Kendilik bilinci, Hegel'in tarih metafiziğinde ortaya çıkan bir kavram. Hegel'e göre tin, kendini madde'de açınladığı gibi, tarihte de açınlar. (Burdan sübjektivist tarih yorumunu yapar.) Her neyse, şimdi şöyle: bilinç, nesneyi algılayan öznedir. Özne dışında herşey nesnedir. Bilinç doğa içinde nesneleri algıladığında kendi öznesini de nesne olarak algılar. Kendi öznesini, nesne olarak algılayan öznedeki bilinç, özbilinci ortaya çıkarır. Özne, kendisi gibi bir özbilinç ile karşılaştığı zaman "kendilik bilinci" dediğimiz şey ortaya çıkar. Kendilik bilincinden kastımız, kişinin kendine ilişkin bilgisinin bilgisidir. Yani şöyle: özbilinç sahibi özne, kendisi gibi başka bir öz bilinç sahibi özne ile karşılaşmadan kendisine ilişkin bilginin bilgisini fark edemez.
islam felsefesinde ise bu mesele Hegel'e dükkanı kapattıracak kadar mükemmel işlenmiştir. Fahreddin Razı'nın ünlü metafizik kitabı El-Metalib-ül Aliye'de kendilik bilinci "kişinin kendi tabi olduğu nedensellik zemininin idraki için gereken asgari (minimal) metafizik" şeklinde tanımlanır. Yani kişi, kendine ilişkin bir bilginin, bilgisini bilebilmesi için bir önceki unsur ile bir sonraki unsur arasında bağlantı kurabilmedir(buradan nedenselliği kastediyor, kişinin nedensellik algısını ise asgari bir metafizik anlayışını şeklinde değerlendiriyor. Bunun sebebi nedir diye ayrı bir tartışma yapılabilir)
Hegel'de ve Fahreddin Razı'de ki ortak yorum; kendilik bilinci, tarihsel insanda ortaya çıkar. Çünkü bilinç tarihseldir. Kişiyi öldürsen bile bilinci tarihte yaşamaya devam eder. Bilinç, kendine ilişkin bir bilgi olduğundan dolayı bilgi (epistemoloji) bizatihi tarihseldir.
19. yüzyılda Jules Verne, Fransız eğitim sistemi ile ingiliz eğitim sistemini kıyaslıyor ve ingiliz sistemi ile çocukların hayata daha iyi hazırlandığını belirtiyordu. Yâni 132 yıl evvel bunu ortaya koyuyordu. Üstelik bir Fransız milliyetçisiydi. Böylece Fransız eğitiminin eksiklerini de ortaya koyuyordu.
Osmanlı yönetimindeki Balkan milletleri, eğitim konusunda Osmanlı devletinin çok ötesindeydiler. Bulgar öğretmenleri, Osmanlı paşalarından öndeydi. Bulgarlar, köylerde bile kütüphaneler oluşturmuştu.
Peki, bizde eğitimi tabana yaymayı ilk olarak kim düşünmüş ve bu konuda çalışmıştı, peki? Henüz yirmili yaşlarda bir Türk subayı olan Enver... Görev yaptığı Manastır'daki Türk köylerinde okullar açılması için uğraşmıştı. ittihatçılar başlattı, cumhûriyet sürdürdü... Azerbaycan’daki bir mizah dergisinde Ermeni kızı okula giderken, Müslüman Türk kızının ise kocaya gönderildiği, acı bir şekilde resmedilmişti.
Dolayısıyla Osmanlı, niye Avrupa'nın gerisinde kaldı? Neden Balkanları kaybetti diye sorarken, bir zahmet, eğitim politikalarına da bakmak gerekiyor. Ondan sonra da yaşanan sorunları kimlerin görüp, çözüm üzerine düşündüğünü ve uygulamaya koyduğunu da anlamak gerekiyor. Bunu anlayan bir zihnin ise Enver Paşa'ya, ittihatçılara ve Atatürk'e hayran olmaması mümkün değildir.
Ekşi’de gördüğüm ve başlığı dahi açılmış Kuru, cahilce ve boş safsatadan ibaret olan söylem...
Türk edebiyatı yerine Türkçe edebiyat saçmalığını dayatanlar, Türk olmayan ama Türkçe yazan yazarlardan söz ediyorlar. Onları Türk olmadıkları için Türk edebiyatına dahil etmek yanlışmış.
Yaşar Kemal, mâlum Kürt olduğu bilinen bir yazardır. Ama Yaşar Kemal bütün eserlerini Türk kültürünün unsurlarıyla ve Türk diliyle yazmıştır. Böylece kendisi Türk olmasa bile yazdıkları Türk edebiyatının parçası olmuştur. Elbette Mehmed Uzun gibi Kürtçe, Türkçe ve isveççe roman yazan birini Türk edebiyatına dâhil etmeye gerek yok. Ama kim Yaşar Kemal’i Türk edebiyâtının dışına çıkartabilir ki?
Bu arada Türk edebiyatını tanımını reddeden ve Türkçe edebiyât tanımını dayatan yayınevlerinden ithaki Yayınları, Mehmed Uzun'u "Modern Kürt edebiyâtının kurucusu" olarak niteliyor. Tanım doğru. Ama ilginç bir şekilde Türk edebiyatı demeyi reddedenler, Kürt edebiyatı demekten rahatsız olmuyor. Sorun burada. Dünyada bütün milletlerin varlığını kabul edenler, Türk adını duyunca çıldırıyorlar.
Türk adının dışlayıcı olduğunu söyleyenler, Türk adını bütün dünyadan dışlamaya çalışıyorlar. Aslında mes'elenin düğüm noktası da burada. Türk'ü dışlamak, yok saymak istiyorlar. Bir taraftan "dünya Türktür" diyen şarlatanlarla, bir yandan da "Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular, Osmanlılar, Türk değildir" diyenlerle, "Türk kavramı, ittihatçı ve Kemalist kadrolar tarafından inşâ edildi" diyenlerde de aynısı var. Türklüğü yok sayıp, silmek düşüncesi...
Not: benim için gelmiş geçmiş en iyi roman yazarı olan Yaşar Kemal, 1997 yılında katıldığı bu programda Mehmet Ali Birand'ın '' Türk yazarı mı, Kürt yazarı mısınız'' şeklindeki ısrarlı sorularına(?) cevap olarak 2 kez ''Türk yazarıyım Mehmet Ali Bey, Kürtçe tek kelime yazmadım'' diyor. Rahmetli 23 yıl önce bu konuya noktayı koymuş zaten. https://www.youtube.com/watch?v=3YLCG0VJXIM
Modernler için özgürlük kavramının ne kadar kapsayıcı olduğunu görmek için Kant’ın akıl-irade ilişkisini ne kadar ince düşündüğünü hatırlamak gerekir.
Kant diyor ki; akıl iradeye emretmemeli, çünkü o zaman iradenin, dolayısıyla eyleyen öznenin özgür olması mümkün olmayacaktır. Fakat yine de akıl irade için belirleyici, irade akla uygun olmalıdır. ilk bakışta çözümsüzmüş gibi görünen paradoksun çözümü, öznenin tüm kapasitelerinin uyumluluğunu ve öznenin bir bütün olarak özgürlüğünü de beraberinde getirecektir.
Akıl yasa koyucu olacaksa ve irade yasanın yürütmesinden sorumlu olacaksa iradenin akıl karşısında özgürlüğü nasıl mümkün olacaktır ve söz konusu özgürlüğe karşın irade nasıl akla uygun olacaktır? Sorunun yanıtı Kant’ın bir bütün olarak tüm sistemi çerçevesinde kurguladığı teori-pratik ilişkisinin kavranmasında yatmaktadır ki, tüm akıl emeğimiz bizi Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nin ikinci yarısı olan Ereksel Olanın Bilimi’ne yani Teleolojiye götürecektir. Zira en geç Ereksel Olanın Bilimi’nde teorinin pratiğe aktarılması (Übersetzung des Theoretischen in das Praktische) mümkün olmaktadır.
Filozoflar her şeyden önce kendine özgü kişilikleri olan, şahsına münhasır kişilerdir. Filozofları filozof yapan her şeyden önce onların bu özelliğidir. Bu nedenle filozoflar irfanı, vicdanı ve aklı hür kişilerdir. Ve aklı, vicdanı ve irfanı hür kişiler yetiştirirler. Kısacası filozoflar mürit değillerdir ve mürit yetiştirmezler. Onlara felsefe ve düşünce tarihinde özel bir yer ayrılmasının nedeni, onların orada düşünce ve kuramlarıyla özel bir yer işgal ediyor olmalarıdır. Onlar tarihte kendilerine ayrılan yerleri için kelimenin gerçek anlamıyla büyük mücadeleler vermiş ve hak etmişlerdir.
