bandini
120 (çevresinde sevilen sayılan)
sekizinci nesil yazar 7 takipçi 31.22 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    rock grupları gençleri uyuşturucuya özendiriyor

    1.
  1. saçmalıktır yazacaktım ki birden vazgeçtim. bazı yazılsa daha iyi olurdu tabi. olay şöyle gelişti; bazen kendi fikirlerinizi bilinçsizce üretirken bir anda dönüp bakma ihtiyacı yada şansı yakalarsınız. bu da onlardan biri. çok büyük bişey beklemeyin len. ama şöyle de bi olgu vardır mirim. elbette özgürlük hemde kıyasıya özgürlük savunan bir kişi olmama rağmen bazen biraz bunun rüzgarı bizi fazla savuruyor galiba. yani özgür ve muasır olmak adına serbesti kavramını zorluyoruz. bu da bize daha sonradan yine bu mecrada alenen dalga geçtiğimiz arada kalmış bir new age x jenerasyonu olarak dönüyor. aynı kabilden tokio hotel isimli grubun emo akımının oluşumunda yada popülerleşmesinde hiçbir etkisi yoktur demeci de müstahak olur. zira bunun geçerliliği bende sıfır noktasına yakındır. hiç şüphesiz insanların karakter hesaplaşması yaşadığı ve kimlik şablonunu oluşturduğu yaşlarda görülen (s)imgeler (bazen bunları delüzyon da kabul edebiliriz) körpe dimağlarda kolay filizleniyor. konuyu çok uzattım ama önyargıları kırmak makul bir retorik gerektiriyor malesef. sonuçta 13 yaşında ve duman hayranı bir ''erken teenager'' pekala bu durumdan olumsuz etkilenip uyuşturucu ile temasa geçme isteği duyabilir. acaba onun içinde ''zaten içinde varmış onun. içinde olunca da sokakta görse de ister zaten'' gibi sığ bir yaklaşıma gidebilecek miyiz? şahsen ben kurtlar vadisi isimli şiddet gösterisinin binlerce sigara tiryakisi ve yine binlerce bıçkın mahalle delikanlısına katalizör olup seri üretimi sürdürdüğünü düşünüyorum. yada porno filmlerin ulaşımının internet vasıtası ile kolaylaşmasından mürekkep kadınları aşağılamayı doğru bellemiş ( ve bunu bellediğini fark edememiş) bir mega erkek kirliliği görüyorum.

    neticede hepimiz basit varlıklarız. kendimizi kompleks görmek ve irade sahibi addetmek konusunda en çok reklamcılar kıkırdıyor sanırım. insanları etkilemek o kadar zor değil.

    hamiş; evet bence bir özendirme var ve bu sağlıklı değil. bir tek o değil elbette...misal uzun yıllar rock türevi seven ve savunan şimdi ise biraz sıtkı sıyrılmış biri olarak bir çok metal grubunun da buna benzer etkileri olduğunu söyleyebilirim. sözleri ve görünümü vahşetten direkt bahseden ve teşvik edenler için söylüyorum bunu. belli bir kesimi günah keçisi olarak sunmak değil yani amaç. evet toplumun her yerinde birbirini kötü etkileyen yada yanlış yollara sürükleyen kişi veya kurumlar var. ve bunları özgürlük adına savunmak gelişmişlik göstergesi olmamalıdır.(müzik veya sanatlarını elbette ayrı tutuyorum) netice ile kendi etkilenimlerimiz ve şahsi duygularımız diyalektik düşüncenin önüne geçerse ilerici bir ahmaklık gafletine tutulmamız işten bile değildir.
    0 ...
  2. birden fazla orospu

    1.
  3. bundan 3-4 yıl önce bir süre bir şehirde yaşadım. birlikte yaşadığım uzun süreli sayılabilecek kadından ayrılmıştım ve anlaşılması güç bir vicdan buhranı peşimi bırakmak bilmiyordu. suçlu olmadığımı, her zamanki gibi olması gerekenin bizim duygu ve mantıklarımızın ötesinde kendi yolunu bulduğunu düşünüyordum ama kar etmiyordu. ilişki yahut aşk ticari bir faaliyet gibi kazanımlardan beslenmediği gibi bazen duyguları dahi yıkarak kendi oluşumunu besleyen tüm değerlere (yoksa değersizliklere mi demeli?) rest çeken bir tür canavardı. olmuyordu kısacası. nitelikli gördüğüm vakarım bu makul yas süresini likide etmeliydi. neyse.

    iç hesaplaşmamı sürdürmek ya da sona erdirmek için başka bir mekana ihtiyacım olduğunu düşünerek evden çıktım. bir süredir orada yaşayan arkadaşımın yanına gittim. orada, tahmin edildiği üzere, 3 gün sarhoş gezdim. tümüyle bitmiş bir tüp gibi kendimi boğazlıyor ve zihnimin erekte olmasını bekliyordum. makul bir nekahet süresini tadını çıkararak oynuyordum. neden olmasındı?

    birkaç günün ardından çevremdekiler kafamın dağılması için takıldığımız bara bir hatun çağırdı. 2 çift halinde takılacaktık. elbette bu kızlara söylenen kısmı idi. bana söylenen ise kendime biraz hakim olmam gerektiğiydi. sebebi ise basit: kolay hatundu. suyuna git, sabret, zihnini döv biraz, aptallığa geçit ver, soneleri siktir et, faydasız tüm bunlar, taze ete ihtiyacın var senin, kuralına göre oyna ve sik onu!

    kız mekana geldiğinde çoktan birkaç içki içmiştim ve kafam oluşmaya başlamıştı. nasıl tarif etmeli? ufak tefek, parlatıcı sürülmüş dudaklarına erkekliğinizi ittirmek isteyeceğiniz, itiraf etmek gerekirse oldukça güzel ve bir o kadar da yapay bir yaratıktı. tanıştırıldık. hoş görünüyordu. ortam, kadın, müzik, içki… aradan biraz süre geçmişti. onun bu ilgisi tamamen kendi üzerindeki basit egosu ile vücudunu teslim edeceği doğru sperm arasında salınan ikiyüzlü fahişeliğini tüm kadınlardan ayıran olağanüstü aptallığını henüz fark ediyordum. sormadım ona ama öyle sanıyorum ki kel erkeklerden hoşlanıyordu. arabalardan, erksel güçten, kokteyllerden ve kız kıza karaoke barlarda çakırkeyif olup erkeklere göz süzmekten, ertesi gün içtiklerini bire bin katarak anlatmaktan, yaşadığı hayatı önemsemek yahut hissetmekten çok bunun karşıdaki aksini görerek aşağılık varlığını beslemekten hoşlanıyordu. ona eski göldeki akis ve narkissos hikayesini anlatabilirdim. ama muhtemelen ‘’ahahah, çok iyiymiş ya’’ derdi kaltak. gereği yoktu. hem de hiç.

    biraz daha içtim orada. o ise belki bir iki renkli sıvı yolladı narin midesine. etrafa baktı çokça. daha iyisi her zaman bulunurdu elbette. ben içtim. fazla önemsememeye çalışıyordum.

    ne ara başladı ya da sebebi ben miydim bilmiyordum ama atışmaya başladık. birbirimizi iğneliyor ve bundan sanki muzır bir haz alıyorduk. bakış farklılığı yüzünü göstermekte gecikmedi tabi ve ben onun salt vücuduna sahip olup onu hayvanca sikmek ile değersizliğini yüzüne vurup kafasını en adi mengene ile sıkıştırmak arasında aritmik bir dans halindeydim. tanrım çok zordu. tanrının var olmamasından bile daha zor. belki.

    orada yaptığım birkaç anlamsız ve belki uygun düşmeyen açıklama ya da her anlamda temasları saymazsak durum kötü görünüyordu: anlamayacaktı, biliyordum. ama duramıyordum, durunamıyordum. alkol içimdeki tatlı telaşını bir kenara bırakmış, ‘’evet, şimdi’’ safhasına atlamıştı. ve ben sallanan bedenimle ona bir şeyleri fark ettirebilmek ile boynunu sıktığımda bir süre sonra asfiksifili benzeri bir haz ile gözlerine oturan kanın mutlak son olduğunu bilmek arasında yüzüyordum.

    tartışma ve uyumsuzlukların meydan çıkması ve elbette seks ihtimalinin ortadan kalkması ile biraz daha netleştim sanırım. bardan çıktık. yürürken hala anlamsız ve mesnetsiz fikirler saçıyordu etrafa. başıbozuk salyalı bir rüyalanma çok daha makbuldü benim için. en son bana yılanlarını salışıydı ve ‘’bunu yanımdan alın yoksa kürekle o güzel boynunu gövdesinden koparırım’’ dediğimi hatırlıyorum. ya da daha az gösterişli benzeri bir cümle…

    eve vardık. içeriye girdiğimizde sarhoşluğun, içimdeki vicdani oyunun, aptallığa fırlatılmış hüzünle karışık tiksinmenin ve bacak damarlarımın karşı koyamadığı bir devrilmenin eşiğindeydim. fazla oda yoktu. diğer çift kendi odalarında yatacaktı. benim bir odam olmadığı için salonda yatacaktım. bizimle dışarı çıkmayan diğer ev sakini ise kendi odasında ağır gaz kokusu içinde yuvarlanıyordu. güçlü göründüğümü sandığım o aptal sarhoşluğuma rağmen kaltak benimle aynı odada kalmak istemedi. peki dedim. peki. dolaptan bira aldım sanırım. belki de yalan söylüyorum. birayı hızlı bir şekilde içip başımı o yumuşak masaya bıraktım. sonra anlattıklarına göre ‘’sızmak, işte böyle olur’’ gibi efsanevi sayılabilecek bir cümle kurup kafamı tok bir ses eşliğinde masaya bırakmışım. ben uyandığımda yatakta olduğumu hatırlıyorum aslında ama bu anlatılan da oldukça makul bir gece sonu önerisi sanırım.

    uzatmayalım. sabah kalktım. son birkaç güne göre oldukça iyi uyanmış sayılırdım. mutfakta biraz siktirik gitarla oynadım. anlamsız bir boş vermişlikle neşe karışımı içerisinde etrafta geziniyordum. bilirsiniz aslında o sabahları. hani hep yaşadığın o duvarlar içerisinde ilginç bir anlam bulduğunuz aptallaşma anları. ahali kalktı ve kahvaltıyı kırmızı şarapla yaptık. oldukça ekşiydi. tanenli derler sanırım. ben bilmiyorum ama. geceki telaşlarımızdan uzakta daha ılımlı bir ekip olarak günü sürdürdük. her zaman gece olamaz elbette.

    benim için daha ilginç bir detay daha var. onu anlatmazsam haksızlık olur. gün içinde içerken biraz çakırkeyif olmuştum. odalar arasında dolaşıyor ve akşam olması için elimden geleni yapıyordum. ev halkı dağınık şekilde absürd bir koreografi sunuyor ve belli başlı (ki ne olduğunu hiç bilmiyorum) işler ile ilgileniyordu. bir ara salona gittim ve o ağlıyordu. sessiz ve masum bir ağlayıştı. televizyonda yapış yapış bir dizinin dramatik bir sahnesi vardı ve o, allah kahretsin ki bunu hala anlayabilmiş değilim, o, elinde bir kase fındık, ve biri de ağzında, ağlıyordu. saf gözyaşı. hıçkırık yok. o an o kadar güzel gözüküyordu ki anlatamam. ona sarılmak geldi içimden. hiç konuşmamak, izlediği şey ne kadar boktan olursa olsun, hiç fark etmez, ona sarılmak istedim. onun o saf duyguyu yaşadığı anı paylaşmak isterdim. yapmadım elbette. kibirim var benim. yapamadım. ama şunu söylemeliyim ki gördüğüm en güzel fındık yiyerek ağlayan kadındı. en azından o anda gerçek bir kadındı…

    sonra işler yavaşladı. ben yaşadığım yere döndüm. bir iki hafta sonra da bahsettiğim şehre tamamen taşındım. orada 1 yıl kadar kaldım ve o fındık yiyen kadınla bir çok kez görüştük. şartlar bunu emrediyordu. karşı çıkmadım.

    bir işe girdim. kulağımda birinin beni izlediğini söyleyen paranoid şarkıyla otobüs demirinde sallanır, etrafın beni sabahın sekizinde haplanmış sandığından hoşnut bir halde işe gider, akşam 4’ e doğru ayılır ve bedenimi hırpalamaya özen gösterirdim. o günlere ait en doğru kararım hemen hemen hiç fotoğraf çektirmemiş olmam sanırım. hemen hemen tabi.

    o geceye dönmek gerekirse bana anlatılanlar dışında bir şey sormadım. anlatılana göre kaltak o gece bizimle olmayan gaz odası sakininin yanına yatmıştı ama sevişmemişlerdi. bana göre bu yalandı elbette. bana göre hikaye şöyleydi: geceyi hafif alkollü olan, kendine göre tabi, ama onun istediği niteliğe (tanrım!) sahip olmayan, kaybetmiş bir sarhoşla geçiren kadın, tanımadığı bir adamın yatağına girmişti. doğru düzgün konuşmadan düzüşmüşler ve sabah biraz daha aklanarak vücut sıvılarını kaybetmenin verdiği rahatlıkla salınmışlardı. önemi yok tabi.

    daha sonra pek çok kez görüştük. onunla. bana genelde yakın davrandığını, birkaç kez göğüs kıllarımı okşadığını hatırlıyorum ancak onu sikerken tiz çığlıklar atıp büzüştürdüğü dudaklarına erkekliğimi akıtmaktan fazla değeri olamayacağı için oyunu uzun vadede de kuralına uygun oynayamadım. tabi size göre.

