hicaz Demiryolunun karar ve başlangıç noktası,
Haydarpaşa tren istasyonu ise, bu tarihi misyonun giriş kapısıdır.
Amiral Nelson, 1798 yılında Fransızlara karşı yaptığı bir deniz savaşında sağ kolunu kaybetmiş ve ingilterede bir süre tedavi görüp iyileştikten sonra bütün şiddetiyle devam eden savaşta görevinin başına dönmüştü.
Çekilen Fransız donanması şimdi Akdenizdeydi ve nereye yöneleceği bilinmiyor ve haber alınamıyordu. Oysa Fransız gemileri, Napolyon Bonapartın hiç beklenmedik kararıyla rotalarını mısır'a çevirmişti. Akdenizde ateşli bir arama ve kovalamaca başlamış, Nelson tam 2 ay boyunca Fransız donanmasının izini aramıştı.
Malta adasını zapt eden Fransız filosunun, Mısırın iskenderiye şehrine yöneldiği haberi gelmesi üzerine iskenderiyeye Napolyondan önce varmaya karar veren Nelson, düşmanlarından 2 gün önce iskenderiyeye ulaşmıştı.
iskenderiye limanında Fransızları bulamayan Nelson geriye dönmüş fakat 60 mil açıkta limana doğru ilerleyen Fransız donanmasını görememişti. Filolar birbirinden habersiz bir şekilde ters yönde geçip gitmiştir.
Napolyon iskenderiyeye doğru ilerlerken, Nelson da ters istikamette uzaklaşıyordu. Fransızları ellerinden kaçıran ingilizler ancak 1 ay sonra yerlerini öğrenebildiler.
Dönüp dolaşıp iskenderiye limanına geri gelen ingiliz filosu, 1 Ağustos 1798de, gün batımına yakın bir saatte nihayet Fransız gemilerini gördü. Amiral Nelson hiç vakit kaybetmeden hücum emrini verdi. Baskına uğrayan Fransız gemileri büyük bir şaşkınlık içindeydi. 5 Fransız gemisine, 8 ingiliz gemisi ateş karşı karşıyaydı. Saatler gece yarısını gösterirken, Napolyonun Mısıra çıkarma yaptığı filosu darmadağın olmuş, çoğu batmış veya esir alınmıştı. Bu arada Amiral Nelson da başından ağır bir şekilde yaralanmıştı.
Napolyon 19 martta, Osmanlı toprağı Filistinin kuzeyinde çok stratejik bir konumu olan Akka Kalesi önlerine geldi. Küçük bir liman olan Akka, hayatının 50 yıldan fazlasını savaş meydanlarında geçirmiş ve yetmişini aşmış bir Osmanlı komutanı olan Cezzar Ahmed Paşa tarafından korunmaktaydı. Mısır ve Filistine çıkan Napolyon, Akka Kalesini de bir kaç gün içinde alacağından emin olarak Cezzar Ahmed Paşaya yazdığı mektupta: işte kalenin duvarları önüne geldim. Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana birşey kazandırmaz. Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et!.. demiş ve karşılığında da: Hamdolsun gücümüz yetiyor ve elimiz silah tutuyor. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de, küffar ile cenklerde geçiririz! cevabını almıştı. Ünlü Fransız general Paşanın bu cevabını okuyunca etrafındakilere: Anlaşıldı, bu ihtiyar bizim birkaç günümüzü heba edecek ama merak etmeyin, iki gün sonra şehrin ortasındayız. diyerek 19 Mart günü savaşa başladı. Tam 64 gün devam eden ve her gün biraz daha artan baskıya rağmen her hücum püskürtülerek Fransız askerlerine ağır kayıplar verdirildi.