Buna karşın felsefe, bilimler ve düşünce tarihinde filozofları ve bilimcileri birbirine indirgeme, birbirinin yerine ikame etme çabaları az değildir. Birisi varsa diğerine gerek yoktur gibi anlamsız yaklaşımlarla da sıkça karşılaşılır.
Romalılarda ve Ortaçağda Platon ile Aristoteles'in birbirinin aynısı olan ve bu anlamda birbirini tamamlayan bir felsefeyi temsil ettiklerinden hareket etmiş olmaları buna en iyi örneklerdendir. Aynı şekilde 20. yüzyılda yaygın olarak görülen, eleştirel Karl Marx ve pozitivist Max Weber'i birbirine benzetme çabaları buna başka bir örnektir -ki bu, Max Weber'in en erken dönem metinlerinden itibaren Karl Marx'ın materyalist tarih anlayışına karşı bir anlayış geliştirdiğini açıkça belirtmiş olmasına rağmen yapılmıştır. Benzer bir çaba özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında Hegel ile Martin Heidegger'i uzlaştırma girişiminde görülebilir. Bu uzlaştırma çabasının kökeninde hiç kuşkusuz Wilhelm Dilthey'in "Hegel ile barışmamız gerekir" çağırısı vardır. Dilthey'in bu çağırısına kadar Hegel'in felsefesi ölümünden sonra gençlik arkadaşı Friedrich Schelling'in de yardımıyla acımasızca ötekileştirilmiş ve göz ardı edilmiştir. Bruno Bauer gibi öğrencileri akademide elde ettikleri kürsülerden uzaklaştırılmıştır. Dilthey'in söz konusu çağırısından sonra Hegel'in felsefesi tanınmaz bir şekilde içinden değiştirilmeye çalışılmıştır. Ama bu çaba da Marx ve Weber denemesinde de görüldüğü gibi boş ve herhangi bir üründen yoksun bir çaba olarak kalmıştır.
Heidegger'in kendisi 1927 yılında yayınlanan Varlık ve Zaman'da Hegel'in Mantık Bilimi'nde başlangıcı kendisinin hiçlik anlamında aldığı "varlık" kavramları ile yapmış olmasını doğru bulduğunu, fakat düşüncesinin ilerleyen sonraki adımlarında bu doğru başlangıcı elden yitirdiğini belirtir.
Konu çok önemlidir ve felsefeyi rasyonel olarak mı yoksa irrasyonel olarak mı, felsefenin temeline rasyonel olanı mı yoksa irrasyonel olanı mı, felsefenin teoloji dolayısıyla mı yoksa kendisi dolayısıyla mı, inanç dolayısıyla mı yoksa düşünce dolayısıyla mı temellendirileceği sorusunu ilgilendirmektedir.
Heidegger'in Hegel'e yönelik eleştirisi ilkeseldir. Hegel Mantık Bilimi'nin başında ne yapıyor ve neyi gösteriyor? Hegel Mantık Bilimi'nde varlığı oluşum olarak kavrar. Varlığın hareket ettiricisi kendisine içkindir. Hiç varlık gibi bir varlık olarak değil varlığın bir niteliği olarak aldığı hiç ve hiçin yani kendine içkin niteliği olan negatif olanın hareket ettirmesi sonucu oluşturucu veya pozitif ilerleyişi (yadsımanın yadsıması), varlığı sürekli hareket ve oluşum halinde kavramamızı mümkün kılmaktadır. Oluşum halinde olan varlığın oluşturduğu tüm varolanlar hem asıllarındadırlar hem de kendi içindirler. Bu nedenle tüm varolanlar kendilerini var eden varlık gibi sürekli hareket halindedir. insanın hareketini, akıl ve irade yetisi dolayısıyla ahlaki boyut kazandığı için özgürlük kavramı altında anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bu özgürlük yetisi dolayısıyla insan doğanın önceden belirlediğinin üstüne çıkar.
Heidegger'in varlık anlayışı teolojik temellidir, son derece statiktir, deterministtir ve yoksuldur. Heidegger'in varlık kavramı varlığı ve insana indirgenmiş orada varolanı kapsar. Daha sonraki çalışmalarında incil'in insan merkezci varlık kavrayışından esinlenerek varlık ve orada varolana bir de şeyleri eklemiştir: Varlık (Tanrı), insan ve şeyler: Ve Heidegger'in insanı duymaya ve dinlemeye çağırdığı Tanrı'nın insana empoze ettiği buyrukları. Bu nedenle Heidegger'in varlık öğretisinin, tüm teolojik varlık öğretilerinde olduğu gibi kavramın olumsuz anlamında determinist bir varlık öğretisi olduğunu ileri sürebiliriz.
Heidegger 1927 yılında Hegel'i eleştirirken bu farkı dikkate alıyordu. Fakat sonra özellikle Edmund Husserl'in ve Georg Lukács'ın çalışmaları sonucu Heidegger'in felsefesinin irrasyonel ve teoloji temelli olduğu gösterilince Heidegger, özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra değişen durumu da dikkate alarak sanki Marx'a dönüyormuş, sanki Hegelci oluyormuş gibi birtakım manevralar yaptı. Fakat onun amacı şimdi, değişen durumdan dolayı cepheden saldıramayacağı için Hegelci ve Marksçıymış gibi gözüküp karşıtlarını içten çürütmektir. Dilthey'ın Hegel ile barışmaya çağırması şimdi bu biçimde devam ediyordu.
Heideggerci müritler onun bu süreçte ürettiği kavramlara ve düşüncelere sarılarak, Herakleitos'u da Aristoteles'i de, Kant'ı da Hegel'i de, Nietzsche'yi de Marx'ı da Heideggerci-indirgemeci olarak okumaya çalışırlar. Oysa filozoflar şahsına münhasır kişilerdir ve kendine has olarak alınmayı talep etmektedirler. Ve Heidegger gibileri felsefenin içinde şanzımanın içindeki kum tanecikleri gibi felsefenin felsefe olarak yani özgürlük bilimi olarak doğal akışını engellemek, düşünceyi dumura uğratmak için vardırlar.
Özgürlük kavramı bağlamında Hegel ile Heidegger'in ilişkisi böyle şekillenmiştir. Hegel insanlığın özgürlüğünü gerçekleştirmek isteyen Fransız Devrimi'nin hayranıdır. Heidegger Nazizmin uygulayıcısı ve milyonlarca insanın hayatına mal olan savaşların yürütücüsü Hitler'in dava arkadaşı ve Nazizmin bir kuramcısıdır.
ARiSTOTELES: KOZMOLOJi VE FELSEFE
Kozmoloji/astronomi(Uzay Bilimi) ile felsefe arasında herhangi bir bağlantı yok gibi gelir. En azından bugün yaygın haliyle ‘metin yorumlama’, kitabi bilgiyi nakletme şeklinde olan felsefe yapma tarzını dikkate alırsak, Kozmoloji ile felsefe arasında pek bir ilişki göremeyiz, bugün çoğunlukla böyle bir ilişkinin olmadığından hareket edilmektedir. Bunun en iyi kanıtı, kozmologların felsefeyle, felsefecilerin kozmolojiyle nerdeyse hiç ilgilenmedikleridir.
Kozmoloji kavramını burada Astronomiyi kapsayacak ve genel olarak Fiziğin bir alt disiplini olarak alıyorum. Kozmoloji doğrudan gök ve gök tarihiyle, yıldızlarla ve gezegenlerle, gök cisimlerinin oluşumuyla, gelişimiyle ve tarihiyle, evren ve evrenin oluşumuyla, gelişimiyle, tarihiyle ve sınırıyla uğraşıyor. Kısacası Astronomi uzayı gözlüyor.
Peki Felsefe ne yapıyor, neyi gözlüyor? Felsefe doğrudan düşünceyle, kavramlarla, kavram analizleriyle, önermelerle, öğretilerle, kuramlarla uğraşıyor. Neyi gözlüyor öyleyse felsefe? Düşünceyi, düşünce tarihini ve güncel düşünce akımlarını.
Kozmolojiyi ve Felsefeyi doğrudan araştırma ve inceleme konuları bakımından birbirlerinden yalıtılmış olarak aldığımızda aralarında sanki herhangi bir sistematik ilişki yokmuş gibi gözükmektedir.
Oysa filozoflar ve astronomlar veya daha sonraki geniş anlamıyla kozmologlar arasında tarihsel olarak çok ilgin birbirlerini karşılıklı besleyici ilişkiler vardır. Hatta daha ileri gidip tarihsel olarak Felsefenin bilimsel temellere dayandırılması nasıl ki Kozmolojiyi şart koşuyorsa, Astronominin ve güvenilir epistemolojik temellere oturtulması da ancak felsefe ile mümkün olabilmiştir.