    şimdi şu yazdıklarıma baktığımda oldukça gerçekçi ve belki biraz kurgudan yoksun bir kesit görüyorum ama dahası var. kalp ya da bir kadına acımak gibi büyük bir yük altında gittiğim o yerde ben nekahet sürecimi tamamladım. aslında bu kadar uzun olmasına gerek yoktu çünkü hepsi anlattığım o ilk gece bitmişti. hani sabahında anlamsız bir coşku ile uyandığım o gece. o kadar boka batmış durumdaydık ki bunu gerçek olarak görmek güzeldi. sonuçta insan eline sıcak bir parça bok konulmadan iğrençliği tam kavrayamaz. ve ben, o gece ve o sabah, ayrıldığım kadınla ilgili duyduğum anlamdan uzak duygusal ezilmişlik, aptal bir kadının egoları ile savaşma, aynı şekilde sabah gördüğüm en güzel fındık yerken ağlayan kadın, ekşi şarap ve sevişme içinde kalmıştım. aslında dönüp baktığımda işte bu kadar kolaydı. o gece benim doğru gecemdi. ne kadar aksini iddia ettirse de benimdi. farklı bir şekilde. ama yine de bazen düşününce, ki fazla düşünüyorum, belki de ona cüzdanımdan söz etmeliydim. bilemiyorum tabi.
    3 ...
  4. geri zekalı otuz kuş

    1.
  5. Dergahta soğuk bir rüzgar esmekteydi. Kimseden çıt çıkmıyor. Nefesler tutulmuş halde, herkes mürşidin gözlerinden gözlerini kaçırıyor ve mübareğin sinirlenmemesi için rablerine yakarıyordu. Mübarek sol eliyle buruşturduğu gözlerini hiç açmadan en net sesiyle konuştu:

    -Götürün şunu buradan!

    Hemen 2 sofi adamın kollarına girdiler. ‘’Haydi kardeş gel sen, şeyh yorgun, zorluk çıkartma, haydi mübarek…’’ Sadece ‘’Peki’’ dedi.

    Dışarı çıktığında hafiften yağmurun başladığını gördü. Uzun süredir yıkanmamıştı. iyi olacağa benziyordu. Damlalar hafifçe düşer ve ona sadece beklemek kalırdı. Yaz yağmuru bedeninden esip geçer, dere yakınlarında kurbağalar bu seremoniye tempo tutarlar ve kurtçuklar mezarlardaki ziyafetlerine ara verip gökyüzüne bakarlar. iyi olacak gibi.

    Parka girip bir banka oturdu. Çok kötü kokuyor olmalıydı. Güzel dedi kendi kendine. Kaskatı olmuş saçlarını yana çektirdi. Yerdeki su birikintisinden kendini gördü. Bir kez daha ‘’Güzel’’ dedi. ‘’Ben güzelim.’’

    Yanına 2 çocuk yaklaştı. Ona yabani bir hayvana bakar gibi bakıyorlardı. Sırıtmak istiyor ama sırıtamıyorlardı sanki. Adam sordu:

    -Ne var?

    -Bir şey yok amca. Öyle merak ettik.

    -Ha…Pekala…

    -Neden elbiselerin yırtık?

    -Bilmem. Seninkiler neden değil?

    -Eskiyince annem yenilerini alıyor da ondan.

    -Evet.

    -Senin annen var mı?

    -Hatırlamıyorum.

    -insan annesini unutur mu ya!

    Burnuna parmağını sokarak cevap verdi: ‘’Karıncalar ihanet etmez.’’

    Çocuk yanındaki dönüp fısıldadı: ‘’Çatlak galiba bu be!’’

    ‘’Peki. Amca böyle çıplak ayakla üşümüyor musun?’’

    ‘’Kabuk. Pus. Alıştım. Yatacağım.’’

    Çocuklar ona çözmeye çalışan gözlerle bakarken uykuya daldı. Yağmur yine hafif hafif atıyordu. Bitkilerin duyabildiklerini hiç düşünmüş müydü? Hatta hissedebildiklerini. Oysa biz sürekli kendi basitliğimizden bahsederek onu taçlandırıyoruz.

    …

    Yanındaki 29 kuşla birlikte günlerdir uçuyordu. Etrafına bakındı. Kanatları kopmak üzereydi. Arkadaşlarının çoğu ölmüştü. Hepsi belli yerlere kadar dayanabilmişlerdi. Onun bu denli dayanması ise tam bir mucizeydi. Dondurma olsaydı keşke. Kaf dağını aşmak üzereydiler. Herkes artık bu son duraktan sonra mucizeyi görebileceklerini, kimbilir ne de müthiş olduğunu söylüyor, dayanmaları için birbirlerine metanet aşılamaya çalışıyordu. Aradan bir gün batımı geçtiğinde alacakaranlıkta dağın ucundaki mağaraya ulaştılar. Dondurma istiyorum. Mağarada ne kadar bakınırlarsa bakınsınlar mucizeyi bulamadılar. Neredeydi? Hepsi bir kandırmacadan mı ibaretti yani? Büyük bir hayal kırıklığı. Baştan çok üzülenler oldu. Daha sonra sinirlenenler ve sırasıyla küfür edenler. Bir de şimdi o kadar yolu geri dönmek var. Of ulan of!

    …

    Uyandı. Hava hala aydınlık gibiydi. Elbiseleri iyiden iyiye nemlenmişti. Yürüyüp yola çıktı. Elini açıp yolda beklemeye başladı. 1 saat civarında yolda dikildi. iki lokma bir şey yiyecek ve şarap alacak parayı anca toparladı. Markete doğru giderken kendi kendine söylenmeye başladı:

    ‘’Ulan hoca ben sana ne yaptım! Puşt hıyar! Benden daha iyi biliyor sanki. Su. Toplamış yanına 30 tane ahmak ahkam kesiyor. Ulan ben o kuşun kendisiyim. Sakal. Cama çıkan yok hiç. Yok efendim. Orada ilham varmış. inananlara pek çok ibret varmış. Konzeküle. Sen kaç yüz tane kuşu orada telef et ondan sonra bakalım anladı mı? Benciller. Sütlü börek. O kuşlar sadece kandırıldı. Ahmakça hem. Mucize aslında sizsiniz! Haha! Aklınıza osurayım. Osturtu. Bir de…Yok değilmiş. Geri zekalılar!’’

    Markete girdi. Ekmek arası bir şeyler yaptırdı. Bir şişe de gazeteye sardırdı. Geri dönüp çilekli dondurma aldı ve doğru inşaata…

    …

    Annesinin onca tembihine rağmen lanete büyüyle tutulmuştur Narcissus. Su içerken yanlışlıkla kendini görür ve ağılanır. Hareket dahi edemez. Yemeden içmeden kesilir bu güzelliği bozmamak uğruna. Tabi patetik şekilde bu hareketi yavaş yavaş güzelliğini mahveder. Ama o bunu fark edemeyecek kadar sarhoştur.

    Yeryüzünde yalnız biz vardık.
    Bir kuştan daha cesur ve hafiftin.
    Bir hayal gibi,
    Merdivenleri uçarak,
    Yağmurlarla ıslanmış
    Leylakların arasından...
    Geçirip, aynanın ötesindeki
    Ülkene götürürdün beni.
    Gece çöktüğünde,
    Bana mutluluk verirdi.
    Mihrabın kapıları açılır,
    ışıldardı yavaşça,
    Yere uzanan çıplak bedenin.
    Ben uyanır,
    "Tanrı seni kutsasın" derdim.
    Oysa bilirdim bunun ne kadar
    Cüretkar ve manasız olduğunu.
    Sen uyurdun.

    Aslında burada anahtar kelime pişmanlık. insan geçmişine baktığında en çok pişmanlıklarını okur. Bunu en çok aksinizi seyrederken yaşarsınız. insan kendi yüzüne baktığında gördüğü her çizgi pişmanlıklarını anımsatır ona. Amnezi ile yiteni tekrar gün yüzüne çıkarır. Bir nevi sinestezidir aslında bu hal. Negatif de olsa mucizevi bir yanı vardır. Çünkü tam da bu noktada baktığınız ile gördüğünüz tam olarak farklıdır. işte sinemanın büyüsü de buradan gelir.

    Ve Andriy dersi böylece kapatmıştı.

    …

    Öğrencisinin getirdiği suyu içerken şeyhin elleri titriyordu. Her türlü mel’un da onu bulurdu ya zati. Boş bardağı müridine uzattı. Kafasını hafifçe kaldırıp konuştu:

    ‘’irşad yolunda çekilen her çile Allah’ a (celle celalüh) ulaşma yolunda bir adımdır. Bizim isteğimiz ise cennetten ziyade Cemalullahtır. Kamil kişi metanetini kaybetmeyendir.’’

    …

    Şarabın mantarını ittire ittire içine düşürmüş ve içmeye başlamıştı. Yağmur durmuştu. Toprak kokusu insanın paçalarından içeri süzülüyordu. Böcekler bu güzel banyodan sonra keyifle duyargalarını sallıyorlar. Prizmatik yeşil sinekler yeni düşmüş sımsıcak bir at boku etrafında çılgınca koşuşuyorlar ve örümcek ağır ağır tırmanıyor…

    Zaman mefhumundan yoksun her ruh özgür. Zaman olmasaydı pişmanlık olmazdı. Tahta ve taşın önünde saygıyla eğil. Geçmişin sırlı camına saplanan bizler çoktan yok olmuşuz. Ve buna rağmen kendimizin basitliğini överek bataklıkta çırpınıyoruz. Çabamız boşuna.

    Tüm bunların sonunda şeyh az da olsa haksız oluşuna kızgın, Andriy ölü, kuşlar sukut-u hayale düşmüş, iki çocuk unutkan, uğur böcekleri kavuşmuş, dinamit kıçımızda, kanalizasyonlar taşmış, ve pişmanlığın üryan çölünde hışırdayan bir bitki kalıntısından beter halde anlam beklerken ve defalarca, bir amok gibi, kızgın ama neye? Ve nerede? Sorularım. Kırmızı kalemimle hayatın altını çizmem. Ve benim bilmem gerekli değil miydi? Sorular doğuran çirkin fahişeler. Kan ve kusmuk içinde, ölümün güzelliği ile, yıkanmış, hepsinden uzak iki kaskatı ayak! Ey krallar söyleyin sizden daha kutsal değil mi?

    Tanrı bu düşüncelere boğulmuş hafifçe gülümseyerek onu izlerken tüm bu afili sözlerden bihaber olan geri zekalı sadece şarabını içiyordu.
    11 ...
  6. iftira yahut pastoral kakofoni

    1.
  7. Hasan’ ın o mel’ un illetten ölmesinden sonra tam 44 yıl 7 ay daha yaşadım. Yaşadığım bu uzun sayılabilecek ömür bana çok şey öğretti mi bilmiyorum. Belki de Hasan’ ın ölümü içlerinde en büyüğüydü.

    Size daha sonra olanlardan biraz bahsedeyim;

    Hasan’ ın cenazesi ile birlikte herkes ne olduğunu şaşırmış vaziyetteydi. Ben şok olmuştum. Bir ağlama nöbetine tutuluyor, bir anlamsızca etrafa bakıyordum. Arada sırada Dadaruh beni göğsüne sıkıca bastırıyor, bense onu sürekli tekmeleyerek kaçmaya çalışıyordum. Halbuki ne kaçabilecek bir yerim, ne de yapacak bir amacım vardı. Kardeşim ölmüştü.

    Annemin yüzünü o günlerden beri çizgili hatırlarım. Daha öncesini zorlasam da anımsayamıyorum. Babam ise görünürde fazla renk vermediyse de daha sonra fark ettiğim üzere sık sık ava çıkmaya başladı. insanların üzerine bir acı kapaklandığında birbirlerine daha sıkı sarılacaklarını sanarız. Oysa ki müsebbibi bilinmeyen bir acıda herkes fail olmaktan korktuğu için kendinden bile kaçmaya çalışır. Sanırım bu yüzden en çok banyoda ağlarız.

    Günler biraz ağır da olsa bu şekilde akıp gitti. Ben okuluma devam ediyordum. Dadaruh yaşlanmaya başlamıştı. Annem matlaşmış gözleriyle beni okşuyor, sanki ikiye katlanmış sevgisiyle beni daha da üzüyordu. Evet. Anlayacağınız üzere söz verdiğim şeyi yapmadım. Kaşağıyı benim kırdığımı babama asla söylemedim.

    Başlangıçta bu durum beni oldukça üzüyordu ve çok büyük bir vicdani ikilem yaşıyordum. Tabi o zaman bu yaşadıklarımı böyle de isimlendiremiyordum. Bir taraftan da babamın vereceği tepki beni oldukça düşündürüyordu. Bu elbette dayak yemekten korkmak değildi. Tam bir küskünlük de olmayan, ama bir daha asla eskisi gibi bir babaya sahip olamayacağım anlamına gelen bir itiraf olacaktı. Benim gibi olan ama asla benim olmayan bir baba…

    Zamanla gidişat değişti. Beni yatılı okula yazdırdılar. izmir’ e gittim. O sıralar çiftliğin durumu düzlüğe çıkmıştı. Okulum oldukça güzel, tertipli ve saygındı. Anlattıklarına göre ‘benim diyen’ içeri giremezdi. Tek kusurlu yanı gündüz herkesin eşit olduğu ders ve yemeklerden sonra akşam zuhur eden kıdem tazminatıydı. Bu tazminat okula girişte peşinen ödeniyor, mezun olununcaya kadar da yavaş yavaş tahsil ediliyordu. Yani bundan kaçış yoktu.