Napolyon ummadığı bu durum karşısında ne yapacağını şaşırıp yüksek rütbeli bir subayını kaleye göndererek direnmenin netice vermeyeceğini, şehir teslim edilirse Paşanın ordusu ve ağırlıklarıyla beraber istediği yere gitmesine -güya- müsaade edeceğini bildirdi ise de Cezzar Ahmed Paşadan Devlet bizi bu kaleyi teslim etmek için vezir yapmadı. Ben Cezzar Ahmed Paşa, şehitlik mertebesine ulaşmadan bir karış toprak vermem! cevabını aldı. iyice çileden çıkan Napolyon yaptığı yeni planlarla topçularına geceli gündüzlü Akka Kalesini dövdürdü. Fakat açılan gediklerden şehre giren herkes Osmanlı askerinin müdahalesiyle yok ediliyordu.
Gece dahi meşaleler ışığında Akkaya hücuma devam eden Fransız Ordusu meydana gelen çarpışmalarda yarı askerini Akka kapılarında ölü olarak bırakarak ağır bir yenilgi aldı. Bu müthiş hezimete Kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı! diye hayıflanan Napolyon, tüm ağırlıklarını kumlara gömdürüp önce 21 Mayısta Kahireye gitti. Daha sonra da ordusunu ingilizlere esir bırakıp 2 gemisiyle 25 Temmuz 1799da Mısırdan kaçtı. Hayatının en büyük dersini Osmanlıdan alan Fransız Başkomutan Napolyon Akkada durdurulmasaydım, bütün doğuyu ele geçirebilirdim! diyerek ihtimal hesaplarıyla teselli olmaya çalıştı.
işte bu yaşananlar sonrasında Osmanlı Sultanı III. Selim, ingiliz Amiral Nelsona, yaptığı dolaylı yardımları sebebiyle; daima hafifçe titreyip pırıldayan bir Pırlanta Sorguç ile Ay Yıldızlı bir Osmanlı Murassa Nişanı vererek kendisini onurlandırdı.
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya duyulan sevgi ve saygının dizelere yansıdığı şiirdir. incelenmesi gereklidir.
Fahrettin Paşa, Medine Müdafaası sırasında aç, biilaç askerlerine moral için bir şiir yarışması düzenler.
Bu yarışmadan Üsteğmen idris Sabih Beyin şiiri birinci çıkar ve üsteğmen şiirini okumaya başlar;
Nedense kimseler anlamaz eyvah,
O kadar saf olan dileğimizi,
Bir ümmi isen de Ya Rasulallah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.
Ne kanlar akıttık hep senin için,
O ulu Kitabın hakkı içün aziz.
Gücümüz erişsin ve erişmesin,
Uğrunda her zaman dövüşeceğiz.
Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz.
Can verir, cananı veremez Türkler.
Ebedi hadimül harameyniniz.
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz.
Can verir, cananı veremez Türkler.
Ebedi hadimül harameyniniz.
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler.
ölsek de ravza'nı ruhumuz bekler.
dayanacak gücü kalmayan askerlere takat veren şiir, askerlerimizin o nurdan gözlerinden akan gözyaşı damlaları ile tarihe kazınır.
askerlerimiz her taraftan abluka altına alınmış, günlerce susuz, yiyecek çekirge dahi bulamamış, açlıktan nefesleri kokmuş -ki o nefese feda olsun ömrüm- kanının son damlasına kadar müdaafada bulunmuşken, sen nasıl olur da saygı duymaz, safsata ırkçılıklarınla inkar edersin bu ceddi.
türkiye'nin kendinden başka arkası yoktur.
dostu; yine kendisidir.
düşmanı; dostu olmayan herkestir.
dolayısı ile kendi kendine yetecek gücü haiz olması gereklidir.
Montesquieu'nun ekseriyetle hukuk sosyolojisini ele aldığı en önemli eseridir.
Okunması, en azından hakkında fikir sahibi olunması gerekli eserdir.
Montesquieu'ya göre insanları, dolayısıyla toplumları pek çok
şey yönetir; iklim, din, kanunlar, hükümet ilkeleri, tarihten alınan
dersler, ahlak, örf ve adetler. Bunların hepsi bir toplumun "Genel
Ruhu"nu , yani milli karakter özelliklerini oluşturur. Her
millette bu sayılanlardan bir veya birkaçı kuvvetli olabilir, diğerleri
ise daha zayıf kalabilir. Örneğin vahşiler; (ilkel ya da yerli diye nitelendirilen toplumlar anlamına) üzerinde iklim tek başına hükmederken,
Çinlileri örf-âdet yönetir; Japonları kanunlar baskı altında
tutar, isparta'da bir zamanlar ahlâk etkindi; Romanın özelliklerini
belirleyen ise hükümet ilkeleri ile eski geleneklerdi.