Bir filozof olan Platon’a atfedilen “olguların kurtarılması” projesi, yani ilk bakışta sanki herhangi bir kurala dayalı değilmiş, bazı yasalara bağlı değilmiş gibi görünen yıldızların ve gezegenlerin hareketlerinin bazı yasaları olan yörüngelerde olduğunu göstermek için tanımlanan programı bir doğa bilimcisi olan Ptolemaios/Batlamyus tarafından dairesel yörüngeler önkabulünden hareketle gerçekleştirilmiştir.
Ptolemaios, Platon’un önermiş olduğu araştırma programını dünya merkezli bir dünya görüşü çerçevesinde salt geometrik olan bir gezegenler teorisi geliştirerek gerçekleştirmiştir. Eserlerinin dörtte üçü doğa incelmesinden oluşan filozof Aristoteles’in Fizik’i Ptolemaios’un dünya merkezli dünya görüşünü temellendirmiştir. “Skolastik” kavramıyla anılan Avrupa Ortaçağına ait kozmolojik dünya görüşü bu dünya görüşüne dayanmaktadır. Ortaçağda bu dünya görüşüne dayanılarak yeryüzünde ruhani ve toplumsal hiyerarşinin zorunluluğu ve ebedi olduğu gerekçelendirmeye çalışılmıştır.
Ptolemaiosçu dünya merkezli dünya görüşünün Skolastik çerçevesinde işlevselleştirilip dünyadaki toplumsal hiyerarşiyi makul göstermek için kullanılmış olmasını ölçü alıp Ptolemaiosçu-Aristotelesçi dünya görüşünün bilimsel olmadığı görüşüne varmamak gerekir. Aristarkhosçü güneş merkezli dünya görüşü Antikçağda ancak bir hipotez olabilirdi. Diğer bir deyişle bilimsellik bakımından daha güvenilir gözüken gözlemi ölçü alan dünya merkezli dünya görüşü Antikçağda dayanılabilir tek dünya görüşü olabilirdi. Aynı şekilde unutmamak gerekir ki Ptolemaiosçu-Aristotelesçi dünya merkezli evren tasarımı geometrik bir dünya-kozmos bütünlüğünden hareket etmektedir. Bu ise hem güneş merkezli hem de fiziksel bir dünya-kozmos bütünlüğüne dair görüşün oluşmasının önkoşulunu oluşturmaktadır.
Antikçağda felsefe Ptolemaios’un yardımına koşmuştu. Yeniçağda ve modernlikte Felsefeye bir ölçü olarak hizmet eden ise, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nden bildiğimiz üzere Copernikusçu analojdir: Felsefede “Kopernik-Devrimi”. Burada Felsefeye bilimsellik ölçüsünü Kozmoloji sunmaktadır.
Dünyada köhnemiş toplumsal hiyerarşinin ve ilişkilerinin değişebileceğinin, diğer bir deyişle insanın dünyada özgürlüğünün mümkün olduğunun bilimsel olarak temellendirilebilmesi için evrenin statik ve dingin değil, dinamik, kendi kendini hareket ettiren ve değişken olarak düşünülebilmesi gerekiyor. Bu kozmolojik tasarımın oluşmasını öncelikli olarak Astronomide, Kozmolojide ve Fizikte Copernicus’tan Newton’a, Kepler’den Galileo’ya kadar yaşanan bilimsel gelişmeye borçluyuz.
Büyük Alman filozofu Kant’ın felsefede en temelde Kopernik-Devrimini ölçü alması rastlantısal değildir elbette. Ünlü ingiliz Filozofu Thomas Hobbes, toplumsal ve siyasi ilişkilerin ve düzenin değişebileceğini Galileo’nun iki Büyük Dünya Sistemi’nden hareketle, yani evrende her şeyin hareket halinde olduğuna ve (Nietzsche’nin hala dogmatik bir şekilde dört elle sarıldığı) dairesel hareketin (döngüsel benginin) mükemmel hareket biçimi olmadığına dair gözlemden ve düşünceden hareketle temellendirmiştir.
Aynı şekilde bilimlerde “önceden-belirlenim-teorisi” olarak anılan ve halk arasında “kader” kavramıyla karşılanan insanın varlıkta/evrende özgürlüğünün temellendirilebilmesi için evrenin kendisini içkin olarak hareket ettirdiği düşüncesinin bilimsel olarak temellendirilmesi gerekiyordu. işte, bunu Newton’un klasik mekaniğine ve yerçekimi teorisine borçluyuz.
Hegel Mantık Bilimi’nde en başta “varlık” kavramını tanımlarken, yani varlığı kendi başına içkin hareket eden olarak ele alırken dayandığı teori Newtoncu yerçekimi yasasıdır. Bu nedenle kendi başına içkin hareket edebilme kapasitesi Mantık Bilimi’nde insanın özgürlüğünün ontolojik temellendirilmesine olanak sunar. Bu olanağı Kozmolojinin Yeniçağda yaptığı epistemolojik devrime borçluyuz.
Astronomi teker teker gök cisimlerini, yapılarını ve tarihlerini incelerken Kozmoloji evrene ve evrenin oluşumuna bütünlüklü olarak bakar. Evrenin kökenine ve cevherine ilişkin soruya ilişkin Thales’in verdiği dünyevi yanıt, insanın düşünme tarzının mitolojik düşünmeden bilimsel düşünmeye geçişini imler ve bu aynı zamanda felsefenin başlangıcıdır. Eş deyişle yeni Thalesçi kozmolojik yaklaşım felsefenin başlangıcıdır.
Öyleyse Astronomi/Uzay Bilimleri ve Felsefe sanıldığı gibi birbiriyle alakasız değildir. Astronomi ve Uzay Bilimlerinin evrene bütünlüklü olarak bakabilmesi için felsefenin kavramsal ve kuramsal araçlarına ihtiyaç duyduğu gibi, felsefenin insanı ontolojik olarak özgür bir varlık olarak tanımlayabilmesi için insanın evrendeki yerini ve durumunu kavrayabilmesi gerekir. Felsefe en geç burada genel olarak Fiziğin yanında Astronomiye ve Uzay Bilimlerine ihtiyaç duyar.
Bugün burada Prof. Dr. Abdullah Kızılırmak’ı anmak amacıyla düzenlenen bu toplantıda yapacağım konuşmanın amacı, Astronomi/Uzay Bilimleri ile Felsefe arasındaki ilişkiye Doğu’da ve Batı’da yaşanan bilimsel gelişmeleri aynı zamanda dikkate alan bir yerden Aristoteles’ten hareketle bakmaktır. Bu h
Sağcı veya solcu olmak, eğer bir tercih meselesi olarak ele alınacaksa, insan pekala sağcı da olabilir solcu da. Bu tercihin doğruluk ve geçerlilik kıstası genel olarak insanlığın ve özel olarak da kendi toplumuzun içinde bulunduğu durumun gerekleridir. Hegel, siyasi düşünceler ve projeler arasında tercih yaparken kıstasın, düşüncenin ve projenin durumu iyileştirip iyileştirmediğidir diyor. Eş deyişle söz konusu olan tercih o kadar keyfi değil, yerine getirmesi gereken nesnel kıstaslar var.
Fakat insan ister sağcı olsun, ister solcu; insanın sağcı veya solcu olmadan önce ahlaklı olması gerekir; yani Anadolu'da yaygın tabirle insanın önce "insanlıktan nasibini almış olması gerekir". Yoksa her şey mümkündür, her şey mübahtır diyerek bir şey olunmaz. Zira her şey mümkündür ve her şey mübahtır diyerek dünyayla ve insanlıkla, hatta kendi ulusu, toplumu ve ailesiyle bile araçsal olmayan ahlaklı ilişki kurmak mümkün olmaz. Diğer bir deyişle her şey mümkündürcü yaklaşımın taşıyıcısı, kendisinden başka her şeyi ve herkesi basit bir araca dönüştürür. Sonunda kendi kendisini de araçsallaştırmış olur. Yozluk denilen şeydir bunun diğer adı.
Kanımca, eğer sağcılık ilkesel olarak muhafazakarlık ise, yani değişimi ve dönüşümü reddediyorsa, yani değişimi ve dönüşümü bile her şeyi muhafaza etmek amacıyla savunuyorsa, sağcılığın ilkesel olarak ahlaklı bir hareket olması mümkün değildir; olsa olsa en fazla değer muhafazakarlığı yapabilir ama siyasi olmanın yanında aynı zamanda ahlaki bir hareket olması mümkün değildir. Zira ahlaklı bir hareket olmanın önkoşullarından birisi, eskiyen ve dolayısıyla artık ahlaki işlevini yitirmiş değerlerin yerine yenisinin oluşmasına açık olmak ve onun oluşmasının mümkün olması için aktif çaba göstermektir. Bunu yaparken elbette mirasın çarçur edilmemesine dikkat etmek gerekir. Mesele artık tarih olanın gerçekten tarih olduğunu kabul edip yeniyi yaratabilme çabası içinde olabilmektir. Kanımca sağcılık buna müsait değildir. Bunun daha ayrıntılı tartışması başka bir paylaşımın konusu olsun. Burada asıl konum solun ve solculuğun bu konuda kendini unutmuşluğu.