    Geceleri koğuşu yıkıyor, tuvaletleri temizliyor, çamaşırhaneyi düzenliyor, hatta yeri gelince büyük oğlanların boklu donlarını bile çitiliyorduk. Başta bu durum oldukça ağırıma gitti tabi. Ama köşeye çömelip zırlayan hanım evladı akranlarımın çoğundan iyi dayanıyordum.

    Asıl canımı acıtan başka bir olaydı. ilk kez taşradan şehre gelen birisi kendini asla onlardan aşağı görmez. Bende elbette böyleydim. Üstelik babam koskoca çiftlik sahibiydi. Mühim adamdı. Unuttuğum ise buradaki oğlanların hepsinin babalarının mühim adamlar olduğuydu. Tabi şu an onları daha iyi anlayabiliyorum. Onlar ehli hayvan ise ben vahşi kurttum. Hal hareketlerimle, kabalığımla, şivemle dalga geçiyorlardı. Gece tuvaleti temizledikten sonra kendi ellerime iğrenerek bakma saatlerimde en çok buna üzülür, ağlardım da ellerimi yüzüme bastırıp saklama lüksüm bile olmazdı.

    Elbette zamanla işler kolaylaştı. Bizler üst sınıf olduk. Kıdemimiz arttı, borumuzun sesi duyulmaya başlandı. Enteresandır o zaman gecelerce ağladığım, üzüldüğüm, incindiğim şeylerin aynılarını, belki de daha kötülerini ben de başkalarına yaptım. Şimdi düşününce…Oldukça değersiz…

    Okulum bittiğinde sınava soktular beni. Bu sefer yolum istanbul’ a düştü. istanbul Yüksek Mühendis Mektebini kazandım. Esas yolumu orada değiştirdim. Tüm yaşamımı imbikten geçirdiğim, Bosch’ un tabloları gibi ayrıntıdan manaya ulaştığım gizemli yolum, ölümüne süren cümle iştahım, bencilliğim, cümle bağışlanmaz günahım…

    Fakültedeki ilk günlerim yeni bir şehir, zor bir okul ve çığırtkanlık yapan tipleri zararlı addeden bünyemle bir nevi ortalıkta olup da kaybolma çabası içinde geçti. Genellikle asgari ihtiyaçlarımı karşılamak için kampusa iniyor sonra tekrar yurda dönüp işlerimle uğraşıyor yahut pencereden, o güvenli uzaklıktan etrafı dikizliyordum. Selim’ le de o ara tanıştım.

    Bana göre oldukça özenli giyimi, briyantinli sarı saçları, içtiği filtresiz cigarası ve o yürüdükçe takırdayan ayakkabıları ile benim tam aksime ‘ben buradayım’ diye haykıran bir görünümü vardı Selim’ in. Kızlara karşı özensiz bir samimiyeti, arkadaş ortamlarında rahat bir hakimiyeti, ikili ilişkilerde görünmez bir üstünlüğü hep hissedilirdi. En önemli özelliği bunların hepsini derinden, karşısındakini görünmez bir enjektörle uyuşturur gibi yapabilmesiydi. Belki de bunu bir tek ben çözebildiğim için en çok da bana açıldı.

    Selim’ le birlikte önce okul hayatımın, daha sonra ise tüm yaşamımın şirazesi yer değiştirdi. Önce ona ayak diriyor, çağırdığı üç yerden birine, beş işten ikisine iştirak ediyordum. Ama onunla olmak, onunla bir şeyler yapmak ilginç bir şekilde kanıma işliyordu. Bu merak beni günden güne Selim’ e daha da bağladı. Hissettiğim ne köyde yaşadığım gibi telaşsız ama samimi bir yaşam, ne kardeşimin ölümünden dolayı duyduğum saf pişmanlığın acısı, ne de lisede benle dalga geçtiklerinde duyumsadığım hayvansı utançtı. Daha saf, daha tutarsız, daha kışkırtıcı, daha tehlikeli, ama daha gerçek! Ne kadar anlamsız da görünse gerçek!

    Önce ufak tefek politika partilerine katıldım. Tabi daha sonra siyasi görüşüm ve politik tavrım şekillendi ve ben de kendi davamın alemdarı oldum. Daha sonraları onun eğlence alemine daldım. Bu arada Dadaruh’ un ölüm haberi geldi. Böğürtlen toplarken yılan sokmuş, şehre yetiştirememişler. Derslerimin ve imtihanlarımın çok yoğun olduğu yalanını söyleyerek cenazeye gitmedim. Selim’ in alemi ise oldukça hareketliydi. Selim’ in fazla parası olduğunu sanmıyordum. Oradaki kimsenin fazla parası olduğunu sanmıyordum. Ama anlayamadığım bir şekilde her şey deveran ediyor aynı gidiş hiç bozulmuyordu.

    Sanırım o partilerden birinde sigaraya başladım. Selim beni Canan adında hoş bir kızla tanıştırdı. Ne kadar kendimi alıştırmaya çalışsam da, ne kadar Selim ‘’Bak bu kızlar senin düşündüklerin gibi değil. Kendini sıkma, rahat ol. Oluruna bırak.’’ dese de Canan’ la konuşmamızın ilk kısmında oldukça utandığımı anımsıyorum. Daha sonrasında alkol ile birlikte yakınlaştık ve ben o partinin arka salonlarından birinde ilk defa bir kadınla tanıştım. ismini hala hatırlamam da herhalde bundandır.

    Tabi daha sonra işler hızlandı. Selim’ le birlikte yürüyüşlere katılıyor, boş zamanlarımızda yeni neşriyatları okuyor, birbirimizle tartışıyor ve partilerde kızlarla sohbet ediyorduk. Zaman su gibi akıp geçerken yaptıklarımız gittikçe daha anlamlı, kendi içinde tutarlı ritüellermiş gibi görünmeye başlıyordu. Bu iki kişilik mikro komünde, geleceğin düşünsel dünyasını elimizde tuttuğumuza inanıyormuş gibi kaskatı olmuş batıyorduk. Ne olursa olsun hızımız başımızı döndürüyordu.

    Aradan 2-3 yıl geçti. Artık bende okul çevresinde ve bizim cemiyet içerisinde nüfuzlu hale gelmiştim. Selim’ le ikimiz bir ortama adım attığımızda etrafımızı hemen birileri sarar, kah şaka yaparak, kah bir konuda görüş sorarak bizle temasa geçerdi. Biz de onlarla ilgileniyormuş gibi görünüp hissettirmeden birbirimize ufacık bir bıyık altı gülüşü atardık. Aslında bu sivrilmemiz tesadüf değildi. Yalnızlık insanı her yerde bulur.

    Savaşın bize sıçrayacağının söylendiği, bazı şeylerden mahrum kalınan günlerdeydik. Selim ısrarla Fransa’ ya gidip birkaç yıl orada kalmamız gerektiğini söylüyordu. Ben ise dilini, kültürünü, anlayışını bilmediğimizi o yerde ne yapacağımız konusunda emin olmadığımı söylüyordum. Bir sabah Selim’ e askerlik celbi geldi. Bana kapıdan 5 dakika uğradı ve sonrasında 2 hafta ortalıkta görünmedi. Asker kaçağıydı ve yakalandığı yerde silah altına alınacaktı. Olmadı. Onu Meriç yakınlarında başında tek kurşunla vurulmuş olarak buldular.

    Böyle başlayan yıkımlar daha sonra hiç dinmek bilmedi. 1 sene içerisinde babam öldü. Çiftliğe dönüp bazı işleri halletmem gerekti. 6 ay kadar orada kaldım. Annem ve çiftliktekiler bendeki değişimi fark etmişlerdi. Çok da saklamaya uğraşmamıştım zaten. Onlardan kopup yere düşmüş bir parçaymışım gibi bana bakıyorlardı. Sanki hastalığımı sağaltmak istiyorlardı. Aynı şeyi ben de onlar için istiyordum.

    istanbul’ a geri döndüm. Yine aynı sefih ama düşünsel yaşamıma daldım. Selim olmadan biraz eksik oluyordu. Ne kadar bir elmanın iki yarısı gibi görünsek de benim pirim oydu. 4-5 ay kadar sonra annemin hasta olduğu haberi geldi. Tekrar çiftliğe koştum. Bir, bir buçuk ay kadar yanında kaldım. Tezek kokusu tekrar midemi döndürdü. Annemi kan kusa kusa ölüme emanet ettim. Bu sefer biraz canım yanmıştı. Çok değil ama yine de en azından bir şeyler hissedebilmiştim.

    Annemi gömdükten sonra bir süre çiftlikte kafa dinledim. 15 yıllık kahyamız Abbas efendiye çiftliği emanet edip istanbul’ a döndüm. Tekrar alkol, yürüyüş, kitap, karşıtlık ve aşk içinde geçen günlere. Yuvarlanan, dans eden, hastalıklı kadınlar gibi bağıran günlere. Acıyla anlamsızlığın harmanladığın, acının kökenini bulamadıkça çerçeveyi genişlettiğin, genişlettikte ortaya çıkan görüntüde aksini gördüğün, kördüğüm olmuş zihnini çözdüğünde tek kalan görüntünün kendi çirkinliğin olduğu günlere. Acının kökeni?

    2 yıl kadar da askerde kaldım ancak buna değinmek istemiyorum. Yine de askerliğin beni başka bir anlamda geliştirdiğini söyleyebilirim.

    Nihayetinde okul bitti, çiftlik satıldı, istanbul’ a tamamen yerleştim, 2 evlilik ve 2 boşanma geçirdim. Asla çocuğum olmadı. Mümkün değilmiş. Ben de asla emin olamadım bir çocuğum olmalı mı diye.

    işlerim genelde yolunda gitti. Birçok bilinen binanın mimari projesini ben çizdim. ismim duyuldukça namım arttı. Elbette buna mukabil kazandığım para da…

    Hayatımın son 6 yılında çalışmadım. Anlayamadığım şekilde 30 yıldır içimde uyuklayan bir rahatsızlık tekrar hortladı. Tahmin ettiğiniz üzere bu elbette Selim’ in ölümü ve yıkılan kulemizin, o bize ait babil kulesinin özlemiydi. Başka bir şey düşünülebilir mi?

    Sadece o konuda keşke demiştim. Keşke Fransa’ ya gitseydik. Keşke orada aç kalsaydık, bizi ezselerdi, dövselerdi, aşağılasalardı da o mel’ un Fransa toprağına gitseydik. iyice burnumuzu boka sürtselerdi de kibrimiz iyice kabarsaydı. Biz ki iki kinik köpektik…

    …

    Memnun kaldınız mı? Size hikayenin biraz ötesinden bahsetmek istemiştim. Tüm hayatımı birkaç sayfaya sığdırmamı beklemiyorsunuz herhalde? Hem bazı özel kısımları da kendime sakladım. Tabi yine de aynı sorudan vazgeçmediğinizi biliyorum. O yüzden gereksiz de olsa cevaplayayım;

    ‘’Şuradan baktığımda artık çok açık görüyorum ki o kaşağıyı kırdığım ve suçu kardeşim Hasan’ ın üzerine attığım için bir katre bile pişman değilim! Bugün yine olsa yine aynısını yapardım. Ancak bir çocuk bundan pişmanlık duyar! Aşağılanmayı, müstehzi yalnızlığı tatmış, safi acıyı, nedensiz elemi görmüş, bunu anlamaya muktedir kılınmış, deva bulmaya güçsüz edilmiş bahtsız ruh değil! Haydi şimdi hop oturtup hop kaldıralım çılgınlığı! Hoyda! Şen oyuncular, artık düşünmeyen baş! Takla atılabilir sehpalar öyle uzun!’’

    Bu yazıyı nereden mi yazıyorum? Hah! Evet;

    Balıkçıl darağacında
    Selahattin'in şövalyeleri
    Dansediyor, dansediyor
    Şeytan'ın şövalyeleri.
    11 ...
  8. sukut ı istifham

    1.
  9. Hızlıca bir aşağı bir yukarı hareket eden usturanın ez-yah çeliğinde aldan mora akan gökkuşağı meşki ile bileylenen aklım az sonra kendine geldi. Berberin sarmasından yayılan kesif tütün kokusu ile höpürdetilen demli çayın keyfi onu mazhar etmişti. Ben ise farzın vuku bulduğu kurbanlık misali boynumda bezim, sakalımdan atılacak kezvi beklemekteydim. Zanaatkar-keyf faslının bitmesini beklerken aklıma eski kaplamalı kitab yürüdü. Zuhur etti benliğimde bir sebt günahı gibi yeniden. Hem şimdilerdeki gibi çarşaf cilt değil eski usül manda mahsülü kapaklı siyah bir iblisti o neşriyyat.

    ilk açtığım zamanı anımsadım. Deri cildinin sade fersiz siyahı ile bir şey vaad etmeyen o eski püskü divan daha ilk cümlelerinden gözümde efsunlanmış, telli türbeden gayrisine vakıf olmayan bünyemi ağılamak için yazılmış bir mizan-ı kebir olmuştu. içinde neler neler yoktu ki!

