türkiye felsefe üretmeyen, edebiyatına felsefeyi sokmayan bir ülke ve felsefenin sanata yansıtılmaması sanırım sanatımızın da kısır kalma, çağı yakalayamama nedenlerinden biri. soru işareti taşımayan, yerleşik kalıpları yinelemekten öteye geçmeyen bir sanat ve eleştiri anlayışının yüceltilmesi, edebiyatımızı daha da sığ noktalara sürükleyecektir.
eskiden, bu kadar çok ev, apartman yokken, tarlaların bol olduğu, kırların yemyeşil olduğu zamanlarda, komşularla bu güzelim tarlalara giderdik. geniş kilimlerin üzerine sofra örtülerini yayardık. annem mercimekli köfte yapardı. yanında taze tereler, turplar, maydanozlar. açık hava da insanın iştahını açınca, nasıl yerdik. üzerine de demli çay... baharda kırlara açılmak tabiata iyi geldiği gibi, bize de iyi geldiğini söylerdi annem. kanımız tazelenir, ciğerlerimiz bol oksijene doyardı. yani yeni moda deyimle detokslanırdık.
aslında saman sarısı kumtaşından yapılmış şato, şu anda yavaş yavaş yükselmekte olan kış güneşinin soluk kızıl ışıkları altında turuncu bir renge bürünmüş olarak, arduvaz grisi bir gök altında gerçek değilmiş de bir yağlıboya tabloymuş gibi bütün ufku kaplıyordu. kurşuni granit taşlardan örülmüş yüksek bir duvarla çevrelenen çok katlı şatonun hemen yanındaki yüksek bina ise şatodan daha çok dikkat çekiyordu.
grafikleri call of duty'yi aratmayacak derecede iyi olan yapay-gerçeklik savaş oyunu. mermiler her ne kadar boyadan da oluşsa biraz can yakıyor tabi. işin gerçekliği de burada zaten, vurulmuş hissi uyandırıyorlar.
devasa cüsseli durmadan çatıdan çatıya atlayan beyaz kanatlı yardımcısıyla dünyayı chair ve arkadaşlarından koruyan süper kahraman.
"spoon" diye bağırmasıyla da meşhurdur.