Sol hareket her şeyden önce bir ahlak hareketidir, hatta sağcılar ile solcular arasında uğruna "kavga" verilen şey, ahlaktır. Şöyle ki; bugün artık ne yazık ki oldukça unutulduğu için ve adı duyulunca çekinilir olunduğu için hatırlatmakta fayda vardır: Lenin'in polemik dolu tüm yazılarının etrafında döndüğü iki konu vardır. Birincisi; gerçek olanın yeniden tesis edilmesi, karşıt olarak belirlenenin dünyaya bakışının çarpıklığını göstermek, onun yerine dünyaya bakışın gerçeğe en uygun nasıl mümkün olduğunu açıklamak ve bunu mantıkla ve olgularla desteklemektir. ikincisi; gerçek olarak belirlenene, dünyaya en doğru bakışa göre politik olarak düşünebilmek ve davranabilmek, yani ahlaklı olabilmektir. Birincisi bilgi felsefesini, yani epistemolojiyi ilgilendirir; ikincisi ahlak felsefesini. Sol, siyaseti sol kaynaklardan değil de sanki solcu gibi gözüken fakat aslında sağcı olan kaynaklardan öğrenmeye başladığından beri bu görevini, ahlakın taşıyıcısı olduğunu unuttu, bir ahlak hareketi olmaktan çıkıp tam anlamıyla ahlaken de nihilist bir harekete dönüştü ve dönüşüyor.
John. S. Mill, Nietzsche'nin de, Dilthey'in de, diğer muhafazakar tüm düşünürlerin de birincil kaynağıdır. Marx, Mill için "kara vicdanlı" der. işte, Nietzsche, Heidegger ve diğerleri üzerinden sola nüfuz eden, sola kendisini unutturan bu kara vicdanlılıktır. Solun içine düşmüş olduğu durumdan çıkıp kurtulabilmesi için, ahlakın, ak ve temiz vicdanlılığın sol hareket için bir nitelik kazanmak açısından ne kadar önemli, merkezi ve kurucu bir işleve sahip olduğunu yeniden hatırlaması ve keşfetmesi gerekir. Kendini bilmezliktir sola solculuğunu unutturan.
Modern insanın yaşadığı problemlerin tümü göze alındığında Batı düşünce geleneği içinde kalınarak bu problemlerin tümü aşılabilir mi? Çağımızda modern özne olarak tanımlanan insan, söz konusu Batı düşünce geleneği içerisindeki hangi sistem içinde ele alınarak bu sorunlarına çare bulabilecek?
Varoluşçuluk, bilimsellik üzerinde temellendirilen insan görüşleri ya da süreç düşüncesi gibi farklı düşünce akımlarından hangisi ya da hangileri modern insan için geleneği aşan ve kuşatıcı cevaplar sunabilir?
Bu ilk bakışta bir felsefi antropoloji arayışı olarak görünüyor. Felsefi antopolojiyi; genel olarak insanbilim ya da antropoloji olarak bilinen disiplinin ekseninde tanımlanan bir felsefe etkinliği olarak tanımlarsak insanın özü ve bunun belirli bir somut yaşam içinde gerçekleştirilmek üzere kuruluşu ya da oluşturulması üzerine felsefi ve kuramsal etkinlikler ve öğretiler alanı olarak ifade edebiliriz.
Buna göre olması gereken tutum; bir yandan bilimlerin geliştirdiği bilgilerden yararlanarak belirgin bir insan fikrini şekillendirmeye çalışırken, diğer yandan da doğa bilimleri ile insan bilimleri ya da tin bilimlerinin sonuçlarını bağlantılandırmaya çaba göstermeliyiz. Bütün bunlar insan varlığının temel niteliğini ya da özünü kavramaya ve daha da ötesi bu varlığın anlamını metafizik yönden değerlendirmeye yönelik bir ilginin ögelerini meydana getirir. Bu felsefi tutum, genel anlamda insan varlığının bir felsefesi olmak iddiasındadır.
Peki "insan" denildiğinde, zihinde canlanacak olan ve modern öznenin bunalımlarına çözüm üretecek bir felsefi antropoloji anlayışı var mıdır?
Klasik anlamda bir felsefi antropoloji değil ama Varlık ve Tanrı anlayışı bağlamında canlıcı(organik), dinamik ve ilişkiler içinde tanımlanacak olan bir felsefi antropoloji; süreç felsefesi ile sunulabilir. Başka bir ifadeyle, süreç felsefesinde insanın tanımı üzerinde sınırları belirlenmiş temel bir argüman olmasa da, süreç kozmolojisi ve teolojisi çerçevesinde, Batı felsefe geleneğinde yaşanan ontolojik bunalımlara geleneği aşan bir çözüm önerisi üretilmiştir.
insan felsefesi bağlamında üç temel problem üzerinden giderek bu sorunun çözümünü arayabiliriz;
(i) insanın deneyimleri ve doğası iki ayrı alan olarak alınabilir mi, eğer alınırsa bu iki alan arasındaki ilişki nasıl temellendirilmelidir? Özellikle Descartes’la birlikte düşünen ve yer kaplayan insan anlayışına, insanı iki ayrı töz olarak değerlendirilen ikici(düalist) yaklaşıma süreç düşüncesi içerisinde nasıl bakabiliriz?, bunu bir problem olarak görebilir miyiz?
(ii) iyi, kötü ve günah ilişkisi içerisinde insanı nasıl konumlandıracağız?
(iii) Bilinç ve özgürlük ilişkisinde, süreç içinde insan nedir?
Bu üç sorunun temellendirilmesi için süreç düşüncesindeki kozmoloji, yani doğa anlayışının nasıl tanımlandığının bilinmesi gerekir. Çünkü süreç düşüncesi daha çok kozmoloji ve teoloji üzerinde durur. Bu ikisi anlaşıldığında insanın bilfiil varlık olarak konumu ortaya çıkmaktadır.
“Bilfiil varlık” bütün evrenin temelinde varolan, her şeyin kendisinden yapıldığı, elektronlardan galaksilere kadar bütün sistemlerin içinde yer alan en temel yapı taşlarıdır. Buna göre sürecin bir bütün olarak değerlendirilmesi durumunda, ne Leibnizin "monad"cı anlayışına ne de atomcu bir anlayışa indirgenemeyeceği görülür. Tüm evren "ilişkiler" üzerine kurulu bir bütündür, her şey birbiri ile irtibatlıdır. Psikoloji biliminde Jung'un "eşzamanlılık" kavramı ya da fizikteki "kuantum dolanıklık" olgusu bu kozmik irtibatın sadece iki örneğidir.
Buna göre en genel anlamda insan, bütün bilfiil varlıkların ilişkisiyle evrenin tümünü içerebilen bir varlık olarak tanımlanabilir. Evrendeki her şey bilfiil varlıktan oluşmuştur. insan da bu bilfiil varlığın bir parçasıdır ve bilfiil varlıkların ilişkisinden meydana gelmiştir.
Peki diğer varlıklardan insanı farklı kılan nedir? Süreç düşüncesinde evrendeki bütün bilfiil varlıklar, zihinsel ve fiziksel kutup olarak, birbirinden bağımsız olmayan ve birbiriyle ilişki içinde olup birbirini tamamlayan iki yöne sahiptirler. Dolayısıyla bu yaklaşım, Descartes’ın ikici(düalist) varlık anlayışını aştığı gibi insan doğası açısından da tartışmaları birci(monist) bir yaklaşım bağlamına taşımıştır.
Düşünce tarihinde, özellikle Antik Yunan’dan başlayarak madde-form ilişkisiyle tanımlanan bir insan anlayışı olduğu bir gerçektir. Bunun yanında, “Tanrı imajındaki insan” anlayışıyla beraber “Tanrının yarattığı fakat doğuştan ve tür olarak günahkar olan insan” anlayışının Batı felsefe geleneğindeki iki temel problem alanını oluşturduğunu belirtmek gerekir.
Buna ek olarak, geleneğe ana rengini veren Aydınlanma felsefesi, temel bakış açısını Kant’ın aydınlanma çağrısında somutlaşan “kendi aklının erginliğiyle ayakta durabilen insan anlayışı”, akıl ve kutsal arasında bir kırılmayı belirginleştirmiştir.
Tüm bu problemler, insan aklının kutsalla birleştirmesiyle aşılabilir. Aydınlanma’nın rasyonel insan kurgusuna ek olarak ikna ve sevgiye dayalı, kutsal ile barışık bir insan anlayışı çözümü getirebilir. Ayrıca, insanın kutsal olana yaklaşarak akli iradesiyle problemleri aşabileceği söylenebilir. Bunun için öncelikle insan doğasını ikici(düalist) yapının ve indirgemeci yaklaşımın dışında değerlendirmemiz gerekiyor.