    Softa ocağında tütsülenen habis vak’ alar, muta nikahına icazet eden asilzadeler, mütecavizine maşuk olan sapkın dilrubalar, zifaf öncesi ifşa olacağından ter döken esvabı çiğnenmiş zilletli karılar, sakinin eline bıraktıkları mecidiyeyi baldırını sıkmaya rüşvet kabul eden oğlancı müstehziler, zıbıkperver yay kaşlı galata oğlanları, salacak’ da arz-ı endam eden fırdöndü beyefendiler, ocağına aldığı 11 yaşındaki velede sin kaf öğretip ehli islamda mürşide tevekkül etmeyi vacib kılan zeker muhibi naif erenler…Daha neler neler…

    Artık şunu bilmek gayri kabil: Şu iskeleden hayli geçkin vakitte atlayan sarhoş bir adem oğlu görsem acaba şevk ile atlayıp onu kurtarır mıyım yoksa mühürlenmiş kalb ile yoluma düşer bir de pervasız şarkı çağırır mıyım?

    Az beriye gelip cemiyyet içerisinde asgar tavı ile efendileri pervane eyleyen afife hanımı düşündü. Usta traşa başlamıştı. Aklına şöyle bir latife takıldı;

    ‘’-Afife hanım, zat-ı aliniz her cemiyyet içerisinde asgar tavrınız ile efendileri ziyadesiyle pervane eyliyorsunuz.

    -Ragıb beyciğim, izzet-i nefsimi nevaht eyleyen latifşinas muhabbetiniz çehremi teverrüd eyliyor...

    -Ah afife hanım; saba melikesi belkıs gibi ittikar cilveniz ve ergüvan misal-i ateş-reng diminiz ile şu aciz ruhuma bi-dad ediyorsunuz. Ah siz piş-i nazarımda ab-endam eder iken, melikem, şu kız kulesine banu diyebilecek hüviyyette bir akl-ı beşerin mecnun olması iktiza eder!

    -Ah ragıb beyciğim canperver lafızlarınız ile şu ahkar kulunuzu ne kadar mes'ut ettiniz tahayyül edemezsiniz. Lakin ihsan eyleyiniz ki bizim 30' lular nesli pür neş'e karakteri ile öbür akl-ı baliğ civan ceylinden müfarıktır...’’

    Zaten her devre kendi ciblini medhetmez mi?

    …

    ‘’Öykü anlatmak, öykücülerin işidir; giz ise seçkinlerin ilgi alanı; nümayişli davranışlar, kişilerin işidir; konuşma ise, yalancıların ilgi alanı; derin düşünce, umutsuz insanların yaptığı şeydir; ilgisizlik ise, yaban insanlara özgüdür.

    Tanrı tanrıdır, evren de evren.
    Çirkin ve kötü yok.’’

    …

    içindeki efsunlu kara müeyyidelerden kurtulmak mümkün değildi. Oysa ona dışarıdan bakan göz onu bergüzide bir beyefendi sanırdı. Helva sohbetlerinden fırlamış. Bilmezlerdi ki içini katran yırtıyor.

    Boynunun solunda küçük bir çizik oluştu. Berber hemen kan taşına yapıştı. iyice yumuşatmazsan sakalı işte böyle olur seni bön celeb dölü. Seni ibn-üz zina. Seni…Daha neler seni!

    …

    Berberden çıktı. Vakti öğleye ilerletmişti. Birkaç esnaf ile selamlaşıp selamlarını aldı. Sabır; yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmekse eğer, başını eğip usul usul yürüyeceksin işte. Zahir kişilerin sadece aksini görmesidir. galat-ı meşhur.

    Harbiye’ ye doğru birkaç veled bacaklarına sürtünerek geçti. içinden tumturaklı bir küfr tutturduysa da çehresine yayılan gülümseme aksini diyordu. Oturup bir çay söyledi. Nargile de içer miydi? Hayır istemez dedi. Lüzumu yok. Hem de bu saatte. Az sonra güneş iyice yükselir, sırtından hafif ter katreleri boşalmaya başlar, yokuşu tırmanmak güçleşir. Tüm hayatın büluc ettiğini serde resmettiğin bu saatte allı güllü orospular en tatlı düşlerini görürler. Bilmem neyin muhipzadeleri çılgın siyasetlerini terk ederler de, karılarına acı bir kahve getirmeleri için hafif yollu bir şaplak atarlar da, karılar da ev orospusu gibi kırıtırlar. Aman da aman. Ve sen bir başına oturmuş, denizde 35 yıldır istifham edemediğini bugün görecekmiş gibi bakarak, çözemediğine tutkun, baldıran tulumuna yapışmış, zahiri batınla değiştirmiş, ve ufka, sandallara, ve müsebbibe, ve sonuca, cühle, ez cümle, mel’ un tohumlu titrine, sintine ve karine, daha bilmem ney? Heyhat! Sadakallahülazim…

    -Beyim çay!

    Hay hay! Az daha gelmese tebdil-i mekan edecektim zaten. Aklımda lepralılar koğuşu var zaten. Diğer yönden abdestin kuralları katidir;

    ‘’Ehli müslimlerin dini vecibelerini eda ve dahi ifa edebilmek içün avend kabili muhtelif nev-i azalarını ab ile istihmam etmeleridir abdest. Ecnas-ı muhtelifesi ikidir:

    -Namaz abdesti
    -Gusl abdesti

    Namaz abdesti def-i hacet ertesinde, füsa yolu ile ve dahi dem-i beşg edecek denli hey'ua ve bahir zuhru ile halel olur. Bu hususta tekerrür icab eder.

    Gusül abdesti cima ertesinde ve dahi her nevi ihtilam, ay hali yahut hissi şehevinin intibarı ile halel olur. Bu hususta tekerrür icab eder. (Gusül abdestinde kişinin zeker ve mabad dahil her nevi azasını, ala-kadr-it-taka cuhale ebadı kıstas olmak üzre tegassül etmesi katidir.)

    Mevta kişiye ise, son guslü gasilhanede gassal vasıti vuku edilib, ahrete cünub vaziyyette intkali reda' edilir.’’

    Çay da katran mübarek! Zihnim kayıyor bak yine. Biraz da şu tarafa yürüyeyim. Vahdet-i vücud demiş zat. iyi de demiş ama karısı bu işe ne demiş? Evden yaka paça atmamış mı? Doğruya doğru! Karıyı zifaftan sonra boşlarsan ya seni atar evden ya namus gider elden!

    Terlemeye başlamıştı iyice. Kalbinin atışını duyabiliyordu. Sanki boynunda sakil bir cüce cin oturmuş cigara tellendiriyordu. Canan! Ne hoş sada! Bir de şu çakşırı yamalıya bak. Sokacaksın palayı kabasından hemen tutturur yaygarayı da diyemezsin mahz çirkin diye, cühela diye, adi diye vurdum onu.

    ikindiye de pek bir şey kalmadı be mübarek! Neredeyse Bab-ı aliye geldim. Burada mı kıymışlardı Osman’ a? Eli zekerde bıyığı terlemiş veledi hünkar edersen başka ne ola ki? Bunlar da bir hoş ya hu!

    Hayratta yüzünü yıkayıp ensesinden mesh etti. Amel defteri açık kalacak zat-ın senedi Tevvab’ la ha? Adam sen de! Teala’ ya senet sunan huriye hallenebilecekse, mükafat böyle kelepirse, aman kalsın! Ben de akıl var akıl! Kuş aklı, ama akıl…

    Sarmasından bir tane tellendirdi. Yokuşta ciğerini şişirmişti. Tabanları yanmaya da başlamıştı zaten. Girip taze yağlısından bir pilav ile hoşafı devri daime yolladı. Bak bu iyi işte. Kaç kalbdir borcumuz? Ne? Aklım mı yok? Deli sana benzer ehli ebleh! Al şu bakırı da anana esvap alırsın. Kıçı başı açık dolaşmasın daha da…

    Eh, gel, gel beri ki, savm u salâtın kazâsı var, sensiz geçen zamân-ı hayatın kazâsı yok! Zihnim de oyun ediyor bana ya hu! O nasıl meme öyle? Etime kan yürüdü sokak ortasında. Billah zeker bu da anlamaz yoktan. Ha, ikindi okunuyor işte. Tüccarlar camiye! Hakk kırar yoksa senedinizi!

    Esas hakikat nerede? Hallaç’ ın derisi koyun gibi sıyrılırken ikrar eden dostları esas kefere değil mi? Cüneyd şem ile pervaneyi kendiyle oyun ederken onu o habis cana hapseden masum mu? Maşuğa aşkı veren Teala değil mi? Bayezid ‘’öyle bir deniz geçtim ki, peygamberler onun kıyısında durdu’’ dediğinde kim ona karşı çıkabildi? Hal ehli mi, kal ehli mi? Vahdete koş! Oldu can’ ım, oldu canan’ ım, oldu. Rumi daha karısına sahip olamadı be! Dön sen arkanı. Düşmanın attığı taş değil, dostun attığı gül yaralar beni. Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır!

    iyice şişen tabanları, hızlı düşünmekten bitkin düşen zihni ile bir kadehçik de rakı çiveresi geldi. Galata’ da sakileri fazla cilveli olmayan bir meyhaneden girdi. Saki sordu: ‘Buyur beyim?’ Soru mu bu da canım! ‘’Rakı getir bana incesinden, peynir lüzum etmez’’ Soracak tabi beye ya! Benim esvabım. Benim can’ ım esvabım. Sana bu hürmet. Beyefendi kaç kalb atacak acaba ortaya. Çil çil dökülecek mi paralar? Ah görünenin ardını bir görebilseniz.

    Rakısı geldi. Tam akşam üstülük. Serince. Kaldırdı güneşe doğru, şöyle baktı terlemiş meyine. iç geçirdi bütün günün yorgunluğuyla. Neden müşahat etmek zorundaydı? Bu tenin altında yatan ruh başka ise ne diye orta oyunu yapmalıydı cümle aleme? Suç değil ya canım! Akl-ı afir. Akl-ı merdbaz. Cenab Allah ne güzel yaratmış her şeyi lakin ben Allah’ ı sevmiyorum. Cihan-salar padişah ne güzel etmiş payitahtı lakin ben kural sevmiyorum. Ne güzel salat selam ederdi zanaatkar birbiriyle, ne hoş göz kaçırırdı karılar beylerinin yanında lakin ben ahlak da sevmiyorum. Allah Allah! Ben hiçbir şey sevmiyorum. Manda derisi mahsülü. Hep o habis kitabdan. Evet. Evet ya! Hep ondan.

    Cani miydi? Haşa! Anasının, hani ona beddua eden, hani ona kefere diyen, sırf öbür ademoğluna benzemedi diye, hani ona acibe-i hilkat diyen, dil-i divane diyen anasının derisini deşip de böğrüne palasını saplayalı yarım gün olmuş idi. Afitabı seyreyleyip büyük bir yudum aldı.

    Rakı serindi lakin palayı saklamak gerekirdi.
    7 ...
  10. arkadaş ortamında en geç doğumlu olmak

    1.
  11. cümle biraz düşük görünüyor biliyorum ama sanırım toparlayacağım. bilinen bir modern klasiktir aslında. tercihen 6-8 kişilik bir grupta en geç doğum tarihi olan (aa sen 95' li misin şimdi yaani, aa küçüksün daha bıybıy vb.) bir farklılık yaşar. bunu arkadaş grubu yerine göre ufaklık, küçük gibi yaftalayıp yaşarken; belirli bir küçüklüğü aşmış lakin hala ortamın küçüğü kız için ise çıtır, uff yhaa gibi nitelemeler duyulabilir.

    bir de bu kız ise ''yaa! yine en küçük ben miyim şimdi yeaa...'' gibisinden serzenişler sunarak cümle içerisinde hoşnutsuz, fakat en genç olma ve en geç yaşlanma hissiyatıyla içten içe yuppi durumu yaşar ve bunu her ortamda dile getirir. hiç sorulmasa bile. ki buradan hoşlandığı sonucunu edinebiliriz.

    -----

    3 ekim 1845, salacak sahilinde bir sandal sefası;

    -afife hanım, zat-ı aliniz her cemiyyet içerisinde asgar tavrınız ile efendileri ziyadesiyle pervane eyliyorsunuz.

    -ragıb beyciğim, izzet-i nefsimi nevaht eyleyen latifşinas muhabbetiniz çehremi teverrüd eyliyor...

    -ah afife hanım; saba melikesi belkıs gibi ittikar cilveniz ve ergüvan misal-i ateş-reng diminiz ile şu aciz ruhuma bi-dad ediyorsunuz. ah siz piş-i nazarımda ab-endam eder iken, melikem, şu kız kulesine banu diyebilecek hüviyyette bir akl-ı beşerin mecnun olması iktiza eder!

    -ahh ragıb beyciğim canperver lafızlarınız ile şu ahkar kulunuzu ne kadar mes'ut ettiniz tahayyül edemezsiniz. lakin ihsan eyleyiniz ki bizim 30' lular nesli pür neş'e karakteri ile öbür akl-ı baliğ civan ceylinden müfarıktır...

    -afife hanım uff yhaa, yumiyum kadar tazesiniz!