Montesquieu'ya göre kanunlar(hukuk), toplum tarafından biçimlendirildiği gibi, toplum da kanunlar tarafından biçimlendirilmektedir. Bu fikir, Montesquieu'nun çağının çok ötesinde, tümüyle modern sosyolojik bir fikir olarak karşımıza
çıkmaktadır; zira onun zamanında hukuk, yani kanunlar toplum
dışında kanun koyucu tarafından empoze edilen kurallar olarak
algılanmaktadır.
Montesquieu'nun Kanunların Ruhu diye ifade ettiği, her toplumda farklı dengeler oluşturarak, kanunların da farklı biçimde oluşmasının sağlayan başlıca etkenler ise şöyledir;
1- Morfolojik Etkenler
2- Manevi Etkenler
3. Yönetim Biçimlerinin Kanunlar Üzerindeki Etkisi
4. Kanun Koyucu ve Kanunlar
ehl-i sünnete tabi bir kimse olarak, dinler arası diyalogculara "yeter kalpazanlığınız, kafire yalakalığınız, islamı yozlaştırma çabalarınız" demek namına izahatini lazım gördüğüm meseledir.
islamiyet ile Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır:
-Hristiyanlık'ta teslis(üçleme-üçlük) akidesi olduğu halde islâm'da tevhid(birleme-"bir"lik) akidesi vardır.
-islam, son ve tek din olmakla beraber bütün semavi dinleri ve peygamberleri ihtiva eder; Hristiyanlık ise, yalnız kitab-ı mukaddes(incil)'i hak bilir ve Kur'an-ı Kerim'i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez.
-Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkar olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; islamiyet ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir.
-Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; islamiyet'te ise, günahlar yalnız Allah(c.c.) tarafından bağışlanır.
-Hristiyanlık'ta Hz. isa'nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; islamiyet'te ise, Allah'ın kelamı vahiy yoluyla, Cebrail vasıtasıyla bildirilir, kelamların tezahürü de Kur'an -ı kerim'dir.
-Hristiyanlar'a göre isa(a.s) çarmıha gerilmiştir. islam'a göre ise, Allah(c.c.) onu kendi katına yükseltmiştir.
-Allah katında din, şüphesiz islamiyet'tir..." (Ali imran: 3/19)
-"innedini indallahil islam", manası; "Allah indinde tek din islamdır."
-"Kim islam'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, ahirette de kaybedenlerden olacaktır" (Ali imran: 3/85)
eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluhu'dur.
Allah(c.c.)'ın varlığına ve birliğine; Muhammed(s.a.v)'in onun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ettim, inandım, iman ettim anlamına gelir.
müslümanlığa ilk adım ve müslümanlığın şartıdır.
bazı islam yozlaştırıcılarının şu günlerde şehadet yalnızca "eşhedü en lâ ilâhe illallah kısmından ibarettir" şeklinde empoze etme çabalarının da söz konusu olduğu, diyalog söylemleri ile tek ilahlı dinleri birbirine karıştırma çabalarının, üzerinde gerçekleştiği, müslümanlık nişanıdır.
peygamberimizin Allah'a kulluğuna ve onun resulu olduğuna iman etmeyen kişi, müslüman olamaz.
yalnızca la ilahe illallah demek yalnızca Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmek demektir.
dolayısı ile şehadet islamiyete ilk adım ise kelime-i şehadeti kısmen değil, tümüyle kabul ve zikir etmek gerekir.
lisan farkı dışında yahudi ve hristiyanlar da Allah'ın varlığını ve birliğini kabul ediyorlar, haliyle aradaki fark ve şart; peygamberinde allah'ın kulu ve resulu olduğuna iman etmektir ki "müslüman" olunabilsin.