Süreç düşüncesinde kötülüğün reel bir nedeni yoktur bunun yanın da iyiliğin yokluğunda meydana çıktığı da belirtilir. iyilik ve kötülük ilişkisinde kötü, en temelde, insanın kendisini gerçekleştirememesi durumu olarak değerlendirilebilir. Çünkü, yeni doğmuş bir insanda hem zihin fonksiyonları hem de ahlaki deneyimler tam olarak hazır değildir. Her şey deneyimle ve ilişkiler içinde zamanla ortaya çıkar. Kötülüğün doğadaki örnekleri içinde aynı durum geçerlidir.
Burada süreç kozmolojisine bakmak gerekir. Çünkü süreç kozmolojisinde geçmiş, şimdi ve gelecek ilişkisinde bilfiil varlık olan insan, sürekli bir akış içerisindedir. Geçmiş, şimdi ve gelecek içinde her şeyin bir anda var olup yok olmalarına benzer şekilde insanların eylemleri de bir anda var olup yok olmaktadır.
Süreç felsefesinde sonsuz nesne olarak tanımlanan bu yok olma süreci, bütün bir oluş sürecini dinamik olarak özünde barındıran bir varlıktır. Burada sonsuz nesneyi önemli kılan nokta, bütün evreni kendi içerisinde resmetmesi, olan ve olmakta olan her şeyi içerisinde taşıyan bir "soyut form" olmasıdır. Her bilfiil varlığın geçmişte yaptığı her şey hem şimdisini hem de onun bir sonraki yapacaklarını belirlemektedir. Böylece insan sürekli iyi düşünmek ve iyi davranmakla varlığına dair anlamı, deneyimleri ve diğer bilfiil varlıklarla ilişkisinde inşa edebilecektir.
Evren içinde insan sürekli iyi olmaya davet edilir. Süreç düşüncesinde bütün varlığın ortaya çıktığı temel ilke “sevgi” kavramıdır. insanın kendini gerçekleştirememesi durumunda ortaya çıkan kötülükten ancak bir bilinç uyanıklığı ile kurtulunabilir. insan doğuştan günahkar bir varlık ta değildir, özgür iradesini kullanarak, kendi deneyimleriyle iyi-kötü ve günah olanı inşa etme imkanı vardır.
insan ancak toplum, doğa ve Tanrı’yla olan ilişkisi ve deneyimleriyle kendi özgürlüğünü elde eder. Doğuştan kimse özgür değildir. Dolayısıyla özgürlük, süreç içinde ve insanın akli iradesiyle kendi varlığı üzerine düşünebilmesiyle ortaya çıkan bir “insan olma” durumu olarak tanımlanabilir. Bu nedenle insan; iyiyi, kutsalı, güzeli, özgürlüğü "deneyimleyebilen" bir varlık olarak ortaya çıkar. Diğer türlü insanın özgürlüğünden bahsedilemez.
Sonuç olarak insanı, etik ve estetik deneyimleri çerçevesinde varlığı biçimlendiren, deneyimleriyle, bilfiil varlıklarla ilişkisinde içkin olan Tanrı’ya yönelen, kutsalı anlayan, anlamlandırabilen ve bütün bilfiil varlıkları geçmiş, şimdi ve gelecek çerçevesinde akli iradesiyle dönüştürebilen bir canlı olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımlama modern insanın yaşadığı problemler düşünüldüğünde bize yeni bakış açıları sunabilir.
Özellikle ingilizce, konuşulan dünyadan dünyaya yayılan bir kavramdır. Çok geniş ve çok anlamlı bir kavramdır. Fakat adı konmadan bununla hep bir anlam ima edilmek istenir. Batı deyince bununla daha çok uygar, kültürlü, üstün, çağdaş ve demokratik gibi kavram içermeleri ima edilir. Bunun karşısında bazen açıkça, bazen kapalı olarak bir “despot Doğu” imajıyla çalışılır. “Batı Marksizmi” kavramı bu kaba karşılaştırma içermesini “entelektüel sermayeye” dönüştürmeye çalışan bir kavramdır her şeyden önce ve şimdi hiçbir koşul yerine getirilmeden kaba bir şekilde, ispiyoncu bir ruhla ve yaranmacı bir ahlakla Türkiye’ye de taşınmak istenmektedir. Bununla Batı’da, yani öncelikli olarak ABD’de ve Britanya’da oluşan Marx yorumlarının Doğu’da, özellikle Çin’de ve eski Sovyet topraklarında, özellikle Rusya’da oluşan Marx yorumlarından daha uygar, daha seviyeli, daha kültürlü, daha demokratik oldukları söylenmek istenir. Fakat bu kavram Doğu ülkelerinde de derin bir geleneği ve tarihi olan hümanizmayı ve demokrasiyi göz ardı eden tek yanlı ve barbar bir kavramdır. Avrasya kültürlerinde de, Arap ve Pers kültürlerinde de, Türk, Kürt ve diğer Doğu kültürlerinde de büyük hümanist ve demokratik kültürel bir gelenek vardır. Unutmayalım ki, Hitler ve Nazim Batı’da ortaya çıktı ve insanlığı o beladan kurtaranlar “Doğuluydu”. Diğer taraftan “Batı Marksizmi” diye anılan öğretinin kökenine yerleştirilen Gramsci, Lukacs gibi Marksist kuramcıların ortak kaynağı Rus, yani bir Doğulu olan Georgi Plehanov’dur. Ayrıca Marx’ın öğretisi doğası gereği böyle kaba ve ırkçılık içeren bir ayrımı kabul etmez.
tarihin en yanlış anlaşılan filozoflarından biri olan husserl’in “nesnelerin kendilerine!” diye bir çağrısı var. husserl, 20. yüzyılın başında felsefeyi “sıkı bir bilim” olarak yeniden tesis etmek ister ve bu çağrıyı felsefeyi içine düşmüş olduğu hakikate yabancılaşmışlık halinden kurtarmak için formüle eder. olgunluk eserleri, özellikle kriz yazısı husserl’in bu yönde büyük adımlar attığını gösteriyor.
bu slogan, felsefenin büyük kuruluş dönemlerinde kendisini sürekli yeniler. hegel, bu amaçla giriştiği felsefi eylemin ilk büyük ürünü olan tinin fenomenolojisi’nde benzer bir talep ileri sürer. aynı şekilde marx da eşyaların kendilerine çağırısında bulunur. felsefe praksis felsefesi olmalıdır. unutmayalım! kant ne diyordu? eylemi amaçlamayan felsefe basit bir düşün oyundur. aristoteles’in hocası platon’a yönelik en büyük eleştirisi idealar teorisiyle özü itibarıyla "praksis" olan yaşamda eylemi olanaksız kılmasıdır.
heidegger, husserl’in çağrısını ciddiye alır. psikolojizme ve pür düşünümcü felsefeye karşı praksis ilkesini savunur. fakat hakikati hareket olarak, yani oluşum ve yok oluş olarak kavramadığı ve kurduğu zorlama yapay dil ve kavram yapısı ile insanı eşyaların kendilerine, praksise, realiteye yöneltmek yerine daha çok yabancılaştırır. heidegger‘in eyleyen insanı, onun tabiriyle “dasein” hedefini bilmeden eyleyen bir varlıktır, amacını akılla yargılayıp, vicdanıyla tartarak eyleyen biri değil. heidegger‘ in kurgusuna göre, varlık/tanrı söyler, führer (üstün/seçkin dasein) gösterir ve daseinlar eyler.
bugün tekrar felsefenin kuruluş sorunuyla karşı karşıyayız. bu, ülkemizde bir türlü zeminini verimli kılamayan felsefe için büyük bir fırsattır. fakat bunun önemli koşulu, özellikle genç filozoflarımızın orijinal metinlere yönelmesidir. ülkemizde birçok şey nakil ve ezber üzerinden gerçekleştiği gibi, akademik öğretin de daha çok ikincil kaynaklar üzerinden yürüyor.
oysa şimdi, tam da şimdi, felsefeyi ve bilimleri sıkı bir bilim olarak yeniden kurma sorunuyla karşı karşıyayken orijinal metinlere yönelmek ve onları derinlemesine, satır aralarıyla birlikte okuyup yorumlamak (feuerbach), her birimizin orijinal metinlerden kendine has kendi orijinal yorumlarını kazanması gerekmektedir. yeniyi denemekten korkmayalım. kalıpları kırmadan yeniden kuruluş mümkün olmayacaktır. descartes’ı da, hobbes’u da, freud’u da, marx’ı da, adam smith’i de, locke’u da, habermas’ı da, aristoteles’i de, spinoza’yı da, husserl’i de, russell’ı da, kant’ı da... hepsini kendi külliyatımızla birlikte yeniden kuruluş amacıyla yeniden yorumlamak gerekmektedir. öyleyse, bugün sloganımız, “orijinal metinlerin kendilerine!” olmalıdır. insanlığın ürettiği tüm entelektüel miras orijinal metinlerden hareketle yeniden yorumlanmalıdır...