    -----

    kayış kopar tabi amk...

    e bu resmen; bizim sınıf lisenin en deli sınıfıydı yahut, bizim 30' lular dönemi çok çılgındır şeysi!

    o vakit;

    (bkz: biz orospu çocuğuyduk)
    3 ...
  12. erkekte nevrotik kadın düşkünlüğü

    1.
  13. herkesin az çok farkında olduğu bir durumdur efendim. ne yapacağı kestirilemeyen bipolar hatunların daha çekici ve yaralayıcı olması kabilidir. şahsen kendi ilişkilerime baktığımda da daha çok iz bırakanların hep bu tip hafif kaçık hatunlar olduğunu farkedip ''hmmm...'' dedim. genellersek ortak özellikleri az çok şöyledir;

    - duygularını uçlarda yaşarlar. birlikte geçirdiğiniz iyi zamanlar fazlasıyla güzelken kötü anlarınız ise fazlası ile kötü olur.

    - ne yapacakları kestirilemez. bazı günler sakin ve domestik bir yapıda bazı günler de akıntıya kapılmış, bilinç akışı şeklinde ilerlerler.

    - ağızlarından sık sık ''canım sıkılıyor'' kelimelerini duyabilirsiniz.

    - arkadaşlarınızın hemen hepsiyle anlaşamazlar. tabi bu sizin arkadaş ilişkilerinizi de azaltır.

    - sizden önce olaylı bir ilişkileri olmuştur ve o zaman için fazla bağlanıp şimdi ise nefret ettikleri bir ex sevgilileri vardır.

    - önceden çok hata, aptallık vb. yaptıklarından söz ederler.

    - iyi dönemlerinde erkeğe dünyada yalnız ikisi varmış gibi özel hissettirirler.

    - aşırı kıskançtırlar. hemen hemen tüm kız arkadaşlarınızda bir kusur bulur, bir şekilde uzaklaşmanızı sağlarlar. bununla birlikte bu kıskançlık tek başına sana yetebilme kompleksine dönüşüp tam bir geişa yaratabilirken diğer yandan sokakta yürürken ya da tv izlerken bile sorun yaratabilir.

    - yatakta harikadırlar. erkeğe kendilerini tamamen teslim edip tanrı gibi hissettirirler. yeniliklere ve oyunlara açıktırlar. seks oyuncaklarını ve seks için özel hazırlıkları (kıyafet, topuklu ayakkabı, kırbaç, jartiyer vb.) severler.

    - planları hep kısa sürelidir. ne kadar uzun vadeli ve ciddi planlardan bahsetseler de bunları unutmaları çabuk olur.

    - işleri bittiğinde kocaman bir kazık yemeniz kuvvetle muhtemeldir. yemediyseniz henüz işleri bitmemiştir.

    kısaca yin yang gibi bölünmüş, şeytanın vücuda gelmiş halleri olan bu nevrotik hatunlarla ilgili ilk aklıma gelenler bunlar. tabi liste uzayıp gidebilir. fakat her ne kadar negatif özellikleri baskın görünse de erkekler bu hatunlara bayılırlar. özellikle macera yaşamayı sevenler için iyi ve kötü yanları ile hollywood aksiyonları gibidir. ya da korku filmi izleme kompleksi gibi bir çeşit mazohizm olabilir.

    şimdi aklıma geldi de bu işin tarihsel temeli de var. 7 kocalı hürmüz ve hürrem sultan bununla ilişkilendirilebilir mesela. ya da tarihte zıbıklı kadınlar olarak geçen cima timsalleri düşünülebilir. nitekim büyük insan, kamil sanatçı müzeyyen senar bu hatunları 'huysuz ve tatlı kadın' diyerek konuyu bildiğini ifade etmiştir.

    akademik bir çalışma gibi oldu lan. kısacası insanın bile bile sikilmesi olayıdır.
    5 ...
  14. sünnet sonrası

    1.
  15. kısa ve heyecanlı bir andır. son kıyam-kıraatten sonra uyuşan ayaklarınıza bir canlılık gelir. kısa bir kaamet sekansından sonra elbette farz bölümüne geçilir. eda edilip son sünnete geçilirken muzaffer bir edayla seccadede göz gezdirilir. tesbihat ve 'içinden geldiği gibi' dua kısmı hiç bitmesin denir. işte bunlardır sünnet sonrası yaşananlar...

    yoksa değil mi?
    1 ...
  16. dini filmlerde hazreti yusuf filmleri üstünlüğü

    1.
  17. diğer peygamberlerin yaşamından daha acıklı bir yapısı olduğundan mı yoksa bana mı denk geliyo ya da, ya da star tv mi dolduruyo masum zihinlerimizi bilmiyorum ama hep yusuf peygamberle ilgili filmleri görüyorum. bariz bir üstünlük var. diğerlerinin daha az reyting alması da olmaz, islam kardeşliğine sığmaz yani.

    yav ben ne zaman akşam kolamı çekirdeğimi elime alıp kanal 7' de keyifle zülkarneyn a.s. filmi izliycem. lütfen ama...
    2 ...
  18. sahi siz nasıl ölmek isterdiniz

    1.
  19. yaşama aşırı yapışmış, çekip gidemeyen parazit canlılara ve bu iğrenç asalak yaşamı güzel, mantıklı göstermeye çalışan, intihar yenilgiyi kabullenmektir diyenlere, kısaca tüm kafasızlara sorulması gereken.

    burayı onurlu gösterecek hiç bir şey yok. daha bunu kabullenemedikten sonra sürekli mana çıkarmak için kıçını yırtmana şaşmamalı. hepsi kozmik bir şaka ve hepsinin sorumlusu büyük şakacı. insanlara baktığınızda yüzleri değil saf acıyı görebiliyor iseniz anlarsınız bunu. öyle büyük tezatlarla canlanmış ve sürekli aşağıya yuvarlanan bir kayayı tepeye taşımanın sonsuz görevi.

    sana bir şey söyleyeyim mi? asla mutlu olamayacaksın. asla istediğin gibi başarılı, tatmin olmuş olamayacaksın. kendini ne kadar kandırmaya çalışsan da asla istediğin kadar güzel olamayacaksın. hep eksik kalalacak, hep koşacak, hep yorulacak ve hep başaramayacaksın. yaşlanıp çirkinleşecek, ölümü bekleyecek ve neyi beklediğini aslında asla bilemeyeceksin. ve tüm bunları metanetle kabul edip kader deyip geçeceksin.

    siktir lan!

    ben vereyim cevabımı. bir çölün ortasında, ya da ıssız bir tepede, güneşe, yıldıza ya da her neye ise bakarak, ve açlıktan değil ve hastalıktan değil ve zamansızlıktan değil saf acıdan, o saf acıdan boğazım yırtılarak defalarca bağırarak ölmek isterdim.

    bu ezeli iğrençliği onurlandıracak kadar yüksekten!

    sadece böyle başarabilirim.

    ama şimdilik madem başaramıyoruz, o zaman daha güzel başaramayalım.

    neden mi?

    -hiç.
    3 ...
  20. irtikap çiçeği

    1.
  21. I.

    Lena’ yla atışıp yürümeye başlayalı 2 gün oldu. Bir hırs ile çıkıp kendime, yola ya da başka bir şeye zarar vermek için bitiş noktasını arayacaktım. içimden başını uzatan kötücül ormanı taçlandıracaktım. Fazla kaptırmışım. Nasıl oldu bilemiyorum ama 2 gündür uyuduğumu anımsamıyorum. Sadece durmadan yürüdüm ve şu anda nerede olduğuma dair en ufak bir fikrim yok. Kanalizasyonda yuvarlanan harikulade bir bok parçası gibi.

    II.

    Alacakaranlıkta görüşüm çok net değil ama birkaç cılız ışık gözüme çarpıyor. Belki yarım saatlik bir yürüyüşle günler sonra insan yapısı bir şeyler görebilirim. insanları değil ama onları hapseden kafesi özledim sanırım. Bilge olsaydım özlemezdim elbet. Ama değilim. Daha çok onların varlığı ve aptal fikirlerini görüp kendimi daha iyi hisseden bir psikopat olabilirim. Lord ile şu eski Lucifer hikayesi gibi…

    Sonunda bir benzin istasyonu gördüm. Adımlarımı sıklaştırıp oraya yürüdüm ve marketten içeri girdim. içeride duran adam gözleri çökmüş, önündeki bir dergiyi karıştırır haldeydi. Arkamı dönüp buzdolabından su ve birkaç tane soğuk sandviç aldım. Aldıklarımla birlikte kasaya gittim.

    -Ne kadar?

    -Siktir git!

    -Ne? Borcum ne kadar demek istemiştim.

    -Sana siktir git dedim göt suratlı!

    -Peki.

    Aldıklarımı ceplerime koyup dışarı çıktım. Çıldırmış bir orospu çocuğuna denk gelmiştim. Böylesini ilk kez görüyordum. Zehirli bir yağmur ormanı kurbağası yeşilinin içinde küçük elips hareler olduğunu düşünün. işte gözleri öyleydi. Bir ısırık aldım.

    III.

    Nihayet normal toplum. Kavga gürültü içerisinde ilk gece sakin bir parkta uyudum. Banklarda uyumaktan belim yine şişmişti. Sabahın biraz ilerisinde güneş işkencesine başlayınca kalktım. Kalan sandviçi ağzıma tıkıp etrafıma bir göz gezdirdim. Fazla kimse yoktu. 2 çocuk koşturmaca oynuyor, her yanları çamura bulanmış şekilde koşuyor, bağırışları kulak deliyordu. Saçları plastik gibi ve dümdüz bakışlı bir genç sabit bir noktaya kilitlenmiş bakıyordu. Yanına gidip oturdum.

    -Ne var ne yok?

    Hiçbir tepki vermedi. Mermerden oyulmuş gibi duruyordu. Tek bir yüz kası oynamadı ve yüzünden müthiş bir öfke okunuyordu.

    -Hey, beni duymuyor musun? Sadece konuşmaya çalışıyorum. Günlerdir kimseyle konuşmadım.

    Yine tepki yok. Manyak bir orospu mahsülü daha. Ne kadar çoktular aslında. insan hiç mi merak etmez karşısındakinin ne söyleyeceğini? Kalkıp yürümeye başladım. Sanırım gün ortası olmuştu. Sokaklar fazla dolu değildi ve kimsenin sesi çıkmıyordu. Bir süre yokuş aşağı yürüdükten sonra yol ayrımından sola döndüm. Bir arabanın tekerleğine tekme atıp bir sigara yaktım ve devam ettim. Solda bir tabelada domine&moses yazıyordu. Bulduğum bir pasaja girdim ve karanlık sarmal merdivenlerinden aşağı düştüm.

    IV.

    Ne olduğunu tam anımsayamıyorum. Başımın sol arka tarafında katlanılmaz bir acı vardı. Ayrıca elmacık kemiğim ve kolum da ezilmiş gibiydi. Loş ışıkta koyu kan kırmızı bir koltuktaydım. Hafifçe doğruldum. 4 kişi beni izliyordu. 3 erkek ve 1 genç kız. Erkeklerden 2 si afro-amerikandı ve hafif kıvırcık kısa saçları ile ağızlarında sürekli bir şey çeviriyorlar gibiydi. Diğer erkek 50 li yaşlarda ve saçları yandan açılmış en azından 115 kiloluk iğrenç gerdanlı bir sıçana benziyordu. Bunlarla tezat olacak şekilde kız 14 buçuk yaşında, saçlarının yarısı mor, ince bir çene ve yanaklarında çilleriyle küçük, sevimli bir Azrail gibiydi. Arkalarında karanlık bir ikona asılıydı. Altlarında kahverengi bir birikinti oluşmuştu ve hepsinin gözlerine yine aynı zehirli yağmur ormanı sinmişti.

    Birbirlerine sarılmış yağlı yılanlar gibi hareket ediyorlardı. Dans ediyor gibi de olmayan ilginç bir görünümleri vardı. Yağlı fıçıya benzeyen orta yaşlı elinde metal bir yıldız tutuyor ve arada göğsüne götürüp tekrar havaya kaldırıyordu. Siyahlar küçük ölümü aralarına almış baldırlarını sıkarak mırıldanıyor, kız ise iki elindeki zift gibi tozu bir elinden diğerine döküp duruyordu. Sanki tamamen şaşırtmak için yapılmış saçma grotesk bir görüntü gibiydi.

    -Ne yapıyorsunuz? Bu nasıl bir saçmalık?

    Cevap yok.

    -Beni duymuyor musunuz lan! Cevap versenize ne dönüyor burada, ne sikim iş bu!

    Hiçbir tepki yoktu. Beni duyduklarına dair en ufak bir işaret yoktu. Cesaretim kırılmaya ve sinirlenmeye başlamıştım. Özellikle mi yapıyorlardı bunu? Bu saçma hareketler de neydi? Aptal bir sürreel korku filminin içindeydik sanki. insanlardan nefret eden bir adamla konuşmamak, tüm sorularını cevapsız bırakmak ne aptal bir ceza şekliydi? Ayağa kalktım.

    -Yeter artık sizi namussuz orospu çocukları! Beni böyle şaşırtabileceğinizi sanıyorsunuz değil mi? Benden daha zeki sanıyorsunuz kendinizi. Böyle küçük bir kumpası yer miyim sanıyorsunuz? Boktan şovunuzu götünüze sokun. Ben gidiyorum!

    Gidiyorum dememe karşın onlara doğru bir adım atmıştım. Tüm çirkinlik ve saçmalıklarının yanında bir çekicilikleri, bir gizemleri vardı. Anlamıyordum. Tek sorunum da belki buydu. insan çözemediği şeyde hayranlık ve nefreti bir arada buluyor olabilir miydi? Hafifçe sallandım ve elimi bu ucube 4 lüye doğru uzattığımda fahişenin elinden dökülen zift gibi toz havaya yayılıp gözlerimden içeri girdi.

    V.

    Bacaklarımda kilometrelerce koşmuşum gibi müthiş bir ağrı var. Doğrulup bu haziran sabahını biraz kıracak şekilde dolaptan süt alıyorum. Bozuk süt ağzımda önce aşağı sonra da basınçla yukarı çıkıyor ve boğazımdan fışkırıyor. Bir küfür savurup duşa giriyorum. ılık su. Sakinim. Anlayamadığım şeyler yok.

    Kötü bir kentten geçtim sadece. Tanrının kusurunu bulduğum için bu sanırım. Tek söylediğim en büyük kötülük olan şeytanı yok etmemesinin, ona belli bir süre kötülük yapma zamanı vermesinin kendi içindeki kötülüğü dengelemek için yapılmış ucuz bir kurgu olduğuydu. Bu kadar büyüteceğini tahmin edemezdim. Cehenneme itti beni. Büyük meleklerin gözü üzerime değdi. Ninova çatırdıyordu. Dışlanmış düşsel bir gerilimdeydim. Sonra geçti. Bilmiyorum nasıl, ama geçti.

    Telefonum çalıyordu. Arayan Lena' ydı. Cevapladım. Kısa konuştuk ve akşam bana geleceğini söyledi. Tamam dedim. Kapattığımda hafifçe gülümsüyordum. Ne denli birbirimizi delirtsek de ayrılamıyorduk Lena' yla.

    Üzerime kirli bir t-shirt geçirip merdivenlerden çatıya çıktım. Derin bir nefes alıp etrafıma bakmaya başladım. Yerdeki bulanık su birikintilerinden bulutlar gümüş gibi yansıyordu. ‘’Mümkün olabilir mi?’’ dedim kendi kendime. Sonra da yine ‘’Ne mümkün olabilir mi?’’ diye cevaplayıp kendime güldüm. Sol tarafımda Tanrı intihar etmeye çalışırken devamlı yere kapaklanıyordu. Umursamıyordum.
    5 ...
  22. mükemmel bir sabah

    1.
  23. Plansız gelişen isnat. Yinelenen puşt hüzün ve yakınlarda birinin bağırmasının verdiği huzur.

    4 gündür yaram kapanmıyor. Evden çıkmamam gerek fakat bunun bir çaresini de bulmalıyım. Hiç alakası olmadığı halde bolca votka içiyorum. Henüz bir gelişme yok. Acıma sadece kelime olarak mevcudiyetini koruyor ve puşt hüzün yanımda. Kafamı pisliğe daldırmadan rahat edemiyorum. Bir atın kafasına yemliğini geçirir gibi pisliğe boğulmalı ruhum ve bekaretime ince bir bisturi darbesi gelmeli. Mükemmel olanın naifçe lekelenmesi daha da mükemmel değil mi?

    Hayat hareket ediyor böyle anlarda. içine çekilmiş bir poşetin yeniden şişirilişi gibi özgün. Artık çatlaklara sahip ve bunda belirli bir kutsallık var. Herkes yorulmuş durumda. Seninle alakalı. Yeterince anlattık birbirimize derdimizi. Kimse dinlemiyor zaten, o eski mağara alegorisini canlandırmaktan başka yaptığımız bir şey yok.

    Geceler boyu kulağımı dayadım sana. Duymaktan öte titremeni bekleyerek. Çok acıtıcıydı emin ol. Sana seslendim, çağırdım, parmaklarımı çatırdatıp öfkemi havaya fırlattım. isteği boğdum, aşkımın dizlerini parçaladım ki bir daha ayağa kalkamasın.

    Şimdi o sabahlardan biri aslında ama siz göremezsiniz. Bünyeni salındıran o berbat sarılığın seni bir süreliğine affettiği, bir şekilde güneşin örümceklere yardım ettiği, jilet banyosundan ötelenen bir sabah. Ve öyle çirkinim ki aynaya bakmaya korkuyorum, kendime aşık olurum diye…

    Böyle zamanlarda yapacak fazla şey bulamamamız tesadüf değil. Alışkın olduğumuz boktanlıktan bir şekilde sıyrılan bir planı çirkinliğimizin kaldırmaması normal belki. Uyanmaması için daha seyrek ve usul nefes almamız, yaşlı bir hanımefendiyi tek bir çizgiyle öldürmemiz ya da düşen bir meteorun muhteşemliğini kendi yaşam hakkımıza yeğ tutmamız. Başımdaki delikten ölüm görünüyor. Seyrek ama mutlak budur.

    Azlığın kenarından geçmek kadar kötüsü olamaz. Sen ya meczupsun ya dahi öyle mi? Eline alıp dünyayı sallayabiliyor musun, toprağın ırzına geçebiliyor musun, milyonlarca kral kelebek seni merak edip görmek için kilometreler kat ediyor mu, gazeteleri bombalıyor musun, hala isimleri ezberliyor musun, adına yazılmış bir şehir var mı, depremde gülebiliyor musun, izni olmadan birini çıplak elle boğabiliyor musun?

    Hepsinden önemlisi madem önemsemiyorsun, neden isimleri ezberliyorsun?

    Mükemmel gelişen bir sabah ve senin tüm iğrençliğinden kurtulmuş, arınmış bulunuyorum. Şimdi siktir git!
    5 ...
  24. beelzebub ile düşüş

    1.
  25. Eski usul kara bir bacadan dumanlar daireler çizerek yayılıyor. Bir haberci bu. Hayat hareketleniyor saklandığı yerde ama en ufak bir ipucu yok. Biz çaresiz deliğimizdeyiz ama bilgelik sokakta kol geziyor. Ve hepsinden önemlisi yerde yatan askerin sol yanında iki kırmızı delik var.

    …

    ilgimin olmaması en büyük sorunum sanırım. Saat sabaha yakın ve ben yapacak bir şey bulamıyorum. Boyanmış bir güvercin gibi hayatı kendi eksenimde yargılamaktan başka yolum yok. Ve kendi yoksunluğum büyütüyor beni. Seksin bencilliği şaşırtıyor, ilişkiler ölüme uçuyor ve ben yalnızım. Buzdolabıyla kavga ediyorum bir süre ve sonra yoruluyorum. Sabaha biraz daha var. Mantık içinde gelişmeli ama gelişmiyor. Henüz tek satır yazamadım.

    Zamansızlık hep hoşuma gitmiştir. En çok da ölümde. Yaşamı onurlandıramıyorsak ölümü güzellemeliyiz diye düşünürüm. Ama benim orospu çocuğu düşüncelerimin de pek bir önemi yok.

    Düşüş böyle başladı sanırım. insan kendi doğasında ilginç bir şey bulamayınca eksik olanı arıyor ve eksik olan sadece ölüm. Buhurdanlıktan yayılan saf bir acı. Saflık ki hayatta sahip değiliz…

    Alacakaranlıkta denizi görmelisin. Eğer bunu hiç görmediysen yaşamın yarım. Öyle güzel çağırıyor ki kendine. Bir ritüel. Sesi bile yok. O bir bütün ve seni istiyor. Birlikte olun diye değil. Seni alaşağı etmek için. Ve sen inersin soğuk karanlığa; ki o sarıdır, ve azizlerin nefesi boğulur. Kendini boğulurken görmelisin. O ne güzelliktir, bir gelinin vakarından aşağıda. ifrit, sert ve güzel. Tüm kumsallar seni yıkar ve sen bağırmanın ötesinde arınırsın bir çağlayanın meşruluğu gibi. Hayat. Şaka.

    …

    Acıyla doğrulduğumda nefesimin benden uzakta olduğunu hissettim. Sol bacağımdaki krampın ağrısı ve yatağın yumuşaklığı patetik bir tezat olabilirdi ama acım baskın çıktı. Sert bir geceydi, ne zaman uyuduğumu anımsamıyordum, bacağım sızlıyordu ve tek satır yazamamıştım. O günlerde Kapitanskaya Doçka üzerine bir varyasyon yazmaya çalışıyordum ama zihnim benden kaçıyordu. Kapımın çalmasını bekliyordum.

    Karşımda duran sarhoş bir arkadaşım ve yanındaki en az 2 metre 10 santimlik kızıl bir kadındı. Kızıl tarifine uymuyordu. Güneşten kopmuş, tesadüfen buraya düşmüş gibiydi.

    -Uyumadığını söylemiştim sana. Biliyordum uyumadığını.

    -Evet, Neredeyse. Girin.

    Pembe kanepeme oturup yaklaşık 1 buçuk saat hiç konuşmadan durdular. Kutsal anlara saygı duyarım ama bu öyle bir şey değildi. Yanımızda bir ucube vardı fakat onu keşfetme cesaretimiz eksilmişti. Boyu uzun olduğu kadar iriydi de. Benim en azından 3 katım gibiydi ve tahterevallide yapacağı masum bir şaka sıradan bir erkeği fezaya yollayabilirdi. Elleri pençeye benziyordu. Ve tüm bu grotesk görünümüne rağmen insanda sahip olunacak bir oyuncak hissi uyandırıyordu. Şeytanı becerip ilahlığını ilan etmek gibi. En başta konuşma açamadığımızdan olacak yapacak hiçbir şey bulamıyorduk. Sonra o devasa kadın yaratık sanırım tuvalete gitti.

    -Ne yapmaya çalışıyorsun?

    -Ben mi? Dostum sana sadece iyilik yapmak istedim.

    -O kim peki?

    -Bilmiyorum. Ne fark eder?

    -Doğru. Peki neden konuşmuyorsunuz?

    -Bilmem. Senin için önemli mi bu?

    -Bir tuhaflık var.

    Kadın döndüğünde sessizdik yine. Bir oyunu bozmaktan korkuyor gibiydik ama kimsenin oyunun ne olduğu hakkında da bir fikri yoktu sanırım. Yerine oturup bana doğru döndü. Nefesinde ejderha pisliği vardı. Tek eliyle boynumu tutup tiz bir çığlık kopardı. Bütün mahalle uyanmış olmalı diye düşündüm. Ateşin ortasına bırakılmış bir hayvan gibiydi ve biz etrafında dönüyorduk. Ucuz bir vodvilin yapmacık parçalarıydık. Ne yapabilirdik?

    içeri gidip kısa bir süre durdum ve bir sürahi su getirdim. Bardağa ihtiyaç duymadan hepsini içti. Şaşkınlığımı gizlemek istiyor ve kendimce renk vermiyordum. Tekrar kalktım.

    Döndüğümde ikisi dillerini birleştirmişlerdi. Yine de öpüşmüyor öylece stabil duruyorlardı. Poz veriyor gibi aptalca bir görünümleri olduğunu düşündüm. Sehpanın üzerini temizleyip 3 çizgi attım. ilgilerini çekmişe benziyordu. Çekmişti. Ve sırayla hepimiz o sehpanın üzerinde kaybolduk.

    …

    Gözümü açtığımda ağzındaydım. O da arkasında. Tahrik olmanın ötesinde kaynar suya girmişim gibi yanıyordum. Çok güzel ve çok acıtıcı. Beni emerken çıkardığı orgazm çığlıkları ve arkasındaki vasat kamyon birleşince oldukça kakofonik bir durum oluşuyordu. 41 derece ateşim vardı ve bir gayzer gibi çalkalanıyorduk.

    O hafif ama tiz kahkahasını tanımlayamam sanırım ama içindeyken duyduğum haz hiçbir şeye benzemiyordu. iğdiş edilmiş bir sıçan gibi çırpınıyor ama kendimi ondan kurtaramıyordum. En tuhafı hoşuma gitmesi ile acıtmasını kıyaslayamıyor, kendimi o dev velociraptorun himayesine sunuyordum. Erkeklik gururum defolanmıştı ama bırakamıyordum.

    Derken boşaldım. içimdeki en küçük ölü köpek bile havaya kanatlandı. Camlar eğrildi ve titreşim bizi olanaksız kıldı. Daktilomun tuşları nefes alıyordu. iştar kapısı kırıldı. Tüm o kızıllığın içinde Simurg’ un göğsüne palamı sapladım ve yolunmuş tüylerini ağıt gibi göğsümde tuttum. Tam 3 buçuk saat...

    …

    O sabah dişlerimi fırçalamaya çalışıyor ama başaramıyordum. Bir güç bana engel oluyor ve varlığımı sıkıştırıyordu. Cinayet işlemiş gibi suçlu hissediyordum. Yazmam gereken bir varyasyon vardı ama pek umurumda değildi. Lanet zaman bile hıncını çıkarıyordu. Daktilomun üzerine şarap döküldüğü için biraz sert basıyordu ve ben kendim değildim. En iyi ihtimalle başım delinmiş. Biraz daha zamana ihtiyacım vardı. Bin yıllık acıyı avutabilmeliydim. Kağıdımın üzerinde kızıl bir hikaye duruyordu. ihtiyacım vardı. Umursamıyordum. Uyudum.