Eğitimde "Double-Loop learning (Çift Döngülü Öğrenme)" dediğimiz bir konsept var. "Bir şeyi doğru yapma" değil "Doğru şeyleri yapma" kavramını öne çıkarıp, büyük çerçevedeki hataları görüp buna göre planlar yapabilme ile ilgilidir. Kişi, bunu yapamıyorsa, yani kendisine yüklenmiş olan, toplumsal zincirlerin ilk aşamasında kalıyorsa, "yüklenen şeyi doğru yapma" derdindedir. Bu da, ona öğretilmiş olan bilgi havuzundan dışarı çıkmaya iyice korkar hale getirir. Çünkü yaptığı şeyi doğru yapmak için o kadar uğraşmıştır ki yanlış şeyi doğru yapıyor olması demek, hiçbir şeyi doğru yapmıyor olması demektir. Yakınlarda yaşadığım bir örnek vermek istiyorum:
Muhabbette olduklarım arasında felsefe ile yoğun biçimde uğraşan birçok kişi var. Bunların arasında birisi, üniversite mezuniyetini takiben akademik kariyerden vazgeçip (ilk planı o imiş) 4 yıl Dominiken tarikatında eğitim aldıktan sonra rahip olmak isteyen ana-akım Hristiyan teolojisini takip eden birisi idi. Kendisi, Hristiyan Teolojisindeki argümanların yanlış anlaşıldığı/anlaşılmadığına dair bolca paylaşım yaptığından ve herkesle üst perdeden konuştuğundan, belli bir klasik felsefe birikimi olduğu algısı kolayca oluşuyor. Ayrıca, Hristiyan teolojisi iyi bilinmediği için Türkiye'de, felsefe bazlı paylaşımları eleştiriden ziyade soru alıyordu "Daha fazla bilgilendirebilir misin ?" tarzında. Bir süre sonra profilinde "Her alanı ben düzeltecek değilim, onu da sosyologlar düzeltsin!" tarzında ifadeler görmeye başladım. Gözüme çarpan sorun, paylaşımlar yaptığı/birikim sahibi olduğu alanda onu eleştiren kimse bulunmamasıydı, çünkü kimse o alana hakim değildi.
ilk defa profilinde ciddi bir soru sordum (Hiç bilgim yok diyerek). islam teolojisine dair bir konuda gelenekçilerin çok daha sağlam olduğu, diğer tarafta kimsenin iyi bir altyapıya sahip olmadığından dem vuruyordu. Tek sorum: "Neden?" idi. Orta uzunlukta bir açıklama yazdı; tamamında mantık disiplinine dayanarak bulunan tutarsızlıkları ifade ettim. Bir tanesi, "False Authority" idi. Yani her alanı savunan alim/bilim insanı tarih boyunca bulunmasına rağmen bir kişinin sadece kendi görüşünü savunan otoriteler varmış gibi "Otorite böyle diyorsa, böyledir." görüşünü dayatmaya çalışması gibi (Glutenle ilgili her çeşit görüşü savunan bir profesör bulabileceğiniz gibi). Bana verdiği yanıt beni çok şaşırttı, çünkü ilahiyatçılarla yaptığım fikir alışverişlerinde, mantık zeminine işaret ederken aldığım tepkinin aynısıydı: "Sen beni hiç anlamamışsın!"
Ona, kendi ve benim ifadelerimi mantık önermeleri olarak yazmasını, böylece bağlantıları görüp sonra kimin ne anladığını puanlayabileceğini ifade ettim. Beni silip/engelledi. Yukarıda vurguladığım gibi, yapabileceği en mantıklı hareket buydu. Çünkü inanılmaz bir birikim sahibi olup bir tablo oluşturmasına rağmen, tabloda neyi çizdiğinden emin değildi. Tabloyu çizme gereklerinden bir tanesinin sorgulanmasına bile tahammülü yoktu bu yüzden. Dikkatinizi çekerim, bu felsefeyle haşır neşir olan, sorgulama sözcüğünü her gün gören ve yabancı birçok yayın okuyan birisi.
Ancak hayatımızın özeti biraz bu. Sorduğumuz soru genelde, "Bir şeyi doğru yapma", "Doğru şeyleri yapma" değil. Çünkü bir işe başlamadan önce, yapacağımız işin doğru olup olmadığının arayışı, bizi mutlak bir doğru olmadığı sonucuna götürür. Bu, bize bir seçim/vazgeçme halinde olduğumuzu gösterir. Bu nedenle yaptığımız işin sorumluluğunu almak durumunda olduğumuzu fark ederiz. Çünkü, niye diğer işleri değil de bu işi yaptığımızı sorgulamaya devam ederiz. Bu da aslında, "Merak" kavramını canlı tutar. Tersi, korkudan başlayan, önyargı ve öfkeye dönüşen bir süreç başlatır.
Yaptığımız işi, hayat görüşlerimizi, her insanın anlayabileceği matematik/mantık gibi bir "disiplin" ile yazabiliyor muyuz bir deneyelim. Eğer bunu yapamıyorsak, sadece toplum bizi bu işe ittiği için yapmaya başlamış olduğumuzu, bir "anlam" üzere bulunmadığımızı fark edebiliriz.
virüs salgını sürdürmüş olduğumuz yaşam tarzını tüm temelleriyle ve değerleriyle, düşüncesizce para, pul, kâr ve mülkiyet peşinde koşuşmanın belirgin bir şekilde hâkim olan yaşam tarzımızın sorgulanmasını beraberinde getirdi. zira salgına ilişkin resmi belgeler, düzenlenen raporlar ve tartışmalar en az 10 yıllık bir tarihe sahip olmasına karşın salgın engellenememiş, insan yaşamı için son derece yıkıcı sonucu, gerekli önlemler sorumlular tarafından zamanında alınmadığı için olması gerekenden çok daha ağır olmuştur. aynı şekilde salgına karşı harekete geçen dünya sağlık sisteminin çabalarının çoğu birçok bakımdan fiyasko ile sonuçlanmıştır.
bu, sistemin insan yaşamının temeline saldıran hastalıklara karşı hazırlıklı olmadığını göstermiştir. 21. yüzyıl insanlığının göz kamaştırıcı maddi zenginliğine varlığını ilgilendiren soru ve sorunlar yönelik kalıcı düzenlemelerin son derece kırılgan yetersiz olduğunu ortaya çıkmıştır. insanlık, karşı karşıya geldiği var olma sorunları karşısında oluşturulmuş olan modern sistemin, hemen her bakımdan yetersiz olduğunu, insanlığı bir bütün olarak bilinçli, özgüveni olan, koşullarına hâkim egemen bir özne olmadığını açıkça görmüştür.
modern felsefenin kurucu babalarından olan ve modern toplum ve devlet kuramını temellendiren thomas hobbes, yeryüzünde en büyük güç insanının gücüdür, demiştir. "leviathan" olarak adlandırdığı bu güç, kendi içinde güçlerini iyi bir şekilde örgütleyebildiği oranda yaşamı mümkün kılar, yaşamı muhafaza eder ve yaşamı iyileştirir. bu güç, kendi içinde güçlerini iyi örgütleyemezse, özne olma yetisini, yani koşullarına ve kendine hâkim olma yetisini yitirir ve bunun sonucu olarak kendi içinde kendini yemeye, yani yaşamı yok etmeye başlar. işte, hobbes "levithan" adlı eserinde bu durumu herkesin herkese karşı savaşı olarak tanımlamıştır. bu durumu john locke’un "insanın anlama yetisi üzerine deneme"de verdiği bir benzetmeyle de betimlenebilir. köprünün üzerinden geçerken çöktüğü için uçurumun derinliklerine düşen insan özne olma yetisini yitirmişitir. insan, köprüyü kullanıp uçurumun bir tarafından diğer tarafına geçebildiği oranda öznedir. yıkılan köprüden uçurumun derinliklerine düşen insan hiçbir şekilde egemen değildir.