    Ve saat tam 4.30 gibi birisi benim bacağımı kırmaya çalışıyordu.
    4 ...
  26. bir şehir ters döndü

    1.
  27. ‘’O’ nun üzerinde 19 vardır.’’ Müddesir/30

    …

    Teb (M.Ö. 1765)

    Nemeth tan kızıllığında uyandı. Çevresine mahmur bir göz gezdirip doğruldu, işleri vardı. Samarra dördüncü uykusundaydı o sıra. Küçük bebekleri ise mışıl mışıl yolculuğuna devam ediyordu. Nemeth kepçeyle ağzına su aldı ve oluğa tükürdü. ihtiyacı olan aletleri toplayıp kapıyı kapattı. Sınırsızlığın önünde ayaktaydı ve kavramlardan haberi yoktu. Akhenaton’ a daha yüzyıllar vardı. Güneşe döndü ve merak buyurdu; Bu?

    …

    Deniz (M.S. 1990)

    Hissizlik. Hiç acımadan, hep acıtarak. Beklerken acıyı, kucaklarken, ölemezken, aynı yastığı sonsuz kez boğazlayıp hala nefes almadığını görüp sen ölemezken, çıldırırken…

    istemiyorum. Amaçlamıyorum. Yorgun bir fahişenin o günkü 16. Erkeği olup sırf sıkıntıdan beni öldürmesini isterdim. Gecenin en kor anında, kelimelere vurgun beni, hiç kelimesiz, hiç numarasız kavrasın, bedenimdeki kurşun ağırlığındaki alkolü pisuvara boca ederken arkamdan küçük bir cam kırığıyla kessin boğazımı istedim. Ben o parlak fayanslara tüm çirkinliğimi akıtırken ve zamansız ölümün güzelliği üzerime çökmüş. Cidden çok mu şey istemişim?

    Ve bir de,

    Camların tam da üzerine yürüyor! Ne yapmalıyım ki?

    …

    Dublin (M.S. 1891)

    Binlerce yıllık medeniyetin sonunda elimizde olan sadece bok ve kan. Yeraltından başlayıp yeraltına dönen kırık dekadans. Babil’ de tanrısal aldatmaca. Göğe sahip olma arzusu. Düş? Belki. Düşünce? Hayır! Bloom? Tanrısal vakar ve Narcissus gibi iki büklüm yere kapaklanma. istihzanın bekası. Evet. Zaman paradoksun bir fonksiyonudur. Tüm anahtarlarımız en başta kırılmıştır. Ve bu yüzden kilit en son gösterilir. Ucuz illüzyon. Elbette. En sevdiğim yastığım biraz kan, biraz şarap…

    …

    Ters Şehir (Zamandan muaf)

    Ve Nemeth uyudu yorgunlukla, savruldu dışlanmış düşsel gerilimine. Uykusunda yüzdü. Dibe indi ve umutlandı. Ariadne ve gizem dinlerini gördü. Tüm çarpıklığı duvara çizilmiş eğreti resimler olarak buldu. Ama düşündü. En güçlüsü şuydu: 5 dakika önce neredeydim? Cevap bulamadan savruldu suda, biçareydi. Ama mutlaktı. Onurumuzu kurtarmak için oradaydı. Boğuldu ve çıktı su üzerine.

    …

    Nişabur (M.S. 1099)

    Pante rei! Tam 1568 yıl önceydi. Ya da 1 yıl eksik. Doğru ama mutlak değil. Cihan. Çünkü tüm bu mekanizma bir yerde birleşiyor. Çemberin tümünü göremeyen aciz ise bunu değişim addediyor. Cihan. Halbuki nehir yıkanmak için fazlasıyla büyük. Tek sorun da bu.

    Aynı zahirde şu durum vuku buldu: Kendimi bulmakla bir sorunum yok. Sadece bulduğum noktayı koruyamıyorum.

    …

    Stratford (M.S. 1594)

    Trajedi üstadının kaleminden şunlar döküldü naif bir kızıllıkta;

    ‘’Kurgulanmış bir yaşamı sürdürmek ne denli şaheser addedilebilir? Sonuç bu ise baki olan oyundur. Ve oyunculuk ne kadar muhteşem olsa dahi nihayetinde oyundur. Baki kalan ise başka, muhakkak…’’

    …

    Nekropolis (Eski mabed M.Ö. 1765)

    Nemeth korkarak adımını attı. Mabedin gerçekten var olabileceğini hiç düşünmemişti. Değil miydi ki her şey yalan. Ama girdi içeri, süzüldü. Solucandan farkı yoktu. Ateş gördü orada, yalnız başına yanan. Başka bir anlam bulamadı, çöktü içine bir süre. Ama sonra bir ses deldi karanlığı. Dans etti tekrar? Şahin başlı Horus aşkına o da kim oluyordu?

    Ama gördü onu. En azından külahının gölgesini. Osiris buyurdu ona; ‘’Ne diye burada gezmektesin?’’

    Nemeth şaşkınlıkla durakladı. O anda gök el pençe divan önünde eğilerek yakardı: Cevap ver!

    Nemeth durdu, düşündü, korkusunu gizleyerek şunu dedi:

    ‘’Anlayamıyorum. Hepsi ve sadece bu.’’

    Osiris’ in gölgesi savruldu ve ona gökten bir cemre düştü, sadece o an için, müstehzi;

    ‘’Sürekli hakikati arıyorsun. Hep anlamak gayreti içindesin, ama bu değil. Benim nezdimde zerre kadar değerin yok! Artık oyun oynamayı öğrenmelisin!’’

    Nemeth sadece bir anlığına sallandı ama düşmedi. ‘’Bunları düşünmem gerek’’ dedi ve yıkıldı…

    …

    Venice (M.S. 1945)

    Ulysses ile birlikte tersine yıkım başladı ve artık geri dönüş yoktu. insanlar kafa tuttu mitosa ve bu aptalcaydı. Mitos delinemezdi, opus magnum benzersizdi ama durulmadı. işte o vakit insanlığın yükselişi başladı. Ama bilmediler ki en güçlü düşüşlerin olması için gücün yettiğince yükselmek gerekir. Neredesin?

    …

    Zaman?

    Oysa tam da bu sırada Napoli’ de belki, belki de bambaşka bir yerde, 9 yaşında bir çocuk, doğuştan özürlü. Pencerden bakarken aklından bir şeyler geçirdi. Onun aklındakinden bihaber olan bir dilenci ise şunları çiziktirdi defterine;

    ”Edilgen bir uyumsuz”

    Boynu bükük zarif sardunyaların başlarını sarkıttığı balkonun gerisinde her şey titriyor ve iki sakat gözün içine düşecekmiş gibi onları izlediğinden habersiz kavga tüm şiddetiyle sürüyordu. Eline ne geçerse fırlatıyor, eşyaları önem farkı gözetmeksizin kırıp döküyordu. içine müthiş bir korku saplandı; Ya o’ na da bir şey olursa? Üstelik ne zamanlar geçirmişti onunla, uzak, uyku gibi sessiz ama derin, çok derin…

    Tek sahip olmak istediği şeydi o. O beyaz soğukluk. Ama sakinleşti her şey yeniden. Rahat bir nefes aldı, kazasız atlatmıştı işte. Arkasına döndü. Yemeği soğumuştu. Unutkanlık. Bugün birazcık farklı olsaydı diye geçirdi içinden; her gün aynıydı onun için. Tabuta benzer bir odada yaşamak ve her şeyden fazlası ile tecrit edilmiş. Derin bir soluk aldı. Bir şeyin olacağını hissetti garip bir biçimde. Havada keskin bir çığlık dansetti ve yok oldu. Rüzgarı küçük bir beden yardı ve hışırtıya benzer tuhaf bir fısıltı yayıldı. Boğuldu her şey aniden ve yaşam şaşırdı olanlara. Tam da o an arkasını döndü. Ürkek, yabani…

    Tüm sesler eğildi olanların önünde. Yok oldu. Ve buz gibi betona çarpan Çirkin’ in parçalarından binlerce yusufçuğun havalandığını gördüm.

    …

    istanbul (M.S. 1990)

    Tüm bu olan bitenin ve tüm bu mevcudiyetin ardında ne var? Binlerce yıllık safra ve kusmuk. Çözmeye çalışmak anlamlı değil. Geçmişe öykünmek hala tatlı bir avuntu lakin yararsız. Peki tüm bunlara baktığınızda siz ne buluyorsunuz? O koca cüssesiyle yere yıkılırken Lenny’ nin aklından neler geçiyordu dersiniz? Yo, bir dakika, bu hikayede gerçekten fareyi göremediniz mi?

    …

    Uyandığında tüm güzelliğiyle tan ağarıyordu.
    11 ...
  28. küçük kar küresinde deliler ve çocuklar

    1.
  29. ‘’şöyle bir hikaye vardır: bir odaya deney için 5 tane şebek konur. odanın ortasında bir merdiven ve merdivenin tepesinde de muz vardır. şebeklerden biri muzu fark edip merdivenin tepesine çıkınca diğer şebekler yağmurlama sistemi ile soğuk su verilerek ıslatılır. bu klasik koşullama birkaç kez tekrarlandıktan sonra merdivenin tepesine çıkmaya yeltenen şebek, o çıkarsa ıslanacaklarına şartlanan diğer dördü tarafından dövülür ve bu bir süre boyunca tekrarlanır. daha sonra aralarından bir tanesi alınıp yerine farklı bir şebek konur. yeni gelen şebek doğal olarak merdivenin tepesine çıkmaya meyleder ve diğer şebeklerin saldırısına uğrar. bu birkaç kez tekrar ettikten sonra oraya çıkmaması gerektiğini, çıkarsa dayak yiyeceğini anlamıştır. daha sonra 2. şebek alınıp yerine yenisi konur ve aynı sonuçlar onun için de tekrarlanır. böylece şebeklerin hepsi sırayla değiştirilir. tüm şebekler değiştiğinde, içerideki şebeklerden hiçbirisi soğuk su şokuyla karşılaşmadığı halde kimse merdivenin tepesine çıkmaya cesaret edememektedir ve merdivenin tepesine çıkanı neden dövdüklerine dair en ufak bir fikirleri yoktur.’’

    ‘’tanrı bu kadar aciz mi diyorsun yani?’’

    ‘’ben onun acizden çok kompleksli bir psikopat olduğunu düşünüyorum. tüm yüceliği ile yarattığı onca kötülük bipolar bir sosyopatın işi olabilir ancak.’’

    ‘’tek başına olduğu için sosyopat pek doğru bir tanım değil.’’

    ‘’evet, evet. neyse. peki sen ne yapmayı düşünüyorsun?’’

    ‘’aslında bir değişikliğe hazır değilim. ömrüm boyunca da olamadım. sanırım bu şekilde devam edeceğim.’’

    ‘’gerçekten bunca yıl bekledikten sonra bilge olacağına dair inancın bu denli kırılmışken ve ölmeyi beklemekten başka yapacak hiçbir işin yokken böyle davranman ikiyüzlülük değil mi?’’

    ‘’anladığımı söyleyemem.’’

    ‘’gençler hep şuna inanır: ‘yaşlı insanlar tecrübeli, bilgili, hayatı okuyup içmiş insanlardır. ve artık hayatlarının sonlarında huzur ile yaptıklarına bakıp haklı bir gurur duyarlar.’ yeni sıçılmış boklar! halbuki şu bankta oturan yaşlıların ölmeyi beklemekten başka hiçbir işleri yoktur. artık hayallerim, ideallerim yok, fiziksel gücümü ve güzelliğimi kaybettim, cinselliğim biteli çok oldu, çalışmıyorum, her yanım paslı bir el arabası gibi gıcırdıyor, yaratıcılığım, heyecanım, zekam yok oldu. her yaşın ayrı bir güzelliği var değil mi? toplumal amnezi. siktiğimin aptalları!’’

    ‘’katılmıyorum diyemem. ama bir ailem var. beni az çok sevdiklerini sanıyorum. ve…açıkçası o kadar cesaretim de yok. ben son ana kadar bekleyip en son karar verenlerdenim. bilmiyorum.’’

    güneşin bulutların dibine kaçtığı bu günde, çocukluklarından kalma parkta hararetle kendini savunan arkadaşına baktı. arkadaşı? patetik.

    ‘’evet, bende yavşağım ve bunu kabul ediyorum. ama senin gibi benekli, kokuşmuş elini öpen torunlarının büyüyüp para-kibir-kadın manyağı pislik çukurlarına dönüşmelerini izlemek daha büyük bir acizlik. imkanım olsa eski sefih yaşamıma dönerdim. hatta eski yunana, mısıra, kadınların göğüs uçlarını kesip, rakunlara tecavüz edebileceğimiz tek gözlü güneşin tahtına. ah, büyük günahların büyüsü. osiris. ve gizem dinlerinden fırlama ariadne’ nin idrarındaki fenolü içmek, o efsunlu mabadına kerkinmek…’’

    ‘’yine başladın.’’

    suratına baktı ve yere tükürdü. boğazından hırıltılar çıkararak cevap verdi;

    ‘’evet başladım. şimdi de bitireceğim. sana kısa bir örnekle bunu açıklayacağım; 4 yaşında bir çocuğu bu parka getirdiğini düşün. zaman algısı gelişmediği için salyalar saçarak koşup, dürtüsel saçma hareketler yapacaktır. kendi aynısını yapsa deli olarak kapatılacağı halde bir çocuk bunu yapınca hoşuna giden ebeveyn ise deliyi izleyip kendi deli olmadığı için güvenlice eğlenecektir. halbuki aynı çocuğa ‘’10 dakikan var, iyice eğlen!’’ desen sence zevk alabilir mi? zaman algısını verdiğin anda insanı prangaya vurmuş olursun. 10 dakika ya da 75 yıl. çok fark etmiyor. tanrı hepimizin üzerine sıçtı işte. ishal olmuş dev bir güvercin gibi. lepralı lanet kunduz.’’