virüs krizi, aydınlanmacılığın, son yıllarda çok eleştirilen, insanın doğal güçlere hâkim olmak zorunda olduğunu dair talebinin yerinde ve doğru olduğunu göstermiştir. virüs krizinin ilk günlerinde marketlerde insanların sergilediği “alışveriş” davranışlarına dair gözlenen durum, hobbes’un işaret ettiği savaş durumunun bir ifadesidir. marketler almış olduğu önlemlerle bu davranışların insan yaşamı için yıkıcı olmasını önlemiştir. fakat son günlerde ve haftalarda insanlığın iç örgütlenmesine dair ortaya çıkan yaşamsal öneme sahip zaaflar, hobbes’un tüm modern çağ için talep ettiği insanlık halini, yani doğa durumunu insanlığı kendi koşullarına her bakımdan hakim olan özne kılmak üzere aklın veya doğanın yasalarına göre değiştirme talebinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini hatırlattı. bu aslında tüm aydınlanmacı hareketin idealini veya ütopyasını yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini gösteriyor.
aydınlanmacı felsefenin kanımca şimdiye kadar yeterince algılanmamış olan, algılanmış olsa bile yeterince anlaşılmamış olan bir yanı üzerine yeniden düşünülmesi gerektiğini göstermiştir. bu, jürgen habermas’ın aydınlanmacı projenin henüz “tamamlanmamış” boyutu olarak işaret ettiği ideali veya ütopyası ile ilgilidir.
habermas, bilindiği üzere, bir toplumsal formasyon çağı olarak modernliğe ve aydınlanmacı felsefeye yönelik tek yanlı yıkıcı postmodernist eleştiriye karşı modernliği henüz tamamlanmamış bir proje olarak sunmuştur. habermas, aydınlanmacı dünya ve toplum tasarımı ile modernliğin ortaya çıkardığı sistematik toplumsal ilişkiler bütünlüğü arasında ayrım yapmaz. fakat onun modernliğin çözemediği uzmanlaşma ve tabakalaşma sorunu ve “tamamlanmamış proje” arasında yapmış olduğu ayrım, aslında bir yandan modernliğin tüketmiş olduğu gelişim potansiyellerine işaret ederken diğer yandan aydınlanmacı felsefenin henüz gerçekleşmemiş olan idealleri arasındaki “mesafeye” dikkat çeker. bu bakımdan, eğer böyle bir mesafenin varlığından hareket edebilirsek, kant’ın çağını betimlerken aydınlanmanın başladığı, fakat henüz aydınlanmış bir çağ olmadığını belirttiğini hatırlarsak, bu, böyle bir ön kabulden hareket edebileceğimiz anlamına gelmektedir, bu durumda aydınlanmacı felsefe ile kendi dinamiğine sahip çelişki dolu toplumsal süreçler sonucu oluşmuş modern toplum basit bir şekilde eş anlamda alınamayacağını ileri sürebiliriz. bu durumda tamamlanmış proje olarak modernliğe işaret etmemiz gerekecektir. fakat bu durumda aydınlanmacılığın idealinin veya ütopyasının ne olduğunu, onu modernliğin ötesine taşıyan yanın ne olduğunu tartışmak gerekecektir. işte, tam da bugün içinde bulunduğumuz durumda aydınlanmacılığın dikkat çektiğim ütopyacı boyutu son derece güncel bir anlam kazanmıştır. söz konusu ideal tüm bilimsel bilginin, bilimlerin ve felsefenin kavramlarının genel mülkiyete dönüşmesi gerektiği ile ilgilidir.
fichte "çağımızın temel niteliği" adlı eserinde tüm bilimsel ve felsefi bilginin bir tabakanın özel mülkiyeti olmaktan çıkarılıp tüm toplumun ortak malına dönüşeceği çağa özel bir isim bile vermiştir. aklın durumu bakımından modernliğe denk gelen çağı “akılın bilimi” çağı olarak tanımlarken, gelecekte modernliğin ötesinde kurulacak olan çağı “akılın sanatı” çağı olarak tanımlamaktadır. aklın bilimi çağında akıl, yani tüm bilimsel ve felsefi bilgi yalnızca uzmanların uğraşıyken, öngörülen ve gelecekte modernliğin ötesinde gerçekleşecek olan çağ olan “akılın sanatı” çağında tüm bilimsel ve felsefi bilgi tüm insanlığın ortak mülkiyeti olmalıdır. hegel "tinin fenomenoloji" adlı eserinde bunu bilim “herkesin mülkiyeti” olmalıdır olarak kategorik bir talebe dönüştürmüştür.
corona ve sağlık krizi nedeniyle bilimsel bilginin hayatımızı düzenlemek günlük hayatımıza kadar nasıl nüfuz ettiğini görmüş olduk. daha bir iki gün öncesine kadar virüsün ne olduğunu bilmeyenler bile tıp bilimlerinin tüm sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. bu, fichte’nin açıkça formüle ettiği, fakat descartes ve hobbes’tan beri peşinden koşulan idealin bugün ne kadar çok güncel ve acilen gerçekleştirilmek üzere beklediğini göstermektedir. bu son çağda tüm “insanlık yeryüzünde” ilişkilerini özgürlüğe dayalı olarak tesis etmiş olacaktır. corona krizi aydınlanmacılığının bu idealinin artık bir ideal değil gerçekleştirilmeyi bekleyen mümkün bir talep olduğunu göstermiştir.
Küçük çocuklarda düşünce ve otokontrol pek gelişmediğinden genelde hazlara düşkün yaşarlar, Onlara göre haz duymak yüce ve saygı görülesidir; Acı çekmek ise kaçınılması gerekendir. Hal böyle olunca küçük çocuk başkalarının çektiği acıları gülünç bulacaktır. Hatta yolda yürürken arkadaşının ayağına çelme takacak, arkadaşı yere kapaklanınca kahkahayı basacaktır. Ne büyük iş! Sonra arkadaşının saçını çekmek, ensesine vurmak, üzerine çıkmak gibi birçok zorbalık küçük çocuklarda sık sık görülecektir.
Oysa biz yetişkinler böyle basit şeylere gülmeyiz. Bizim için mizahı kaliteli yapan şey kişinin bulunduğu duruma kendi çabasıyla düşmesidir. Örneğin "Varlık yoktur." diyen Gorgias gülünçtür. Çünkü bu sözü söyleyebilmek ancak çabayla mümkün olur. Biz Gorgias'ın kısa boyuyla veya kel kafasıyla ilgilenmeyiz. Bunlarda çirkinlik görsek bile bunların gülünç şeyler olmadığını biliriz. Uygarlık, kontrolümüzde olmayan şeyler hakkında sorumlu tutulamayacağımızı bize öğretmiştir. Tabii eğer uygarsak...
"Biz yetişkinler" dememe bakmayın. Birçoğumuz hala soyut düşünceden yoksun çocukluk dönemi narsizmini sürdürüyor. Tabii artık ayağa çelme takmak moda değil. Bunun yerine birini kötü bir şekilde taklit ederek sözlerini alaya almak, çarpıtmak, itibarını zedelemek, küçümsemek, küfür etmek, hakaret etmek, trollemek gibi eylemler var. Elbette bu eylemlere katıla katıla gülen ve teşvik eden sığ bir kitle oldukça bunun ekmeği çok yenecektir. Uygar bir toplum bu mizah kültürüyle bağdaşmaz. Zaten bu tarz bir ciddiyetsizlik insanları birleştirmekten ziyade ayrıştırır.
Dolayısıyla diyorum ki: Neye güldüğünüz önemlidir.
Kişi ve kişilik kavramları doğrudan ben ve benlik ile ilgili kavramlardır. Kavramın dilbilimini ve edebiyatı ilgilendiren bir boyutu var. Beni burada, bilirkişilik bağlamında oluşan etik sorunlara yakından baktığımız için kişi kavramının daha çok hukuki fakat çok daha fazla ahlaki statüsü ilgilendirmektedir –ki kişinin hukuki statüsü de sorumluluk ve temsil yetkisi içerdiği için birçok bakımdan ahlakidir.
Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğü’ne göre kişi, “kadın veya erkeğe verilen genel ad”dır. Bunun yerine sıkça şahıs, zat ve hatta nefer bile denir. Ahlaksal kişi veya kişilik kavramı, sorumlu ve hesap verme yeteneği olan “ben” için kullanılıyor. Tüzel kişi kavramı, doğal kişi olmaksızın fakat doğal kişililik üzerinde yükselen ve şekillenen “hak ve ödevlerin bağımsız taşıyıcısı sayılan kişi”ler için kullanılıyor. Bu, yasalara göre kurulmuş birlikler, dernekler, ortaklıklar, kamusal örgütlerde ve idari kurumlarda görülmektedir.
Latincede ise kişi kavramının karşılığı “persona”dır. Tiyatroda oyuncunun üstlendiği ve oynadığı oyun ve rol gereği yüzüne taktığı maske için kullanılan addır. Kavramın anlamı sonradan değişerek sadece oyuncunun üstlendiği rol için kullanılmıştır. Kavram daha sonra insanın öz niteliği ve öz hatları veya çizgileri anlamına bürünmüştür.
Bilebildiğimiz kadarıyla “persona” kavramına felsefi açıdan ilk anlam kazandırmaya çalışan, Türkçe'de Felsefenin Tesellisi adlı eseri olan Boethius olmuştur. Türkçe “kişi” kavramının kendi etimolojik tarihi vardır hiç kuşkusuz. Fakat kavramın içeriğini tüm zenginliği ile kavrayabilmek için “persona” kavramının felsefi anlam tarihine bakmak yerinde olabilir.
Boethius’a göre persona “akıllı bir varlığın parçalanmaz tözüdür”. Boethius’un bu tanımı Türkçe'de kişilik kavramının anlamına uyarlanabilir. Kişilik insanın ahlaki bütünlüğünün taşıyıcısıdır. Öyle gözüküyor ki Boethius’un bu tanımı tüm Ortaçağ boyunca belirleyici olmuştur. Yeniçağda persona kavramı hem ahlaki hem de psikolojik açıdan daha tam olarak kavramlaştırılıp tanımlanmıştır.
John Locke’a göre kişi “düşünen, anlama yetisi olan ve derinlemesine düşünebilen varlıktır –ki kişi kendisini kendisi olarak ve kendisini farklı zamanlarda ve farklı yerlerde düşünen aynı kendisi olarak kavrayabilen varlıktır”. Kişi bunu sahip olabildiği özbilinci dolayısıyla yapabilmektedir. John Locke’un kişiye dair bu tanımı daha çok psikolojik açıdan yorumlanır.
Immanuel Kant, kişiyi tanımlarken kişinin ahlaki ve psikolojik boyutu arasında bir ayrım yapar. Kant’a göre, insanı diğer tüm varlıklardan farklı ve üstün kılan, insanın bir Bene sahip olabilmesidir. insan burada söz konusu olan bir "Ben'e" sahip olma yetisi dolayısıyla kişi olur. Kişi, tüm değişime karşın Ben'inin bütünlüğünü korur ve ben'inin bütünlüğünü koruyabildiği oranda, yani kendisini bir aynı kişi olarak kavrayabildiği oranda, kişiliği ahlaki bir statü kazanır.
Müzik en güzel seslerin yaratımı mıdır yoksa ses dolayımıyla duyguların en güzel biçimde ifadesi midir?
Müzik, her sanat eseri gibi, özgün bir ifade tarzıdır. Bu haliyle onun da bir dili ve yazısı vardır. Müziğin esas yazısı sestir. Bu yazılı bir nota ya da notalar toplamı değil, işitim maddesi olarak ruhta titreşen sestir. Ses tıpkı yazının bir kağıda yazılması gibi icra sırasında insan ruhuna yazılır. Yazının görülüp bütünlük olarak okunması gibi burada işitilir ve bir bütün halinde fonetik olarak kulakla okunur. Bu okumada ses, kağıttaki yazının anlakta dönüşüp mana haline gelmesi gibi duyarlıkta duyguya dönüşür. Böylece ifade gerçekleşmiş olur. ilk durumdaki haliyle ele alınan eser manası ne olduğuna bakılmaksızın tıpkı hat sanatı gibi fonetik güzel yazı iken, ikinci durumda mana odaklı belagat ve fesahatıyla mükemmel bir söz gibidir. Ben eksiksiz bir güzellik için her iki durumun da dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bugüne kadar, varlığın özden önce geldiğini söyleyen varoluşçuluğu kuran ilk kişinin j.p. sartre olduğunu zannediyordum. oysa durum böyle değilmiş.
varlığın özden önce geldiğini ilk yazan kişi sartre'dan yaklaşık 400 yıl önce yaşamış fars kökenli müslüman hekim ve filozof olan molla sadra nam-ı diğer sadreddin şirazi imiş...
günümüzde hala etkisini sürdüren çok önemli bir felsefi akım olan varoluşçuluğun gerçek kökleri meğer iran toprakları imiş.
molla sadra akılcılıkla sezgiciliği bir araya getirerek "aşkın hikmet" ekolünü kurmuştur. molla sadra; ibn-i sina, sühreverdi, muhyiddin arabi , gibi islam filozoflarından etkilenmiştir. eserlerinde islam düşünce dünyasındaki akılcı, sezgici ve nakil ekollerini farklı bir sentezde bir araya getirmeye çalışmıştır.
molla sadra’nın varlık merkezli felsefesi varlık, varlığın hakikati ve varlık hiyerarşisi gibi konular üzerinedir. sadra’nın ‘varlık’ı anlatan temel ifadesi, onun "asil"(asıl, esas anlamında) oluşudur. sadra ‘asalet’ kelimesi ile yegane hakikat olmayı, kendinde var olmayı/bir sebebe bağlı olmadan var olmayı ve zihni olmamayı kastetmektedir. sistemde ikincil kılınan ‘mahiyet’ yani "öz" ise genelde bu sıfatların aksini yüklenmektedir. sadra’nın sisteminde varlık, tek bir hakikattir. dinamik bir tabiata sahiptir ve kendi özünü açığa vurur. saf varlık dışındaki her varlık, sahip olduğu varlık derecesine göre varlık ve öz karışımı görünümündedir. bu durum, sadra’nın sistemine varlığın dereceli yoğunluğu her varlığın sürekli cevherinde hareket halinde olması (cevherî hareket) ve varlığın birlik ve çokluk ilkesi olması şeklinde yansımıştır. o’nun felsefesinde “zorunlu varlık”; "saf varlıktır"; onun dışındaki her şey varlık ve öz oluşur. varlık, her şeyi kapsar.
varlık ve öz ile tümel(bütünsel, kapsamı bakımından kendinden başka sınırlandırması olmayan)ler konusunun anlaşılması açısından önemli bir ayrım zihni ve dışsal varlık ayrımıdır. sadra’ya göre öz, hakiki bir varlığa sahip değildir, zihnidir.
akli bir analiz sonucu ve varlığa bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. sadra’nın sisteminde öz bir doğal tümeldir, böylece zihindeki ortak-anlamı ifade eder. varlık ve öz ile irtibatlı diğer bir husus, ayrım ilkesinin ne olduğudur. klasik olarak şeylerin birbirinden ayrılması ilkesi olarak öz öne sürülmekte iken, sadra (birlik ve çokluğun ilkesi olarak ortaya koyduğu) varlığın kendisinin öncelik-sonralık, (varlıklarındaki) kuvvet ve zayıflık ile ayrım ilkesi olduğunu ortaya koyar.
insanlar duyarlı olmaktan çok duyarlı olduklarının bilinmesini isterler. Duyarlı olmak üzerinde durduğun meseleyi anlamanı gerektirir. Şimdi sen şeker hastası birine "yazıktır o da yesin" diyerek pastalar çörekler ikram edersen bu iyilik değil kötülüktür, Bu düşüncenin abartılmış halinin psikolojide bir adı vardır: Yapay bozukluk. Klinik vakaların birinde bir anne çocuğuna ne kadar düşkün olduğunu göstermek için önce ona çamaşır suyu içiriyor, Sonra da hastane hastane dolaşıp "ben çocuğumu çok seviyorum" duyarı kasıyormuş. O kadar meşru bir güzelliğin ardına saklanmış ki dışarıdan bakan olayın gerçek yüzünün bu olacağına ihtimal vermez. Şeytan görse "yok yav o kadar da değil" der yani.
Sosyal medyada köy okuluna yardım kampanyaları çok revaçta ve bir gelenek haline geldi. Önce bir öğretmen bilmediği bir köye atanır, sonra oradaki çocuklara bakar ve der ki: bu çocuklar Dostoyevski okumalı, tiyatro seyretmeli, müze gezmeli vesaire vesaire. Sonra hemen köy okuluna yardım diye gönderi oluşturur ve durumun ne kadar hazin olduğundan bahsederek yardım ister, işin saçmalığı burada. Bu öğretmenin bilmediği bir şey var. Van'da kitaba ihtiyaç yoktur. 7. 8. sınıfa giden her çocuk eğer kitap okumak istiyorsa gerek kitabevlerini soyarak, gerekse gasp yaparak bir şekilde kitaba erişir. Tiyatro, müze vs. işi de tam anlamıyla bir "eurocentrism". Kısacası izmir'de fularıyla alsancak kafelerinde karı kız düşürmeye çalışan genç öğretmenimiz Van'daki öğrencilerin bundan mahrum kaldığını görünce bu duruma çok üzülmektedir. Gerek yok kardeşim gerek yok. Senin batılı değerlerinin köye getirilmesine gerek yok, Köylü çocuğu senin bilmem bilmem ney konulu seminerini takmaz. Eski köye yeni adet getirmeye gerek yok.
ilk cümlemde dediğim gibi insanlar duyarlı olmak istemez, Duyarlı görünmek ister. Dolayısıyla facebook'ta köy okuluna yardım gönderilerine hep yardım edecek insan bulunur. Kimse de şunu demez: biz köye Dostoyevski götürerek neyi amaçlıyoruz?