    ‘’mizantrop bakış açın seni daha da yaşlı gösteriyor.’’

    ‘’tamamen delirmeli insan. dorian gray’ deki lord henry benim idolüm. ya da yeraltından notlar’ ın kahramanı benim. dürüst olmak hepsinden zor. ve ben ömrümün şu son zamanlarında hiçbir şeyden korkmuyorum. tanrıdan nefret ediyorum. insanlardan nefret ediyorum. yarasalardan, ekmek bıçağından, parfüm kokusundan, dini ritüellerden, köpek bokundan, tramvay gürültüsünden, evsizin gözyaşından, lahanadan ve krallardan. hepsinden ölesiye nefret ediyorum. hepsini, tüm değerleri aşağılamadan zihnini özgür kılamazsın. sen de benden nefret etmelisin. bizi bu kar küresine hapseden habisin hakkından gelmek, bir anlam kazandırmak ancak böyle mümkün. ve ben 52 derece güneşin kalbinde, gobi’ nin engin kızıllığının ortasında boğazımı yırtarcasına bağırarak ve açlıktan değil, susuzluktan değil, aldatılmışlıktan değil ve acıdan değil, nefretten, sadece nefretten ölmeyi isterdim. bu çirkin vodvili onurlandırabilecek yegane şey budur!’’

    ‘’insanlar bir şeye tutunma ihtiyacı güdüyorlar hepsi sadece bu. güçsüzüz, bunu kabul etmek o kadar zor değil.’’

    ‘’lanet orospu çocuğu anlamıyor’’ diye düşündü. ama farklı bir şekilde devam etti:

    ‘’evet güçsüzüz. ama ruhen değil. içimde vezüv kadar güçlü bir ruh parçası yatıyor benim. ateşten yapılma ve aç bir sırtlan kadar kutsal. bu metruk bedenin içine böyle kadir bir ruhun yerleştirilmesi. işte büyük şakacı!’’

    ‘’çocukluğumuzdan beri geldiğimiz şu parka baktığında hissettiklerin gerçekten bunlar mı? yani burası sende hiç mi güzel anılar canlandırmıyor? küçükken bu kadar kötü değildin. severdim hatta seni...’’

    ‘’aptalsın. yeterli gücüm olsa boynunu kırardım. şu sevimli gördüğün salıncaktaki çocuk 16 yıl sonra senin şimdi 6 aylık olan torununun bekaretini alacak ve tüm arkadaşlarına onu nası becerdiğini, altında inlerken çevresinde çember şeklinde ateş yakılmış bir sincap gibi çaresiz titrediğini söyleyecek. şu kumda oynayan iki velet erkek fahişe olacaklar. bedenlerini pazarlayıp, göbekli zenginlerin bıyıklarını emerken narkolepsi olan bir tanesinin payını da diğeri götürecek ve makatları dikilemeyecek kadar yırtılınca kıçındaki bokları toplamak için bir torbayla gezmek zorunda kalacak. şu topun peşinden koşan küçük kız 13 yıl sonra tuvaletleri yalayıp bulduğu en çirkin, en kaba heriflere pembeleşinceye kadar kıçını şamarlatan, seviştikten sonra koprofil tavırlar geliştiren, üzerine işenmesinden tahrik olan, tüm o estetik antik yunan görünümünün kirletilmesinden hayvani bir zevk alan, at semeni kadar değerli bir orospu olacak. ve şu kaydıraktaki…’’

    ‘’yeter! nasıl bu kadar pislik olabiliyorsun? baktığın, dokunduğun her şeye kanser bulaştırıyorsun. bir çocuk parkına bile baktığında çocukluğumuzda oynadığımız oyunları, saf duygularımızı hatırlayıp gülümseyeceğine her şeye rezilce pislik bulaştırıyorsun. o zamanlar severdim seni, şimdi ise hissizleştim sadece.’’

    ‘’rezilleşme. benden nefret etmelisin! hah! dünyadaki en güçlü duygu budur. ve evet şu çocuk parkına baktığımda salt acı görüyorum. güzel yaratılmış her şey çirkinliğin ve nefretin daha da vurgulanabilmesi içindir. abartmak ve uçlarda yaşamak hayatı anlamlı kılar. sadece deliler ve çocuklar özgürdür. bu yüzden toplum onların önünden çekilir, yollarını açar saçmalıklarına. ben ise ateist olacak kadar iyi değilim. ben tanrıya inanıyor ve ondan nefret ediyorum. işte sana anlamlı bir şey! maupassant aşkına!’’

    …

    18 yıl önce yıkılıp yerine otoyol yapılan çocuk parkının bulunduğu yerde, yolun ortasına oturmuş, trafiği yüzlerce metre tıkayıp, araç sürücülerinin okkalı küfürlerini duymadan tükürükler saçarak tartışan iki yaşlı moruk işte böyle görünüyorlardı.
    29 ...
  30. la nuit americaine

    1.
  31. truffaut’ nun yarı belgesel, yarı kurmaca, film çekim aşamalarını ve kendi yapım biçemini anlattığı 73 yapımı güzel filmi. en başındaki gerçeklik algısının kırılması, avrupa film ekolü ile hollywood sentetikliği arasındaki farkı hem filmin içinde hem de adında barındırması, duyma kaybı olan bir yönetmeni canlandırarak bir yönetmenin tamamen görsel kodlara tutkun ve etraftaki yararsız gürültülere kapalı olması gerektiğini sunuşu, alphonse karakterinin karşı cins düşkünlüğünün bir çocuk masumiyetinde kazanma-kaybetme kodlarında verilişi ve daha hatırlayamadığım pek çok içeriği ile oldukça güzel bir film. truffaut’ dan beklenilecek bir film. ama kurmacalarını daha çok severim tabi. bir de böyle yarı gerçek bir eksende olunca yorumlamakta zorlanıyorum biraz. o yüzden spoiler falan yok. gerek de yok.
    1 ...
  32. osmanlı da lezbiyenlik

    1.
  33. benzin istasyonu önünde bayrak sallayan adamlar

    1.
  34. şu yeni türeyen, patlayan şeker gibi çoğalan full benzin istasyonlarının önünde görmüşsünüzdür. hah, işte onlar. kimine kostüm de giydiriyorlar. adamların işi bütün gün üzerinde %7 indirim yazan tabelaları tutmak ve damalı bayrağı sallamak. anılan şirkete barzani' nin ortak olduğu iddiasını bilmemekle birlikte birden ortaya çıkıp bu kadar ucuza benzin satmasına şaşırıyorum.

    neyse, şimdi siz diyebilirsiniz ki ''her işin kendine göre bir zorluğu var. adamlar temmuz sıcağında çukurova' da akşama kadar çalışıyorlar...'' elbette katılıyorum. ama onlarınki başka türlü yapılamayan bir iş. yani adamlar ya kendi tarlalarıyla uğraşıyorlardır ya da insan gücü olmadan halledilemeyen bir durum söz konusudur. ama bu iş böyle değil. artık reklam panoları, ışıklı, hareketli falan bin bir türlüsü mevcut. yazık değil mi lan adamlara arabayla geçerken falan görüyorum 6 saattir soğukta durmaktan mosmor olmuş, her tarafını atkıyla sarmış falan. ve hala mecbur o bayrağı sallıyor.

    bugünlerde çok soğuk değil tabi ama emin olun bu adamlar ocak, şubat boyunca böyle çalışacak. yazıktır, günahtır yahu. benzin satacağım diye 3 kuruşa muhtaç insanları türlü teknolojik imkan olmasına rağmen şebek gibi kullanmak, dikkat çekmek = para olduğundan onlara bütün gün soğukta bayrak sallatmak nasıl bir sadistliktir.

    velhasıl müşteriye değer verdikleri için %7 indirim yapıyorlar. değil mi yoksa?

    bu aralar canımı sıkan bir konu olduğu için paylaşmak istedim.
    0 ...
  35. kız arkadaşın prezo kaldı mı diye sorması

    1.
  36. ilişkinizin kabalaştığını, pompişe kaydığını gösterir.
    1 ...
  37. sevişirken kullanılabilecek dondurmalar

    1.
  38. özellikle tatlı tatlı sevişmek isteyenlerin bilmesi gerekiyor efendim. öyle gidip barzo gibi maraş usulü falan almayın sakın. kupta olanlar pek tercih edilmemeli. cornetto falan da fazla iddialı. oral seks yapılan erkekse magnum ya da içine bandırabileceğiniz tip kuplar olabilir ama.

    kızlarda durum biraz daha farklı. tavsiyem buz parmak ve twister (orman meyveli). ama bir efsane var o da; gökkuşağı.

    aman yaz buz' dan uzak durun.
    1 ...
  39. nokia şarj aleti olan var mı

    1.
  40. ofislerin vazgeçilmezidir. arkasından hemen ''ince uçlu mu?'' sorusu gelir. bilginize.
    5 ...
  41. topuklu ayakkabının popoya kazandırdıkları

    1.
  42. fizik olarak giyen kadının ayağının arka kısmını yükselttiği için popoyu daha derli toplu ve yuvarlak gösterir. kızların gayet iyi bildiği (selam kızlar avi.) erkeklerin ise pek bildiğini sanmadığım bu olay salyalarımızın daha da akmasına sebebiyet verir. 3lü çekiyoruz beyler...

    (bkz: canım canımm)
    2 ...
  43. wax kutusuna krem peynir koymak

    1.
  44. ev arkadaşına yapılabilecek en sağlam şakalardan biridir. saçlarının delicesine yağlanmasına ayrı, kahvaltıda ekmeğine sürüp yediğinde böğürmesine ayrı gülersiniz. her ihtimale karşı yanınızda vicks bulundurun.
    1 ...
  45. sevgiliyle tecavüz fantezisi yapmak

    1.
  46. oldukça zararlı bir cinsel birleşme şeklidir. zira cinsel kimlik doyumsuzdur. sürekli daha fazlasını isteyerek sizi parafilik olaylara sürükler. sekste şiddet kullanımı, lise üniforması fantezisi, lateks gereçler kullanma gibi olaylarda aynı familyadandır. bir de bunun yanında bu tip fantezilerin porno sitelerde ve dahi filmlerde olması gençlerin gelişimi açısından ziyadesiyle sakıncalıdır. ileride normal birleşmenin yetmeyeceği, seksi sürekli heyecanı artan bir tempoda arzulayan sapkın kişilik gelişir.

    gülüyorsunuz belki ama seri katiller böyle yetişiyor.
    6 ...
  47. liseli kızların rüyaları

    1.
  48. ilginç feromonlu rüyalardır. hormonlar fazla çalışır, bazal metabolizmaya bile rahat vermezler. lisede bir kız arkadaşım anlatmıştı. normalde hiç hoşlanmadığı başka bir sınıf arkadaşımı okulda sürekli giydiği kazakla görmüş ve üzeri lahmacun kokuyormuş. sonra da sınıfta birlikte olmuşlar. korkunçtu demişti.

    kızın hamamcı olması ayrı mesele de o lahmacun nasıl bir detaydır yahu. true story.
    0 ...
  49. yakın arkadaşın annesini çekici bulmak

    1.
  50. sıkıntılı bir durumdur genellikle. ama başa gelebilir. hatta anne yaşına göre oldukça seksi ve ihtiraslı da olabilir. arkadaşınıza bu duyguları açmanız pek iyi olmaz. ya da biraz geniş arkadaşlar edineceksiniz. kafanıza göre.
    0 ...
  51. 2 buçuk litrelik fanta şişesinin kaba olması

    1.
  52. bilinmesi gereken bir kabalıktır. aynı ebatlardaki coca cola şişesi belden incelen, nispeten kibar bir görüntü sergilerken 2 buçukul fanta düz, dümdüz, odun gibidir. biraz dizayn beyler.
    1 ...
  53. işe sarhoş gitmek

    1.
  54. ilginç bir anımdır. yani şu andan bahsediyorum. akşam rakinin gözüne vurmak iyi de işe temiz bir yarım saat geç kalmak, ondan sonra da etrafa koku saçıyor muyum lan? düşüncesi ile temkinli olma ve kedi vajinasına dönmüş gözlerle etrafı süzme şeklinde tezahür eder.

    aklımdan geçenler ise apayrı bir ibişlik treni. toplantı olacak gibi. bir şeyler söylemek gerekiyor. işle ilgili bir sürü detay ya da çalışıyorum göstergesi yalan durumları geçiyorum. nedense aklıma hep travestilerle ilgili sunum yapmak geliyor. o anki yüz ifadelerini, tepkilerini merak ediyorum. beni konuya döndürmeye çalıştıklarını benimse bunun toplumun kanayan bir yarası olduğunu söylediğimi falan. yani tabi önemli de...

    kafa kukuleta gibi oluyor. düşünceler berrak ama işe uygun değil. geçer mi bugün belli değil...
    1 ...
  55. fuarın fuar olduğu zamanlardı

    1.
  56. en son fuara 88 de gitmiştik. ama fuarın da fuar olduğu zamanlardı. göl gazinosu bıdı bıdı... şeklinde devam eden diyalogun girizgahıdır. bulaşmayınız.
    0 ...
  57. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük