Gökyüzü yıldız tozlarıyla kaplanıyor,
Ve dallar sertçe bükülüyor,
Seni bin verstten duyabiliyorum
Biz yankıyız, biz yankıyız,
Uzun süreli bir yankıyız birbirimize.
Biz yankıyız, biz yankıyız,
Uzun süreli bir yankıyız birbirimize.
Nerede olursan ol,
Kalbine erişmem zor değil,
Yine aşk bizi arkasından çağırıyor,
Biz hassasız, biz hassasız,
Ebediyen hassasız birbirimize.
Biz hassasız, biz hassasız,
Ebediyen hassasız birbirimize.
Süzülen bir karanlığın kenarında bile olsa,
Ölümcül bir döngünün sınırında,
Bilirim ki biz ayrılmayız,
Biz anılarız, biz anılarız,
Yıldızların anısıyız birbirimize.
yüzüne bakmaya kıyabilirim çünkü yüzüne bakmak niyetindeyim.
öyle bir bakış ki bu, kendini tanıyan bir utanç içindeyim.
bir korku yaşıyor çünkü bu; duru bir kaygının, kırılgan bir pişmanlığın izini taşıyor.
yaşadığım yirmi küsur yıla biriken her bir duygu dışıma taşıyor böyle olunca, içim dışımı aşıyor.
ama ben yaşamak istiyorum, hiçliğin kıyısından ayaklarımı çekeli birkaç yıl olmuş.
ben yaşamak istiyorum, o akşamın dar vakti ellerini tutalı birkaç ay olmuş.
yaşamak istiyorum atan kalbinin gizlendiği göğsünün tam ortasında, yalvartma beni.
sana bir tepeden değil, geç kalmışlığın çürümüş endişesinden bakıyorum, üzerimde rengi solmuş bir kaygı elbisesi.
onlar bilmeyecek söz veriyorum; saçının rengini, sesinin ahengini.
bilmeyecekler ama ben biliyorum çünkü yine ruhum ayaklandı.
hatırla, kuyruklu bir piyanonun başından, suratıma su gibi berrak gözlerle baktığını.
o akşamın sabahındayım, sabahındayım akşamın.
dilimde biten tüy oldu sana geç kalış, bedeninde gezmesi muhtemel eller benim yüzüme tokattır.
bu yüzden belki kendime ahmak demeliyim, belki artık yanına gelmeliyim.
ama bil ki kendime verdiğim bir sözdür bu yetişememişliğin nedeni.
aslında sana verilmiş bir söz en çok ama sana bir şey denmiyor.
fotoğraflarında gezinen gözlerime dilim eşlik etmiyor.
sana sarf edilmek üzere doğmuş her cümlem, senden uzak bir kâğıda yazılıyor.
bu belki yıllar sürebilir, çocukların olur bana benzemeyen.
belki bir ücrada okuyuverirsin gözlerini dolduran bir plakla.
çünkü delicesine inandığım tanrının nasibi boynuma zincir olduysa eğer, bir roman yazacağım sana yeminler olsun.
sana söz bedenine, ruhuna sarılmış bu ruh, kitap dolu evlerde uyuyup çiçek dolu bahçelerde uyanacak.
söz, bu eller, hayalini kurduklarıma ucuz bir romantizm gözüyle bakan her fikrin ağzına otlar tıkacak.
posta kutuna mektuplar yağacak, dolmakalemlerden dökülmüş.
gri bir akşama uyanacaksın güz doğurmuş kelimelerden korkup.
belki korkunun adı umut olacak.
beklemeni beklemek ne hazin bir arzu, yüz yıl da yaşasam sana söyleyeceklerim hep yarım kalacak..
Gözümü açtığım anda bir acı saplandı böğrüme, ağzımda kef, denizin lekeleri üzerimde. adını yıkadım... Ellerine sığındım... Gözlerine.
Güzel günlerimize hangi ilkellikler karıştı? Sanki ırzına geçilmiş, suda yıkanmış bütün renklerini silinmiş bir yalnızlık.
Kızıl ve ıslak yaprakların serildiği fırtınalı bir gecede kayboldum. Aldırmadılar. Ellerimle boşalttım loş geceyi. Kazdım. Senin için. koş... yepyeni haritayla yeniden dirildim. Güz güneşinde kendimi, kanımda harman edip seninle şaraba karıştırdım. ağır kanlı bir güneş altında yaslandı gövdem. Ellerimle boşalttım. ve seni gördüm. Başka bir göğe, aya düştü. Son kelimelerim.. Son gecen..
Yıllar boyu başımın üstündeki bulutun ve sevginle günleri saydı. Yeniden yaralandım.
Yeniden yarılandım.
yayıldı. Sürüldü. şafaktan önce ve şafaktan sonra.
Buhardı. Her güzellik.
Halbuki, seni yalnız bırakmamam için yalvarıyorlar, bırakmayacağım. Orada: seninle tetikte bekleyip, büyüyen seslerle, yıkanıp öleceğim.
jiletler ve solan güller
seni yalnız bırakmamam için yalvarıyorlar
yarı tanrılar ve aç hayaletler…
tanrı, tanrı biliyor evimde değilim. senin gibi birini bir daha bulamayacağım. gözlerinin içine baktım. Ve var olmayan bir dünyayı gördüm. gözlerinin içine baktım. ve içinde olmayı dilediğim bir dünya gördüm... senin kadar etkilenmiş birini bulamayacağım. seni sevdiğim kadar seveceğim birini bulamayacağım.
Bir gün bizim için bir zaman olacak
Zincirler, özgür bir aşktan doğan cesaret tarafından parçalandığında
Biz şimdi saklamak zorunda olduğumuz aşkı açığa çıkarırken, uzun zamandır reddedilen hayallerin filizlenebildiği bir zaman
Nihayet senin ve benim için yaşamaya değer bir hayatı göreceğimiz bir zaman
Ve aşkımızla gözyaşları ve dikenlere
Dayanacağız, her fırtınayı güvenli bir şekilde atlatırken
Bizim için bir zaman, bir gün yeni bir dünya olacak
Senin ve benim için umutla parlayan bir dünya
Senin ve benim için
Ve aşkımızla gözyaşları ve dikenlere
Dayanacağız, her fırtınayı güvenli bir şekilde atlatırken
Bizim için bir zaman, bir gün yeni bir dünya olacak
Senin ve benim için umutla parlayan bir dünya
Senin ve benim için umutla parlayan bir dünya…
Olgunluğun diğer adı. Görmüş geçirmişliğin diğer adı. Birçok tabire gebe, belki derinlik belki yücelik, zarafet, efendilik, mertlik, incelik, klaslık, belki üst kademe bir insan olmak. Dünyadaki en önemli şey en kaliteli ve en değerli vasıf zannımca.
Bunu zaman aktıkça, yaşadıkça daha iyi anlıyorum. Bir insan düşünün ki ağırlığı, duruşu olmasın. Toy olsun, görgü sahibi olmasın, dengesiz olsun, şımarık olsun. Böyle bir insan benim için yok hükmündedir. Son zamanlarda buna dikkat ederek hayatıma birilerini alıyorum ama böyle bir insanla karşılaşmanın imkanı kabil değil. imkansıza yakın. Hep de arkadaşlıklarımı, ilişkilerimi bu yüzden sonlandırdım. Hayatım boyunca zaten bahsettiğim gibi biriyle karşılaşmadım. Belki de karşılaştım, karşılaştım ama karşılaşmam birkaç bakıştan ibaret ama onu hiç tanımıyorum. Tanımam lazım.
Bir zamanlar hayatına aldığın insanların basit, yüzeysel ve abur cubur insanlar olduğunu bu sayede anlıyorsun.
Bu yaşta bile, 50-60 yaşındaki insanlardan daha olgun daha görmüş geçirmiş olduğunu bu sayede anlıyorsun; yaşadıkça, gördükçe…
Öyle bir insan düşünün ki çok anlayışlı olsun, hayatın eleğinden geçmiş ve görmüş, tecrübeli olsun, ben bilirimden ziyade gördükten sonra daha iyi bilirim düşünce yapısında olsun, inandığı değerler uğruna ölmeyi tercih eden, kararlı olsun, her daim metanetli ve sakin olsun; candan, yürekten, mert olsun.
Böyle bir insan ancak hayal ürünü olabilir sanırım. Hele 50-60 yaşına gelip hala daha şahsiyetinden, benliğinden 20-30’lu yaşlarını atamamış insanları gördükçe daha da imkansız hal alıyor.
Bu noktada bu yüzden de hayalimde birini yarattım, ona aşk ona muhabbet ona dostluk besliyorum. Tıpkı hayalimdeki gibi. Belki de bana ısrarla temas eden, sevişecekmiş gibi bakan bir çift gözün bünyesinde bunu yarattım.
Belirgin, bir silüetten daha belirgin bir görüntünün içinde barınan bir silüet…
şu sallantılı dünyada yaşayan çalkantılı gönüllü eziklerin aksine bir insana vurulduktan sonra onun kadar iyisinin bulunmayacağını, dünyada bulunan en özel ve en nadide şahsiyet olduğunu düşünen biriyim. Dünyalara sığmaz bir yürekle sevmek…
Bu şımarık eziklerin anlayabileceği bir şey değil elbette. insan aşık olduysa bu dünyanın en üst şeyine sahip olmuş demektir. Bir şeye, bir şeyden daha çok aşık olmak diye bir şey yoktur. Bir şey en üst merhalede olduğu için aşığızdır değil Aşığımdır.
Yani daha iyisi hiçbir açıdan yoktur, bu beslediğim sevgiyi, aşkı ve ona karşı beslediğim alakayı mezara dek götürebilirim.
Sosyal medya, eğitimsiz/eğitimli kitle, kısacası tüm insanlar bunu belki de birkaç avuç kalmış insana bunu empoze etmeye çalıştı. Dünyada sözde bin bir çeşit çiçeğin varlığını göstermeye, bunu kanıtlamaya çalıştı ama nafile. Isır yanaklarını şehvetin, sulu sulu diyerek salık verdi ama elbette ki nafile.
Tek bir tacı vardı çiçeklerin sultanında, onu da koparacak bir kaba bulunur elbet…
türkiye’nin en güzel yeri, yaşadığım yer. türkiye’nin her yerini gezdim ama böylesine dingin, özel bir yeri, bir yeryüzü cennetini hiçbir yerde göremedim.
“Sen el kadar bir kadınsındır
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
Bazı ağaçlara kapı komşu
Bazı çiçeklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi
Bir insan edinmişsindir kendine
Bir şarkı edinmişsindir, bir umut
Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
Saçlarınla beraber penceredeyken
Besbelli arandığından haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili”
Sanılanın aksine Dünya'nın etrafında yörüngede dolanan uydulardaki insanlar yer çekimsiz ortamda değildirler. Eğer uyduların bulunduğu yüksekliğe kadar bir bina inşa edilse ve biz o binanın en üst katında yaşasak, aynı şu an kendi evimizde gezinebildiğimiz gibi gezinebilirdik etrafta. Çünkü gerçekte o yükseklikte, şu an bize uygulanan yerçekiminin %90'ı yine uygulanacaktı. Zaten düşününce 400000 km uzaklıktaki Ay'ın dünya etrafında dolanmasını sağlayan yer çekimi nasıl olurda 400 km uzaklıkta dönen uyduları etkilemez.
Peki madem uydudaki insanlara uygulanan yerçekimi ile bize uygulanan yerçekimi neredeyse birbirinin aynısı, o halde onlar nasıl havada süzülüp, dönüp, türlü garip hareketler yapabiliyorlar.
Uydulardaki insanların yerçekimini hissetmemesinin sebebi aslında serbest düşüşte olmaları. sürekli düşüyorlar ve fakat aynı zamanda hiçbir zaman yere de ulaşmıyorlar çünkü bunu engelleyecek bir yatay hızları (8000 m/sn) var.
Dünya'nın şekli itibariyle yatayda her 8000 metrede bir yeryüzünde yaklaşık 5 metrelik bir alçalma olur. http://www.physicsclassro.../class/circles/u6l4b2.gif
Bununla birlikte serbest düşüşte olan bir cisim 1. saniyede 5 metre aşağıya düşer. Yani biz serbest düşüşte olan bir cisme yatayda 8000 m/sn'lik bir hız verirsek bu cisim yere hiçbir zaman ulaşamaz ve dünya etrafında yörüngeye oturur. https://upload.wikimedia....0px-Newton_Cannon.svg.png
Aynı şekilde eğer bir taşı yere paralel olarak 8000 m/sn'lik bir hızla fırlatsak taş serbest düşüş halinde bütün dünyanın etrafını dolaşır ve gelip sizi kafanızın arkasından çatank diye vurur.
Yıllarca ontolojik argümanı çürütüyor diye kullanılan bir cümle var: "Varlık yüklem değildir."
Ezberci gidildiği için bu cümlenin anlamı yerine ona yüklenen işlev ile hareket ediliyor. Nedir o? Ontolojik argümanı çürütmek. Birisi ontolojik argüman mı dedi şraak diye gelen "kant onu çürüttü abi ya" cümlesi. Bütün bunları geçip cümlenin içeriğine bakalım.
Varlık yüklem değildir demek bir şeyden varlığını alamazsın demektir. Bir şeyden bahsediliyorsa ve o şey bir şekilde tanımlıysa o şey mutlaka vardır. Fakat burada bir ayrım yapmak gerekir. Her varlık varolmuyor. Çünkü varlık olmak aktüel olmayı zorunlu olarak içermez. Yani bir şeyden bahsediliyorsa o şey mutlaka vardır ama bir şartla: ya potansiyeldir ya aktüel. Potansiyel varlığı bir varlık saymak zorundayız. Çünkü şimdiki aktüel gerçekliğimize bir etkisi var. Varlıkla bağı olan her şey vardır. Dolayısıyla potansiyel varlıklar vardır.
Buradan hareketle diyoruz ki varolmanın belirli kıstasları vardır.
1) Varolmak varlıkla bağlı olmaktır.(Seçik)
2) Varolmak düşünülebilir olmaktır. (Açık)
3) Aktüel olamayan bir varlığın potansiyeli olmaz.
4) Varlık, şeyden ayrılamaz.
Dolayısıyla Tanrı vardır. Çünkü hem bütün varlıklara varlığını veren şey olarak varlığa bağlıdır hem de düşünceye gelmektedir. Ek olarak Tanrı bir kere aktüel olduğunda sonsuza kadar aktüel olmalıdır çünkü eğer bir kere durursa diğer varlıklar onları vareden neden olmaksızın varolmaya devam edemezler.
Sadece Tanrı ismini ortaya atıp düşünmem onu var kılmıyor. Onu varlıkla bağlı şekilde düşünmem onu var kılıyor. Bir kere bunu düşündüğüm zaman bir daha onun yok olamayacağını, zorunlu olduğunu, ezeli ebedi olduğunu biliyorum.
Ve… Kant'ın Fichte'ye neden karşı çıktığını anlamalı önce herkes. Fichte'ye senin metafiziğin yoktur diyor Wissenschaftslehre ile ilgili. Oysa Fichte Kantçı bir sistem, hatta Kant'ın sistemini ortaya koyduğunu düşünüyordu.
insanlar egoizm(bencillik) kelimesini duyduklarında, canice veya vahşice eylemleri hatırlarlar oysa insan sadece bu eylemlerinde değil, eylemlerinin her birinde; aşkta ve vefada bile bencildir. bu felsefi kökenli ve temellerini nietzsche ve stirner gibi filozofların hazırladığı bir egoizm anlayışı olsa da, temelinde egoizm, gerçekten bu anlama gelmektedir.
büyük filozof spinoza da, bencil olmayan bir canlı türünü reddetmiştir. her canlının özünde egoist olmasının sebebi, yaşama bir kendilik içinde gelmiş olmasıdır. her şeyden önce kendisini tanımak ve kendisini bilmek; kendisini gerçekleştirmek isteyecektir. eylemlerinin kendine yönelik olmasının sebebi budur. bu kötü bir şekilde anlaşılmamalıdır.
doğu felsefesinde, kendini bilmenin diğer adı irfan sahibi olmaktır. yunus emre, yine aynı isimli şiirinde ’ilim, kendin’ bilmektir’’ dediğinde tüm eylemlerin ve bilginin başının kendini bilmekten geçtiğini söylemiştir. Farabi ve hegel, eserlerinde, düşüncenin en sonunda kendini bilmeye yöneldiğini anlatmış ve izah etmiştir. ben tanrı’yı ararken, aslında, kendimi aramaktayım. düşünmek, kendimden kendime bir yolculuktur.
Bu akşamüstü sevdiğimiz bir abimizin eşinin ölüm haberiyle sarsıldık. Daha 1.5-2 ay önce yazlıkta; diz dize, balkonda mehtabı izleyip hep beraber gülüşüyorduk. Bugün ise artık aramızda değil. Hayatı ve ölümü ilk defa bu denli, bu kadar birbirine katışık gördüm.
Babam o gece, emin amca bize geldiğinde bir eve gidip geleyim demişti. Babam da takılmak için “ne o Fatma yengeyi özledin herhalde, onsuz duramıyorsun” demişti.
Emin amca ise “yok yav…” sonrasında ise “tabii Fatma’nın yeri bende çok başka ve apayrıdır” demişti…
Çok üzücü. Şimdi uzandığım yatağımdan onların yazlık evini görüyorum. Boş gözlerle o balkona bakıyorum.
Hayat esasında bir hiçten ibaret. Bir gün bir Nadide çiçeği koklama gayesiyle hep yarınlara uzanmaya gayret ediyoruz, belki biraz o çiçeği kokluyoruz. Bu yolda bazen yüzü ışığa batmış Işıl Işıl yakışıklı, güzel o yiğit yüzlerle; hayatın en derininden kopup bir kaynak gibi yeryüzüne çağlamış yiğit çehrelerle, mert, aydınlık gönüllerle rastlaşıyoruz.
Sonunda hiçbir yerinde bulunmayan insanlar, o dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan çiçekleri koparıp yeryüzünden en güzel Türkmen atlarına binip doludizgin ayrılıyorlar.
Şükür ki böyle insanlara tesadüf ettik, şükür ki bu kültürde yetiştik. Şükür ki bu insanların arasından çıkıp geldik. Her
gökyüzünün aydınlattığı ovanın ağaçları, çiçekleri görülmemiş bir cennetin çiçekleriydi. bilinen çiçeklerin daha görkemlisi, daha renklisi. dünya'da hiçbir çiçeğe benzemeyen. dille tarif edilemez büyülü çiçekler. kırmızısı parlak som kırmızı, sarısı altın, pembesi... parlak ve renkli. insan, yeryüzünün herhangi bir yerinde böyle çiçekler açtığını bilse, dünyayı diyar diyar dolaşır da bu çiçekleri, kafdağı'nın ardında da olsa arar bulur da görür... yaratıcı, bütün çiçek hünerlerini, ellerinin büyüsünü, ışıkları bu çiçeklere dökmüş, aydınlığın üstüne bir cennet bahçesi sermişti. çiçekler, ışıklı bir denizi çerçevelemişti. denizin tam ortasında üç tane yelkenli yelkenlerini açmış gözükmeyen sonsuzluklara, uzaklardaki aydınlığa uçuyordu. üstteki gök de kanatlıydı.
Sonra, duraksayıp. Ömür dedi yörük beyi, ömür ancak bir aldatmaca ve aldanıştır. Birkaç düş, bir gönül hatırası.
yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
birkaç yıl daha katlan, dedi.
nedir; dedim bu yaşamak?
bir düş, dedi; birkaç görüntü.
Bu zorbalar ne biçim adamlar dedim.
Kurt, köpek, çakal, hain, ikiyüzlü, dedi
Ne dersin bu adamlara ne dersin bu kadınlara dedim.
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi
Benim bu deli gönlüm dedi yörük beyi.
Ne zaman akıllanacak…
Ben olmayınca bu güller yok
Ben olmayınca bu serviler yok
Kızıl kızıl dudaklar yok
Mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar yok
Sevinçler tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya
Ben yok o da yok…
Kalktık Asya’nın Türkmen elinden sökün eyledik Parlar omzumuzda uzun şelfeler. Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya, yayıldık mağrıptan maşrıka dek. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna sürdük. Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk. Harran ovasına, Mezopotamya’ya, Arabistan çölüne, Anadolu’ya, Kafkas dağlarına, geniş Rus bozkırlarına on bin, yüz bin kara çadırla kartallar gibi indik. Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız… Her birisinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel, en ince renkleri, nakışlarıyla işlenmişti. Ya şelfelerimiz, ya kılıçlarımız, hançerlerimiz, fildişi sapları altın işleme tüfeklerimiz, dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz, kilim, keçe, çullarımız…
Haran ovasında binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük. Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük… Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkandık. O kıyıdan bu kıyıya vurduk. Kaleler, şehirler, memleketler, ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi. Tutsak kıldık bir çağı. Çok şey yaptık insanoğluna. Ama onları hiç bir zaman aşağılamadık. insanları aşağılamak geleneğimizde yoktu. Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına, hangi soydan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun dokunmadık, saygıda kusur etmedik. Dost olsun, düşman olsun onları bizim düşkünümüzden, yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırdetmedik. El aman demişin kılına dokunmadık. Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam. Hiçbir saray böylesine, bu yurtlar gibi görkemli olamazdı. Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş… Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere ad verip, damgamızı bastık. Anadolu'da karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı… Vardık Anadolu'da da karşımıza çıktı Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu… Anadolu ovası Tuz gölü, kehrübar sarası üzümleriyle Ege ovaları… Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolu'nun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta soyumuz boy versin diye… Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi haldan hallere… Anadolu'nun taşıyla toprağıyla, akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş, gelişmiş, yeşermiş, boy atmış kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık. Etle kemik gibi… Yağmurla toprak gibi… Her bölüğümüz bir ilde, bir ülkede, bir toprak parçasında kaldı… Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu, bir toprakta çürüdü. Gür, sonsuz, ulu, kaynayan bir su gibi bir kökten çıktık. Göz göz olduk… Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik. Artık türkülerimiz belki de hiç söylenmeyecek, semahlarımız dönülmeyecek, dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak. Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak. Usumuz, geleneğimiz, göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz, duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harikulade sağlamlığı hiç bilinmeyecek, namımız insan soylarınca söylenmeyecek. Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bir parçamızı bırakarak tükendik… Bir aydınlık su gibi bu toprağın üstünden aktık. Geldik Anadoluda da karşımıza çıktı Kayseri dağı. Ulu, temiz, alımlı, yakışıklı, ışığa batmış. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımız… Haran ovasında, Mezopotamya'da yüz bin ulu kartal konmuş gibi kıl kara çadırlarımız. Binlerce kişi, binlerce ceylanla birlikte semah tuttuk üç gün üç gece, kırk gün, kırk gece…
Belki de hayatımda ilk defa birine açıldığım dönemlerde kendime en yakın bulduğum isimdi. Şarkılarını geceleyin kulaklık takıp izmir’in rakseden ışıkları altında yürürken dinlemek hem hüzün hem keyif verirdi.
Liseye nakil olduğum ilk zamanlar ilk defa ciddi olarak birinden hoşlanmıştım. Hoşlandığım kişiyi tanımadığım, anaokulundan beri arkadaşım olan kişi ile tanışıklığı olduğu için onun söylemesini istemiştim. Gidip benim adıma onunla tanışmak istediğimi iletti. Sevgilisi olduğu için bu teklifi reddetmişti.
Biraz üzülmüştüm ama atlatmam çok kısa sürdü. Sonrasında zaten yeni biriyle o yaşlara göre ateşli sayılacak bir ilişkiye başladık, sonra okulun en popüler kişisi oldum. Görünüşümden, karakterimden, bilgili biri olmamdan ötürü birçok kişiden çıkma teklifi alıyordum ama etrafımda, sosyal medyada bana yazılan kişiler umrumda değildi, yine de ilk hoşlandığım kişiye dair içimdeki sempati hiçbir zaman kaybolmamıştı. içimde bir sevgi yoktu ama yaşanması gereken bir yarım kalmışlık vardı ve bu kalmışlığı içimde 3 sene boyunca içimde taşıdım. Ayrıca okulda onun kadar derin, hisli olduğunu düşündüğüm biri yoktu ve onun gözleri denli derin bakan bir çift göz daha yoktu.
O dönemlerde hayatıma 2-3 kişi belki daha fazla girmişti ama bir türlü onu içimden söküp atamıyordum.
Lise son sınıfta 1.sınıfın ortalarında tanışmak istediğim kişiyle aynı sınıfa denk düştük. tam arkamda oturuyordu, her sabah onunla yeni bir güne uyanıp her akşam, akşamüstünü beraber kapatıyorduk. Arkamda oturuyordu ama sanki her saniye gözlerimiz birbirinde demleniyordu.
Sözgelimi sürekli bana bir şeyler soruyordu. Her gün okuduğum kitapları soruyor, hayat hakkında konuşmak ve benimle arkadaşlık etmek istiyordu ama hiç bu emellerine karşılık vermiyor, umursamıyordum. O dönemler içsel olarak büyük bir dönüşüm yaşıyordum ve sınıftaki, okuldaki kişiler pek umrumda değildi.
Lisenin son sınıfının son demlerinde, dayanamadı.
Muhteşem görselliğe sahip bir yere sınıfça pikniğe gitmiştik. Benim manzaraya nazır kitap okuduğum ve beni boş bulduğu anda, direkt “okul bir iki haftaya bitmek üzere, artık sana her şeyi söylemeliyim içimde tutamayacağım. Ben senden geldiğin ilk zamandan beri hoşlanıyorum, hoşlanmaktan da beter vaziyetteyim. Sana aşık oldum.
hatta sevgilimin olduğu zamanlar seni düşünüyordum, inan sensiz bir günüm geçmedi. Eğer kabul edersen seninle, yanında sonsuza dek kalmak istiyorum. Asla senin gibi birine hayatım boyunca rastlayamacağım. Sana aşık olmak ve aşık kalmak benim için bir şereftir” dedi.
Ne kadar derindi sözler 17 yaşındaki biri için.
Ona, niçin sevgilisinden ayrılıp benimle olmadığını sordum. Karşılığında, o zamanlar bunu içinde çok düşündüğünü 3 gün sonra sevgilisinden ayrıldığını söyledi.
Öyleyse niçin benim yanıma gelip iletişime geçmediğini sorduğumda ise çok kez teşebbüs ettiğini ve benim görmezden geldiğimi söyledi.
4.sınıfta aynı sınıfa düşünce, sürekli bana ilgi gösterdiğini ve ona yanaşmadığımı anlattı.
Hafif çekik gözleri hüznün koynunda beslenmiş onlarca yaş ile dolmuştu.
Sonra bir iki adım attım, sırtım dönük, benle senden olmaz, ben sana ilk geldiğimde koşarak gelseydin bugün her şey bambaşka olurdu. Sen ise 3 gün sonra sevgilinden ayrıldığını ve benim tanışma teklifime, hareketlerin ve sözlerinle evet dediğini söylüyorsun ama ben o dönemlerde bunu göremeyecek kadar zihnen başka diyarlarda dolanıyordum. Değil bunu fark etmek, ben sana olan gururumdan gözlerine 4.sınıfa kadar bir kez olsun bakamadım.
Bana olan aşkını ise 3-4 sene sonra söylüyorsun, bunun için çok geciktin her insan aşığına gecikir ama ben sana gecikmeden gelmek için koştuğumda sen bana nefes nefese kalmadın. Nefesini koynumda, dudaklarımda, gözlerimde, zihnimde hissetmeliydim ama beni nefessiz koydun.
Şimdi gitmeliyim, hoş kal dedim.
Arkamdan, ağlaya ağlaya lütfen dur. Diyeceklerim var sana hep koştum ama beni bir gün olsun görmedin, yüzüme dahi bakmaya tenezzül etmedin. Yemin ederim, yalvarırım gitme dedi. Sonraki sözlerini dinlememek için gözyaşlarımla kulaklarımı tıkadım. Zira dinledikçe sözleri her saniye biraz daha akıyordu kıyıcı zehir gibi yüreğime.
O günden sonra zaten okulun bitmesine 2 hafta vardı, 1-2 günlüğüne geldim. Onun olduğu zamanlarda sınıfa girmedim, okulun bahçesinde dolandım durdum. Sözde ondan kaçıyordum doludizgin atlarla, o ise karşıma çıkmaya çalışıyordu bilenmiş inatlarla.
Onu, o günden sonra bir daha hiç görmedim. Hakkında hiçbir haber almadım. Alsaydım belki üniversite zamanlarında kendimi izmir otogarında bulurdum bir anda. Ayaklarımı hiçliğin ve sonsuzluğun kıyısına çekesim gelirdi. Anılarım depreşir, sevgi hissiyatım oluşurdu. Belki böylesi o zamanlar için daha hayırlı olmuştur.
Çok özel biriydi, belki de hayatımda en saf duyguları hissettiğim, bu manada tanımaktan müşerref olduğum 2.kişiydi. Umarım şimdi bir şehirde, benim hiçbir zaman bilemeyeceğim bir zamanın yaşandığı bir diyarda eşiyle çocuklarıyla ve beslediği hayvanlarla mutlu, huzurlu ve her gün yeni mutluluklara, umutlara koştuğu bir yaşam sürüyordur. Belki de sokağının adı hüzünlü gramafonlardır…
Beni tanrı olarak görüyordun, bana tapıyor çok değer veriyordun ama ben çok hata yaptım. inan bana çiçeğim o muhteşem bulduğun görünüşüm, muhteşem bulduğun bilgim, muhteşem bulduğun karakterin bizim mutlu olmamızı sağlamazdı. Karakterim asla öyle gördüğün gibi değildi. Bana tapmanı hor kullanırdım, seni çok üzerdim. Ben kendimi bulma çabasında olan hatalara batıp çıkan biriydim. Birçok yanlış seçim yaptım.Seninle o zamanlar olsaydık inan ki seni çok üzerdim. Senin o güzel ve sonsuz ummana rahmet bağışlayacak kadar derin, yüce kalbini kırsam, o muhteşem gözlerinin yaşlarla parladığını görseydim bugün bile azap dolu olurdum. Kıvranırdım. Evet, bu acıya tahammül edemezdim bakma başkalarına azap vermeme ve vicdani yük taşımadığıma. Sen bambaşkaydın. Şimdi olsak üzmez, mutlu olurduk ama olmaz, imkanı kabil ve mukabil değil.
Bu arada, ygs sınavının olduğu bir Mart sabahı, beni uzaktan görüp yanıma hızlı hızlı gelip babamla ayaküstü tanışmış ve çok sevmiştin. Sınıfta o sabahtan bahsederken gözlerin Işıl ışıldı. Babam da seni çok sevmişti, dağda biten yaban çiçeğim.
Tek taç vardı çiçeklerin sultanında onu da koparacak bir kaba bulunur elbet.
Dipnot: tanışma teklifimi ileten arkadaşım 3.5 ay önce evlendi. 8 saat boyunca düğün ve sonrasında eğlendik. Bunu da ekleyip bu yazıyı tarihe not düşelim.
Söylenecek hiçbir şey yok. Giden insan çoğunlukla haklıdır.
Tüm arkadaşlık/gönül ilişkilerimde giden taraf ben olmuşumdur.
Kimi zaman sevmemişimdir kimi zaman yaptıkları artık bana batmaya başlamıştır ve
artık o kişi benim için sıradan bir insandır ve yok hükmündedir, benim gibisini bulamayacağını bildiğim için onu bensizlikle baş başa bırakırım. Bir daha da ardıma dönüp bakmam ama yollarımızı ayırdığımız eski sevgililerimden 3-4 sene geçmesine rağmen yazanlar bile var. Bazen birinden gitmek yetmiyor, o sende takılı kalıyor. Bende ise Gittiğim günden beri bende bir şey ifade etmiyorlar. Bir çağrışımları yok.
Benim de yok saymalarım, gitmelerim meşhurdur. Biri gözümden düştüyse artık onu görmezden gelirim.
iş yerinde benden 5-6 yaş büyük, benden hoşlanan kişi; iş yerindeki en yakın arkadaşıma 1-2 aydır benim hakkımda, benimle niye hiç konuşmuyor, tersliyor, yüzüme bile bakmıyor diye sürekli sorup duruyor. Onu tersleyeceğimi düşünüp Cesaret edip gelip de bana da soramıyor.
insanlar neyin ne olduğunu az çok biliyor. Ama her şey bir yana böyle hadiselerde mutlu oluyorum. Hayır, birinin peşimden koşması değil mutlu eden bilakis birini yok saydığın, hiç muhatap almadığın halde karşı tarafın sana kin beslememesi, senin karakterine itimat edip sağlam, mert, güçlü, güvenilir, dürüst olduğunu çok iyi bilmesi. Bu beni gururlandırıyor.
Bazıları gibi her fikirden etkilenen yarım tahsilli, hayatında 100-200 kitap okumuş belki de onu bile okumamış, dünyadan haberi olmayan, her insanın dediklerinden etkilenen aklı karmaşık bir solucan gibi ezik olmaktansa doğruları uğrunda ölmeyi göze alan, keskin, mert, yüksek Erdemli biri olmayı tercih ederim.
Her şey bir yana, sanırım ben de böyleyim. Kaybettiğime üzüldüğüm ya da tanıdığıma memnun olduğum bir ilişkim olmadı çünkü hiç kimseye aşık olmadım. Çok güzel sevildim, aşık olundum ama bende hiçbirinin bir karşılığı yoktu. Hiçbiri ne hayalimdeki gibi zeki, bilgili, sağlam karakterli, çok hoş bir yapısı olan, entelektüeldi ne de dış görünüş olarak bana hitap ediyordu. Ne de asil, ihtişamlı bir soydan geliyorlardı. Vasatlardı. Hatta son zamanlarda yaşadığım ilişkiler berbat, itici, bayat, boktan ve bayağı iğrençti.
Sözlük bildirimlerinde gezinirken eskaza kendisine denk geldiğim silik yazar. Normalde burada kimseyi okumam, entrylerimi oylayanların profilini merak edip tıklama huyum da yoktur. Okunmaya değer bir şey, bir şahsiyet yok zira.
Birkaç yılda bir aklıma gelince buraya girip bir şeyler yazıp çıkıyordum zaten.
Gel gelelim her yazdığım yazıyı (2020-2021-2022) sürekli olarak oyladığını fark ettiğim için profiline tıklama ihtiyacı duydum ve gördüm ki silik.
merak edip hakkındaki yazılanları ve yazdıklarını biraz inceledim. Mert, doğru, cesur, ayaklarının üstünde duran yiğit, o vefalı insanları severim. Hele şu köhne çağda. Biz de bu kültürle yoğrulduk. Bende bu kavramların yeri pekala ayrı.
Hesabını sileli yaklaşık 2 yıl olmuş, silik olmasaydı böyle bir entry de girmezdim.
Ayrılıklar bende pek bir şey ifade etmez ama hiç tanışmadığım, kim olduğunu bilmediğim birinin bir daha burada olmayacağını bilmek bende başka şeyler ifade ediyor elbet.
Kendisinin anısına ithafen, en sona da bir şarkı ekledim:
acı hakikat ardından göklere konduğum kanatlarımı bıraktım. yürümek zorundayım artık. ama o kanatlarım olmadan ben, ben değilim sanki. içimde bir şeyleri kaybettim. şimdi olan ruhun içinde ve her zerresinde sürüklenen, büyüyen alevlere söndürecek suyu bulmamak değil, onu aramamak...
aslında dünyadaki her şeyin dönüp dolaşıp ulaşacağı şeydir ayrılık. insan gün olur bir şehirden ayrılır. bir şehir o insandan ayrılır. çocuk bir gün evinden ayrılır, ev çocuktan ayrılır. bir seven artık onu sevmeyenden ayrılır. sevmeyen seveninden. ayrılmak aslında işteştir. ayrıldıkça ayrışır insan, yabancılaşır. bir bütüne duyduğu bağlılık zorunlu veya zorunsuz olarak moleküllerine ayrılır, atmosferde dağılır, anılara karışır, yokluğa ulaşır.
ayrılmak bazen tren istasyonunda, bazen bir evin kapısında olur. bazen de insanın zihninde... en zor ayrılık kalpte olandır, o acı verir.
herkes ve her şey bir gün ayrılır. en ayrılmayanlar bile ölüm onları ayırana kadar beraberdir. tohumuna bitmek yazılmış her şeyin. böyle geçer gider günler.
Sen ne sezar’dın ne napolyon’dun. Hiçbir karış toprak işgal etmedin. Hiçbir damla kan akıtmadın. Fakat gönlümün vatanına binlerce yeni, sağlam, güçlü, umutlu ve çalışkan eller kazandırdın.
Herkese her şeye karşı savaşabilirim ama sana karşı değil; bir suskunluğun ile düşer gönül şehrim, kılıçtan geçer tüm güzellikler…
Kıvrılsam da kendi Babil kulemde kimsenin bilmediği dillerde sana sözler söylesem.
sen eşi benzeri bulunmaz mercan bir incisin ama onlar sana mantar diyecek.
Bana kendimi öptüren “…” sarıl bana, üstüme baharını getir. Tırnaklarım sökülsün önce hayata, sonra sana tutunmaktan.
Nedir dedi bu kavurucu ateşle esen aşk, ayrılıklar da ölüme benzemez miydi. Ölümden de beterdi. Dünyayı onsuz manasız buluyor, hayatın boşluğunu düşünüyordu. Yalnız onun sesini işitmek yahut dizinde yatmak ve onu görmek bir ömre değerdi.
O beyi, onların obalarını, anasını babasını yiğit yüzlerini, güzel gönüllerini, candanlıklarını ve halkını göreceği, özleyeceği tutacak kavrulacaktı. Nasıl unuturdu o dünya iyisi dünya yiğidi dünya yakışıklısı yörük beyini; ya o nasıl unuturdu çiçeklerin sultanı hatunu. tâ yüreğinde bir ağırlık duyuyor ve onu görmek isteğinin, ayrılığın bütün varlığını yaktığını seziyordu.
Yasa neymiş, anlamazdı gönlü; Taşa çeker, inlemez, Gönül ferman dinlemez Çünkü aşka satılmış…
Gönül bu, ateş düşmeye görsün; kaza belâ dinler mi?
Gönlündeki azgın volkanları dindirmek ve medet ummak için…
Gözlerin bıçağından daha keskin değil ya, diyerek göğsüne saplanan bıçağı çekip yere attıktan sonra...
Ah çekip yıkılması bir olmuş....
Gözleri, bakışları daha keskindi.
çiçekleri görülmemiş bir cennetin çiçekleriydi. bilinen çiçeklerin daha görkemlisi, daha renklisi. dünya'da hiçbir çiçeğe benzemeyen. dille tarif edilemez büyülü çiçekler. kırmızısı parlak som kırmızı, sarısı altın, pembesi... parlak ve renkli. insan, yeryüzünün herhangi bir yerinde böyle çiçekler açtığını bilse, dünyayı diyar diyar dolaşır da bu çiçekleri, kafdağı'nın ardında da olsa arar bulur da görür... yaratıcı, bütün çiçek hünerlerini, ellerinin büyüsünü, ışıkları bu çiçeklere dökmüş, aydınlığın üstüne bir cennet bahçesi sermişti.
Bana simaen, fiziken birini hatırlatıyor.
O da tıpkı böyle Sezen Aksu’nun şarkılarından çıkıp gelmişçesine ürkek, başka bir dünyadan gelmişçesine saf. ihtişamlı, muhteşem, derin, içten, masum...
Aşkın nur yengi vaktiyle “yalancı bahar” adıyla ne eser yaratmış. Bu eser benim için Balıkesir’i anlatan bir başyapıt. Ağır, derin, yavaş yavaş damara sızan bir içki gibi. her satırı ezgisine karıştıkça, sözleştikçe esrikleştiriyor…
Ömrümün yalnızca 2 senesini burada geçirdim ama sanki tüm hayat, öncesi/şimdi/sonrası tamamiyle Balıkesir’e ait gibi.
Öncemi unuttum, sonramı ise buraya adadım. Buralı olup sonradan yerleşenler Türkiye’nin en güzel yeri derken ne kastettiklerini zaman geçtikçe anlamaya başladım. Bana göre de şüphe yok ki Türkiye’nin en güzel şehri. Türkiye’nin her yerini gezdim ama buradaki rahatlığı, huzuru, görsel şöleni ve sıcaklığı hiçbir yerde bulamadım.
Aynı zamanda içimdeki huzursuzluğu hiçbir yerde buradaki denli şiddetli yaşamadım. insan en güzel şeyleri yaşadığı yerde ve kişide aynı zamanda cehennemi de yaşar.
Bu mevsimde gece yarısı ertesine varırken dışarıda havaya asılı kalmış hafif sisli havada, hatta tren garı taraflarında sigara içerek yürümek kadar güzel bir şey yoktur benim için.
Bir de ne kadar güzel, ay parçası gibi kadınları var. Altınoluk’taki doğulu istilasının sonucu olan çirkin suretlerden arınıp Balıkesir merkeze gelince gözüm gönlüm açılıyor. Yörük/Balkan karışımı sonucu bu sanırım. izmir kızları hikaye. Türkiye’deki tüm kadınlara bin basarlar şüphesiz. Annem ve “o’nun” kadar güzel bir kadına ömrümce rastlamadım o ayrı.
Kendilik bilinci, Hegel'in tarih metafiziğinde ortaya çıkan bir kavram. Hegel'e göre tin, kendini madde'de açınladığı gibi, tarihte de açınlar. (Burdan sübjektivist tarih yorumunu yapar.) Her neyse, şimdi şöyle: bilinç, nesneyi algılayan öznedir. Özne dışında herşey nesnedir. Bilinç doğa içinde nesneleri algıladığında kendi öznesini de nesne olarak algılar. Kendi öznesini, nesne olarak algılayan öznedeki bilinç, özbilinci ortaya çıkarır. Özne, kendisi gibi bir özbilinç ile karşılaştığı zaman "kendilik bilinci" dediğimiz şey ortaya çıkar. Kendilik bilincinden kastımız, kişinin kendine ilişkin bilgisinin bilgisidir. Yani şöyle: özbilinç sahibi özne, kendisi gibi başka bir öz bilinç sahibi özne ile karşılaşmadan kendisine ilişkin bilginin bilgisini fark edemez.
islam felsefesinde ise bu mesele Hegel'e dükkanı kapattıracak kadar mükemmel işlenmiştir. Fahreddin Razı'nın ünlü metafizik kitabı El-Metalib-ül Aliye'de kendilik bilinci "kişinin kendi tabi olduğu nedensellik zemininin idraki için gereken asgari (minimal) metafizik" şeklinde tanımlanır. Yani kişi, kendine ilişkin bir bilginin, bilgisini bilebilmesi için bir önceki unsur ile bir sonraki unsur arasında bağlantı kurabilmedir(buradan nedenselliği kastediyor, kişinin nedensellik algısını ise asgari bir metafizik anlayışını şeklinde değerlendiriyor. Bunun sebebi nedir diye ayrı bir tartışma yapılabilir)
Hegel'de ve Fahreddin Razı'de ki ortak yorum; kendilik bilinci, tarihsel insanda ortaya çıkar. Çünkü bilinç tarihseldir. Kişiyi öldürsen bile bilinci tarihte yaşamaya devam eder. Bilinç, kendine ilişkin bir bilgi olduğundan dolayı bilgi (epistemoloji) bizatihi tarihseldir.
Descartes delililik ihtimalini yok saysa bunu bertaraf etse dahi normal deneyimlerimizden, kendilerinden yana emin olduğumuz duyusal bilgilerimizden de kuşku duyma olasılığı bulunduğunu öne sürer. O, tüm duyu-deneylerinin gerçekte, hayali olabileceklerini söylemektedir. Ona göre duyu-deneyi yoluyla tecrübe ettiğimiz her şey, uyurken bir düşte sahip oldugumuz deneyimlere her bakımdan benzer.
Uyurken gördüğümüz düşlerde, tıpkı uyanıkken olduğu gibi, belli şeyleri görür, bazı yiyeceklerin tadına bakar, birtakım sesleri işitir ve yaşadığımız bu deneyimlerden kesinlikle emin oluruz. Gerçekten de uyurken gördüğümüz düşler, uyanık durumdayken sahip olduğumuz deneyimlerden fenomenal veya niteliksel olarak hiçbir farklılık göstermeyebilir. Descartes için uyanıklığı uyku halinden ayıracak bir ölçüt bulunmadığına göre, uyanıkken sahip olduğumuz deneyimlerin gerçekte uyku halinde yaşadıklarımızın bir parçası olmadığından nasıl emin olabiliriz? Bütün bir yaşantımız niçin sürekli bir düş olmasın?
Descartes'e ait söz konusu “rüya argumania, insanlara gerçekten varolan şeyleri gösteren ya da temsil eden güç ya da yetiler olarak duyulara beslenen naif inanç ya da güveni tamamen ortadan kaldırmaya yöneliktir. Descartes, aradığı Arşimet (Arkhimedes) noktasını bulabilmek için bundan sonra bir adım daha atarak bilimsel hakikatlere ve matematiğin doğrularına geçer. Buna göre, duyular aracılığıyla kazanılan bilginin büyük bir bölümünün kuşkuya açık olduğu kabul edilmelidir der.
Descartes'e göre yine de duyular aracılığıyla kazandığımız bilginin, kendilerinden tam olarak emin olduğumuz belirli değişmez ve güvenilir yönleri vardır. duyularımız aracılığıyla sahip olduğumuz deneyimlerin, yalnızca bir düşün bir parçası olmayıp, gerçekten varolan bir dünyayla ilgili deneyimler olduklarından emin olamasak bile, deneyimimizin içeriğini meydana getiren çeşitli olgularla ilgili olarak bir kesinlik duygusu içinde olamaz mıyız? diye sorar Descartes.
ister uyanık isterse uyku halinde olalım, karım beyaz, çimenin her zaman yeşil, kargaların siyah olduğunu, cisimlerin hep aşağıya doğru düştüklerini kesin olarak bildiğimizi düşünür Descartes. Ve aynı anda, doğabilimlerinin iste- duyu-deneyinin sağladığı bu malzemeyle ilgili olduğunu ve bu bilimlerin bize farklı nesnelerin nasıl davrandıkları konusunda yasalar sağladıklarını gördüğümüzü söyler. Bu durum dikkate alındığında, duyu-deneyine dayanan bilimsel bilginin bir şey hakkında olduğundan, bilimlerin bize içinde yaşadığımız dünyanın sabit ve değişmez yönlerini gösterdiğinden de emin olamaz mıyız? diye sorarak tamamlar argümanını.
Kısaca ozetlersek; Descartes burada açıkça emprizm karşısında rasyonalizmi temellendirmeye ve savunmaya çalışmaktadır. Ona göre duyularımızla edindiğimiz tüm bilgiler rüyalarımızdaki bilgiler gibidir. Doğru bilgiye ulaşmamız nesnel metodu akıldır.
Şimdi Descartes rüyalar ile gerçek dünya arasındaki çok önemli temel bir hususu ıskalıyor veya görmezden geliyor. Doğa rüyalardan herkes için "aynı" olmak hususu ile ayrılır. Rüyalar kişilere özeldir ama deneysel dünya değil. Bir insanın rüyasında gördüğünü sadece kendisi deneyimlerken doğayı herkes aynı şekilde deneyimler. Bir insanın rüyasında uçması sadece onu ilgilendiren bir durum iken dünyanın güneş etrafında dönmesi ya da insanların anne karnında bir embriyodan yaratılması herkes için eşittir. Yani deneysel dünya nesneldir. Rüyalar gibi öznel değildir.
Deneysel dünyanın nesnel olması onun üzerine kuracağımız gerçeklik anlayışı için bize temel sağlayabilir. Deneysel dünyada varolan her şeyin aslının maddi ya da ideal olması durumu onun "reel" olmasını etkilemez.
Bugün bilimin geldiği noktayı göz önüne alırsak duyularımızla deneyimlediğimiz nesnel dünya; değişen, hareket eden, somut, maddi yönüyle materyalizmi; değişmeyen, soyut, ezeli yönüyle idealizmi hakli çıkarır niteliktedir. insan zihni ise bu iki nesnel gerçekliğin tam kesiştiği noktada bulunmaktadır.
insan zihni durmadan değişen, gelişen, başkalaşan nesnel doğadan duyu organları ile aldığı bilgileri sonsuza uzanan soyut matematiksel doğaya giden bir köprü niteliğinde olan zihninde anlamlı hale getirmektedir. Maddenin somut hareketi zihinde ezeli doğa yasası olarak aksetmektedir. Burada insan zihni iki bambaşka ülke arasındaki düzenleyici sinir kapısı ya da iki bambaşka enerji türünü birbirine dönüştüren bir mekanizma veya bir regulator gibi görev yapar.
Peki hangisi daha gerçek ve "ilk"tir? Bence ikisi de eşit derecede gerçek ve "ilk"tir.
https://www.youtube.com/watch?v=LApkHzyKxrw
oynadığım en güzel oyun. izlediğim binlerce filme de bin basar. oyunun son 20 dakikasında, bilhassa mary'nin(ah benim tatlı çöreğim) mektubunda kalbim paramparça oldu.
silent hill 2, lynch filmi tadında. 2000'lerin başında böyle bir kurgu ve derinlikle film yapmak ve şimdiki içi boş oyunlar... yıllar geçtikçe derinlik de anlam da yok oluyor. tözü yitirdik.
değersiz yapımları arşa çıkaran popüler kültür kölesi kalitesiz, dünyadan silinmesi gereken z kuşağına yazılacak bir ton küfür var. hep ucuz yapımların peşindeler. ne film zevkleri düzgün ne kitap ne de müzik.
silent hill'in ilkin filmini izlemiştim, aylar sonrasında atmosferinden dolayı oyununa merak salıp başladım ama filmi ile oyunun arasında uçurum var.
oyunun ana karakteri James düştüğü deliklerden düşerken kalbinde açılan uçurumun temsilcisidir. Bu deliklere düşen James, kendi bilinçaltına geçiş yapıyor ve sonunda işlediği suçu kabul edebiliyor. tıpkı kayıp otobandaki fred gibi. tıpkı jacob's ladder'daki jacob gibi fakat onlara gerçeği gösteren karakterler neredeyse birbirleriyle tıpa tıp benzer. birbilerinin izdüşümleri. jacob's ladder'daki gerçeği vurgulayan karakter bu iki yapıtın aksine kötü rolde fakat bu oyunun izleğinin diğer iki yapıtla aynı olduğu gerçeği değiştirmiyor zira kayıp otoban'daki gizemli adam kötü olduğu halde aslında bilinçaltının yansıması. fakat bu iki filmden ayrı olan tek kısım, hikayenin ana rolünü üstlenen ve baş erkek karakterin travmalarını yaratan kadın karakterin bu sefer şeytan değil, melek rolünü üstlenmesi.
oyun, tıpkı diğer 2 yapıt gibi freud'un rüya-bilinçdışı kuramını baştan sona işlemiş. bir zaman bu oyunun tahlilini uzunca yapacağım ama bu Öyle bir oyun ki...
Silent Hill'de, Laura'nın tek masum kişi olduğunu biliyoruz ve hiçbir yaratıkla karşılaşmamasının sebebi bu. Yüreği tertemiz (tıpkı jacob's ladder'daki gabe gibi. jacob yani yakup peygamberin oğlufilmde aslında tarihi bir kıssaya gönderme var ve film bunun üzerinden kurgulanmış) ilk Silent Hill'de kaybolan Cherly Mason'ı giyimiyle, boya yapmayı sevmesiyle andırıyor. Laura tüm oyun boyunca Eddie, James ve diğerlerine aslına rehberlik ederek ve sorular sorarak kendi sorunlarıyla yüzleşmelerini sağlıyor. En son sahnelerde piyano çalması aslında Mary'nin piyano çalışını James'e hatırlatmak istemesidir.
firdevs onu bu elde, bu diyarda ilk kez görmüştü. görür görmez vurgun yemişti. kimdi bu adam? buranın tüm halkları türkmenlerin, yani karakeçili türkmen aşiretinin hakimiyetindeydi. hakimiyetinde milyonlarca insan vardı, bu yerdeki herkesi de bilirdi ama bu adamı ilk defa görmüştü.
kimdi bu büyüleyici yabancı? insanlar niçin çevresine akın ediyorlardı? ermeniler, azeriler, farsiler, türkmenler, özbekler, kırgızlar, rumlar, kafkas türkler, kazaklar...
bir kağan mıydı? bir kağandan çok daha yakışıklıydı. kağan olsa bile bilirdi. böyle bir kağan yoktu.
atının üzerinde çok ihtişamlı gözüküyordu. herkesin içinden ayrılıp bir güneş gibi parlıyordu. acaba rüyada mıyım da böyle bir insanüstü varlığı görüyorum diye söylendi.
birkaç dakika düşündü ama rüyada değildi.
boyu uzundu 3 arşına yakındı(1.90), gözleri hafif çekikti. göz yapısı çok keskindi. ömründe bu kadar muhteşem gözleri ilk defa görüyordu. gözleri büyüleyici ve nefes kesiciydi. sakalları kısa ama gürdü. yüz hatları ve teni kusursuzdu. çenesi köşeli, elmacık kemikleri biraz biraz belirgin ve yüzü keskin bir hatta sahipti. ömründe bu kadar yakışıklı birini, bu kadar muhteşem bir yüz görmemişti. göremeyeceğini iyi biliyordu. bayılacak gibiydi.
bu gizemli yabancı, herkesle hasret giderdikten sonra bir eve doğru misafir olarak yöneldi. gizli gizli onu izliyordu. onun 3 katı kadardı. kol, göğüs, omuz, sırt kasları kıyafetinden taşıyordu. sonra soyundu, vücudu da kusursuzdu. acem'in frenk'in heykeltıraşları vücudunu mermerle kazımış gibiydi. dünyanın en ünlü sanatkarları en muhteşem eseri yaratmış gibi gözüküyordu.
kendinden bir an için utandı ama dayanamayıp izlemeye devam etti. sonra arkasında bir ses gelince yakalanmamak için apar topar oradan uzaklaştı.
kafasında binbir düşünce, içinde bin bir türlü güzel düşünce ile sarhoşlamış şekilde aşk şarabını, sevdalı gönlüne şifa niyetine içe içe yürüyordu. kimdi, bu zamana dek onu niye hiç görmemişti? türk müydü? farsi değildi, rum değildi, azeri hiç değildi. ermeni olması ise imkansızdı.
türk olsa?
iyi de kazaklar, kırgızlar, özbekler gibi çekik gözlü değildi. boyu uzun ve kaslıydı. sakalları tamdı.
kazaklar, kırgızlar, özbekler ise ne iri ne hafif çekik gözlü ne uzun boylu ne gür sakallı idi. moğolların akrabaları gibiydiler. yakışıklılık ise onlara hiç uğramamıştı.
nereliydi, kimdi? tahmin yürütüyordu. işin içinden çıkamıyordu. türkmen miydi? karakeçili miydi? iyi de karakeçililer hep esmerdi. o ise kumraldı ve kusursuz bir yüz ile vücuda sahipti. türkmenlerde yakışıklı erkekler görmüştü ama abartılacak derecede değillerdi. onun yanında hepsi bir çamur gibi kalırdı.
bir nereden olduğunu öğrense gerisi kolaydı ama bu muhteşem varlığın aidiyetine dair bir karar kılamıyordu.
(sonradan bu kişinin bir ''kağan'' olduğunu öğrenme şerefine nail olacak, bu kısmı sonrasında anlatacağım, şimdilik giriş olsun diye buraya ekledim. burada kesiyorum ve romanın devamından bir kesit koyuyorum)
...
...
canından çok sevdiği ağabeyini henüz daha bir çocukken 15 sene önce bir ziyaret esnasında, moğollara kurban vermişti.
ağabeyinin 50'ye yakın kişiyle çarpışmasını, yiğitçe cenk etmesini ve en sonunda katledilişini ormanın içinden, sessiz sedasız ve çaresiz ağlayarak izlemişti.
atına atlayıp bir yıldırım gibi 7 günlük yolu 3 günde gitmişti.
türkmen eline geldiğinde her yeri kan ve revan içerisindeydi, hüngür hüngür ağlıyordu. obadakiler bir felaketin olduğunu çoktan anlamıştı.
bey olan babası ve anası, ağabeyini sorduklarında felaketin acı hikayesini onlara da anlattı. annesi aylarca yataktan kalkamadı, babasının ise günlerce ağzını bıçak açmadı.
ağabeyinin yarenliğine o günden sonra bir haller oldu.
bey yani babası, o olaydan birkaç hafta sonra birkaç kez moğolların üzerine 20 bin kişilik ordusuyla sefere çıktı ama hiçbir zaman istediğini alamadı. yanlarına kaldı.
15 sene boyunca her allah günü canından çok sevdiği abisinin silüeti gözlerinin önünde canlandı.
babası, osmanlı'nın da mensubu olduğu karakeçili aşiretindendi ve türkmen elindeki aşiretin reisiydi. osmanlı onların kardeşiydi. aynı kandan aynı atadan çıkmalardı. bu türkmen beyi, osmanlı'nın doğu'daki kanadıydı. osmanlı sultanları ile eşdeğerdi. birçok kez osmanlı'daki sultanlarla beraber birçok sefere çıkmış, cenkten cenge at koşmuş, askerleriyle ve de oğluyla birlikte onlarca savaşta savaşmıştı. hakimiyetinde yüz binlerce asker vardı. asya'da ondan büyük yoktu, tüm türkmen aşiretleri, kırgızlar, kazaklar, ermeniler, farslar, azeriler, kafkas türkleri emrinden çıkmazdı. ama yaşı artık 50'lerin sonuna doğru dayanmıştı. ömrünün yarısından fazlası at üstünde cenkte geçmişti. hem karısı artık seferlere gitmesini istemiyor hem de kendisi beyliği oğluna devretmeyi düşünüyordu.
koca bey artık yorulmuştu.
nitekim de birkaç ay içerisinde oğlu, kardeşleri osmanlı'nın haçlılarla yaptığı savaştan döndükten sonra öyle oldu.
oğlu bunun için çoktandır hazırdı.
oğluna ata yadigarı börkünü ve kılıcını on binlerce kişinin önünde teslim etti.
artık bey değişmişti. halkta muhteşem bir sevinç vardı. yeni beye cem eyleniyordu, kazanlar pişiyor, her bir yandan müzik raks ediyordu. koca bir toy vardı. ozanlar her bir ağızdan yeni beyin şerefine yır yakıyordu. curalarının teline büyük iştahla vuruyorlardı. eski beylerinden çok memnunlardı ama kuşkusuz halk da yeni beyinin başlarına geçmesini daha gönülden istiyordu. onun başa geçmesini istemeyenler sadece düşmanlarıydı. başa geçtiğinde kendileri için bir felaketin geleceğini iyi biliyorlardı.
bir zaman geçti.
yeni hakan, devleti devraldıktan sonra her gece at sürmeye başlamıştı. böyle bir alışkanlığı yoktu, canı sıkıldıkça arada bir at sürerdi. pratik yapmak istiyorsa bunu geceye bırakmazdı. halbuki her gece atına atlıyor ve saatlerce kayboluyordu.
noluyordu? obayı bir söylenti kapladı, herkeste bir uğultu vardı.
beyin başında bir hal vardı ve herkes endişe içerisindeydi.
doğuştan ateş yürekliydi, dağ gibi yüreği her daim ateş gibi çarpardı. babası gibi gerektiğinde sineye çekemiyordu. babasının aksine kindardı ve hafızası ziyadesiyle kuvvetliydi.
içinde büyük bir kurt vardı, için için kendini yiyordu. osmanlı da sefere çıkmıyordu ki gidip sefere katılsın. obada yapacağı hiçbir şey yoktu. sadece at sürüyor, talime gidiyor, arada komşu halkları ve yerleri ziyaret ediyordu ama bu içindeki ateşi azaltmak bir yana, daha da körüklüyordu. yanındaki adamları bey'in bu halinden çok korkuyordu. onlarca yıl babasının sinirli, ateşli hallerine şahit olmuşlardı. ama bu seferki bambaşkaydı. oğlunun bu halinden ölürcesine çekiniyorlardı.
gerekirse inandığı ve kafasına koyduğu şey uğrunda dünyayı ateşe vereceğini iyi biliyorlardı. ölen abisi gibi yumuşak başlı ve sakin değildi. babası gibi gerektiğinde sineye çekemiyordu, çekmek istemiyordu.
bey'e göre, abisi ve babası sıradan ve hayal gücü dar insanlardı. kendisi kadar cesur değildi, kendisi kadar zeki değil, kendisi kadar kudretli, kendisi kadar ileri görüşlü değillerdi. o dünyaya gelmiş en büyük kurttu. bu dünyayı, bir çağı dizginlemek, tutsak etmek için dünyaya gelmiş yırtıcı kurttu.
isterse batı'ya emri altındaki orduyla sefere çıkar osmanlı'yı da avrupa'yı da darmaduman ederdi fakat kendisi osmanlı'nın kanındandı ve osmanlı'yı derinden seviyordu. onlara ihanet etmek içinden gelmezdi fakat osmanlı'nın çürümüşlüğünü, baştakilerinin saraylarında pineklemelerinden, devşirmelere imtiyaz tanımalarından, türklüğü unutmaya başlamalarından ve türkleri alaşağı etmelerinden nefret ediyordu. hele ki yeniçeri bozuntularından iliklerine dek nefret ediyordu.
anlaşılan o ki yeni bey ile osmanlı arasında zaman zaman sürtüşme olacaktı. yine onlara savaşta ve diplomaside destek olacak, devletinin bekası için yanında olacaktı ama şüphesiz mesafe koyacaktı. daha bey olmadan çok önce aklında bu düşünceler vardı. aklından düşünceler hiç eksik olmuyordu...
babası, kız kardeşi ve anası endişe içindeydi. ona başındaki halin ne olduğunu sormaya korkuyorlardı.
sorsalar da söylemeyeceğini, susacağını en iyi onlar biliyordu.
anası ve babası her namaz sonrası, kötü bir şey yapmaması için allah'a yalvarıyorlardı.
günler böyle geçti, yakın eldeki düşmanlara baskın düzenlendi ama bey'in(baybora) içindeki ateş bir türlü sönmüyordu. her geçen gün ateşi daha da harlamıştı.
bir zaman sonra seferden dönüşte; ocakta harlı ateşin sönmesi gibi, yüzündeki öfke de kaybolmuştu. sessiz ve mağrurdu. kuşkusuz mizacı böyleydi, tıpkı bir han'a yakışır gibi ama içini yakan ateşin ne olduğunu hiç kimse bilmiyordu. bazen apansızın, hiç haber vermeden ve hiç beklenmedik bir anda kendinden geçerek atının gemini çekip yön değiştiriyor, dörtnala atını çılgınca koşturuyor, onu izleyenler çarpmamak için atlarını hemen yana sürüyor, açılmak zorunda kalıyorlardı.
o büyük han, dikkatle, kaygıyla gökyüzüne, yanına yöresine bakınıyor, telaşlanıyor, gökyüzüne bakarken güneş yüzüne vurmasın diye elini alnına koyuyor ve elleri sinirden titriyordu.
seferden dönmüşlerdi.
gündüz, geceyi doğurmuştu.
yine hiçbir şey söylemiyor, sadece tanrı'nın canlılara, bütün aleme bahşettiği ebedi karanlık gökyüzüne bakıyor ve hüzünlü, hafif çekik gözleriyle sonsuz yıldızların ağır raksını içinde fırtınalar koparak izliyordu. dayanamıyordu, dayanamayacaktı. börkünden yüzüne düşen gölge hafif çekik gözlerini daha da karartıyordu. gökyüzüne bakışları kaybolmamıştı. içten, can ve gönülden dua ediyor gök’ten yazgısının ne olduğunu soruyordu. ama gök susuyordu. yalnız, iyice yükselen ay, mora çalan ışığını, belli belirsiz, karakum bozkırına ve seyhun'a yaymaya devam ediyordu: gecenin sırlarına ve insanlarıyla birlikte derin uykulara gömülmüş bulunan bozkırlara...
uykuya gömülmüş türkmen elinden çin'e dek uzanan sonsuz bozkırdaki biri ise hiçbir şey söylemeden sadece yaldızlı dehlizlere boğulmuş gökyüzüne bakıyordu. gökyüzü kimsesiz, bomboş uzayıp sonsuzluğa gidiyordu. öfkeyle karışık kederli gözlerle sonsuz yıldızların ağır raksını seyrediyordu. bey baybora dertliydi, kimseye belli etmiyordu ama içi paramparçaydı ve kan ağlıyordu.
dünya iyisi ağabeyinin katledilişi gözünün önünden gitse de bir türlü aklından ve yüreğinden çıkmıyordu. kini, öfkesi asla dinmeyecek bir yağmur gibi yüreğine yağıyordu.
tan, gecenin içinden çıkmış, doğdu doğacaktı. canlılara sonsuz rahmetini bağışlayan gök, tüm ihtişamı ile yeryüzünde duruyordu. havada asılı duran bulutlarıyla, obanın içine hışım gibi yağmurla günün ucundaki tan ile birlikte damlalarını indirmeye hazırlanıyordu.
yağmur, rahmetini yeryüzüne önce damla damla, sonra karşı yüksek dağın tepesinden kopup, köpürerek, gürüldeyerek dağın yamaçlarında yitiyor, ovaya iniyor, oradan da evlere ulaşıyordu. dağ, sel olmuş yürüyor, köpüre köpüre aşağıya akıyordu.
bir zaman sonra, gökte kulakları sağır edecek bir gürültü... gök yağmıyor, adeta inliyordu. bir zaman yeşil gölgelerle kaplı bu oba, karanlığa kesti. ışık, döne döne, aydınlığını savurarak çekti dağların ardına aktı gitti. göz gözü görmez, işitmez bir karanlık. hiçbir kara parçası, hiçbir yanda gözükmüyor. kuşlar kıyamet, dağın üstünde kanat kanata, çığlık çığlığa, bir iniyorlar kalkıyorlar. neredeyse saldırıp, dünyayı parça parça edecekler...
kuş sürüleri sonsuz bir hortumda, bulutlarla karışmış dönüyorlardı.
karanlık ve yağmur, kasabanın ve gökyüzünün içinden yavaş yavaş çıktı. gökyüzüne uzanan dağların üstündeki bulutlar, dağın arkasından yavaş yavaş iniyordu. gök, bu sefer aydınlığa kesiyordu... göz açıncaya dek gökyüzünde beliren turuncu ışık, kapayıncaya dek önce dağları, sonra dolanıp çınar ağaçları ile kaplı bütün ovayı ve evleri som turuncuya boyadı. günün ucu, tepeden yere doğru usul usul inip, kasabalılarla birlikte ufukta görünüverdi.
gökyüzünün aydınlattığı ovanın ağaçları, çiçekleri görülmemiş bir cennetin çiçekleriydi. bilinen çiçeklerin daha görkemlisi, daha renklisi. dünya'da hiçbir çiçeğe benzemeyen. dille tarif edilemez büyülü çiçekler. kırmızısı parlak som kırmızı, sarısı altın, pembesi... parlak ve renkli. insan, yeryüzünün herhangi bir yerinde böyle çiçekler açtığını bilse, dünyayı diyar diyar dolaşır da bu çiçekleri, kafdağı'nın ardında da olsa arar bulur da görür... yaratıcı, bütün çiçek hünerlerini, ellerinin büyüsünü, ışıkları bu çiçeklere dökmüş, aydınlığın üstüne bir cennet bahçesi sermişti. çiçekler, ışıklı bir nehri çerçevelemişti. nehrin tam ortasında üç tane yelkenli yelkenlerini açmış gözükmeyen sonsuzluklara, uzaklardaki aydınlığa uçuyordu. üstteki gök de kanatlıydı.
nehir çok uzaklarda, kaynaşan ışıklarda son buluyordu. ışıkların üstünde, bir yaprağı mavi göğe ulaşan, ışıktan, belli belirsiz mavileyen bir tek çiçek açmıştı, belki de en büyülü çiçek. orta yerde, birbirinden uzak iki kuğu sırtlarını ışıktan örülmüş çiçeğe dönmüş, kıyıya doğru geliyorlar, tam ortalarına da kanatlarını dikmiş bir kuğu ilerliyordu.
az daha beklese kuğu inecek, gerilmiş kanatlarını şıp diye nehri vuracaktı. merdivenleri hızla indi, nehrin kıyısına vardı, yüreği sinirden ve yarım kalmışlıktan hiç olmadığı kadar atıyordu, derin bir soluk aldı, gözlerini kapadı. gözlerinin önünden kuğu sürüleri, büyülü, görülmemiş, ışıkla doldurulmuş çiçekler geçti, maviyle yoğrulmuş. gözlerini açtı, gözleri kamaştı. ışığın nehrin üstünde şırıldadığını gördü. arkasına döndü, nehri kıyısından çakıl taşlarının üstüne basa basa gitti. taşlar yankılandı.
yankı artık zihnindeydi.
bir kurt gibi yediği ayazı unutmuyor ya bunu zamanında yahut da bir zaman sonra hesabını soruyordu ama bu sefer ki bambaşkaydı.
asya'ya hakim olduğunu iddia eden 2 topluluk vardı: türkmenler ile moğollar. türkmenler bir türlü moğollara hakimiyetini kabul ettirememişlerdi ve bir türlü doğu'da moğolların katliamlarını, zorbalığını kesememişlerdi.
hem bu meseleyle mücadele etmek istiyordu hem de ve en önemlisi abisinin kanını yerde koymamak istiyordu.
15 senedir her gece abisinin kederini, kinini, öfkesini içinde taşımıştı ama bu kadarı yeterdi. artık kini, öfkesi bedenini aşıyor, dünyayı kaplıyordu.
kararını vermişti. hazırlıklara başlamaları için emrindeki adamlara emir verdi.
annesi buna karşın yapmaması için ağlayarak ayaklarına kapanıyor, bunun sonunda büyük bir felaket olacağını düşünüyordu. babası ise onun bu kararından vazgeçmeyeceğini adından daha iyi bildiği için konuşmaya tenezzül dahi etmiyordu.
anne ve babasının aksine, obadaki herkes bey baybora'nın bu seferden galip ve sağ salim geleceğini yürekten biliyordu. herkes neşe içerisindeydi. halkı için o ölümsüz, dünyanın en büyüğüydü. onu tanrı, gökyüzü, yeryüzü koruyordu. o kutsanmış bir kağandı.
asya'daki tüm bekar kadınlar ona ve onun yakışıklılığına aşıktı. evli kadınlar bile içten içe ona aşk besliyordu. onun zekası, yakışıklılığı, cesareti, adaleti, bilgisi ve karakteri karşısında aşık olmamak mümkün değildi.
fakat ona tıpkı diğer kadınlar gibi aşık olan firdevs'in kederi içini yiyordu. bey, kuşkusuz onlarca büyük savaşa katılmış ve defalarca sağ salim çıkmıştı ama bu seferki bambaşkaydı. farslar, ezelden beri hep önce hep türklerden sonra moğollardan ruhunun en derinine kadar korkmuştu, firdevs de moğollardan korkuyordu.
türkler için moğollar çocuk oyuncağıydı, türkler hiçbir şeyden korkmazdı. bunu çok iyi biliyordu. hele ki baybora bey daha da korkusuz ve cesurdu. işte o da bu yüzden çok korkuyordu. beyin, lügatında geri adım atmak yoktu. lügatında inandığı şeyler uğruna can vermeyi göze almak vardı. firdevs, korku ve hüzünden titriyordu.
beyin gitmesini istemiyordu, her gece uzaklardan bir ses duysa, acaba bey gidiyor mu diye yatağından dışarı fırlıyordu. bey'i ilk gördüğü andan sonra ona yakın olabilmek ve onu her gün görebilmek için evini bile taşımıştı. baybora bey, firdevs'in bu dünyadaki her şeyiydi.
onunla ilgili dünyanın en acı cümlesini kurmak istemiyordu. bu korkuyla bu hüzünle tepeye çıkıp beyin sarayına bakıyordu. hareketlilik olmayınca yatağına dönüp bey'in gitmemesi için her dakika tanrı'ya yalvarıyordu. eğer sarayda bir hareketlilik varsa koşa koşa saraya gidiyor, ne olduğunu ağlayarak izliyordu. gitmediğini görünce yüreği biraz hafifliyordu ama bey bir gün gidecekti, bugün gitmemesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu. bu onu kahrediyordu...
bey baybora'nın emri üzerine 4 bir yana haber salındı. bey'in ordusuna seferberlik başlamıştı. günlerce orduya yemeklik, giyeceklik, savaşlık hazırlanıyordu. 7 diyardan adam toplanıyordu.
bey, her geçen gün biraz daha deliriyordu. adamlarına kızıyor, daha hızlı olmalarını emrediyordu. öfkeden kafayı yeme raddesine varmıştı. çevresindekiler han'dan ölümüne korkuyordu. bu yüzden ellerinden gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyorlardı.
önünde sonunda 1 ay süren hazırlık bitti. 100 bine yakın asker toplandı. hepsi bey için ölmeye de yaşamaya da hazırdı.
bey tamamlanmışlığın haberini alınca aylar sonra ilk kez güldü, yakışıklı yüzü ışıl ışıldı. inci gibi dişleri ölümün kara bahtına nağme okurcasına parlıyordu.
börkünü, zırhını ve kılıcını kuşandı. adamları atını hazırladı. gitmeden evvel, anne babası hüzünlüydü, halk ise neşeliydi.
baybora'yı topluluğun içinden izleyen firdevs hüngür hüngür ağlıyordu. bey'i bir daha görmeme ihtimali içini yakıyordu. hep kafasında şeytanlar dönüyor, gidip bey'in ayaklarına kapan gitmemesi için yalvar yakar diyordu ama bunun fayda vermeyeceğini iyi biliyordu. herkes bey'in ne denli inatçı ve kararlı olduğunu iyi biliyordu. ölse sözünden dönmezdi.
ah, bey'e ölümüne aşıktı. aşık olmasına aşıktı ama elden ne gelir, ona bir türlü aşık olduğunu söyleyememişti. onu öz canından çok seviyordu ama bey onun varlığından haberdar mıydı, bu dünyada firdevs diye bir kadın olduğunu biliyor muydu. işte bu da canını yakıyor, kalbini kırıyordu.
karşısına çıksa, ona hislerini söylese, reddetse herhalde kahrından ölürdü ama yine de onu sevmekten vazgeçemezdi...
bu düşüncelerden kurtuldu. bey, her zamanki gibi çok yakışıklı ve çok ihtişamlı gözüküyordu. başındaki börk, omzundaki şelfeler ve evcil kartallarla bir ihtişam, dünyanın en güzel nağmelerini çağıldıyordu. gönül nehrine en güzel sular şırıldıyordu. ozanlar hep bir ağızdan kağan'ın yüceliği, güzelliği, mertliği, yaptıkları, başardıkları hakkında şiir yakıyordu. bey'i her gördüğünde her düşündüğünde kendinden geçiyor, sarhoş oluyordu. o dünyanın en güzel şeyiydi. şüphesiz, onun dışında düşünememek hastalığına müptelaydı.
bey ise inanılmaz derecede sevinç içerisindeydi. içi içine sığmıyordu, bu şölenin ve vedalaşmanın bir an evvel bitmesini yürekten istiyordu. bu yüzden herkese sessiz olmasını salık verircesine elini kaldırıp işaret etti.
en sonunda herkesle vedalaştı. vedalaştıktan sonra ortalıkta çıt çıtmıyordu. baybora'nın yüzünde atına doğru yöneldiğinde şeytani bir gülümseme belirdi. firdevs bunu görünce yüreği hop etti. kağan'ın aklındaki deli kurtlara şahit olunca içi ürperti ile doldu.
kağan, emri altındaki adamlara ordunun hazır ola geçip sefere at sürmelerini emretti. 200 bini aşkın atlı ortalığı tozu dumana kattı.
baybora kağan, bu sefer düşmanlara türkmen'in hoşgörüsünü, insaniyetini, insafını göstermeye; türklüğü ve islamı yaymaya değil türkmen'in azabını, acımasızlığını, kıyametini tattırmaya, cehennemde şeytanı esir alma geliyordu!
moğollara göre moğollardan büyük kurt dünyada yoktu!
baybora han ise, bu dünyada moğollardan büyük it olmadığını iyi biliyordu. ve bu dünyada kendinden ve devletinden başka büyük kurt olmadığını göstermek, bir çağı ve dünyayı tutsak kılmak için maveraünnehir'in batısından, doğu'ya doğru son sürat at koşuyordu!
bozkır kurdu, hıncını resmen atından çıkarıyordu. atı kah çatlayacak hale kah yıkılacak hale geliyordu. çevresinde, hakanlarının bu halini görenlerin gözleri korkudan faltaşı gibi açılıyordu.
kağan, çok sevgili çok saygılı çok şefkatli ve insaflı biriydi ama sert, sınır tanımayan, kindar bir mizacı vardı. böyle zamanlarda ise aklını yitiriyordu. herkes onu ilk defa bu denli coşkun görüyordu.
böyle, günlerce bozkırda at sürdüler, asya'nın doğu ucuna varmak kolay değildi. geçtikleri diyarlarda türkmen bey'inin ordusunu ve tozu toprağı birbirine katıp yıldırım gibi ilerlemesini gören kırgızlar, kazaklar, özbekler, farslar, azeriler bir felaket olacağını biliyorlardı. bey ve birlikleri geçerken, bu zavallılar kendilerine bir şey yapmamaları için bey'in askerlerine ve tanrı'ya el aman dileyip yalvarıp yakarıyorlardı. baybora'nın gölgesi bile onları iliklerine dek korkutuyordu.
kağan, savaş öncesi kesin emir vermişti. moğollar haricinde kimsenin kılına dahi zarar verilmeyecekti. boyunduruk altına girmek istemeyen kırgızlar, kazaklar, özbekler, azeriler başka zamanın meselesiydi. onlar, başka zaman, moğollardan sonra hallolacak bir kolay işti. bu korku yeli onlara şimdilik yeterdi.
şimdiki mesele bir hakimiyet ve en önemlisi bir intikam meselesiydi.
ağabeyinin kanını alacak mıydı, doğu'nun hakimi kimmiş bozkır'ın itleri olan bodur ve çinli kılıklı moğollara gösterecek miydi?
şüphesiz, bunun için 200 bini aşkın asker, hakanları için tek yürek olmuş, ulu kağanlarının önderliğinde doğu'ya akın ediyordu.
bu köhne dünyada tekrar doğup parlayan o ihtişamlı o yiğit hakan, o gökbörü'nün efendisi ulu kağan, gökte sönen güneşin ardından kara gecenin içinde yellerle yarışan atının üstünde, yağan şiddetli yağmura aldırmaksızın doğu'ya doğrulup fırtınalar kopararak raksediyordu!
deli kanı kaynamıştı, içinde milyonlarca gökbörü birden uluyordu. karanlığın içine, altın güneş ışık saçıp tüm cihanı kaplamaya geliyordu!
ordunun elinde kaldırılan kurt başlı koyu mavi sancaklar, rüzgarın uğultusuyla bir nağme yaratmış, kara gecenin içinde dünyanın en ihtişamlı sesleriyle raksediyordu...
bu klibi benim için hazırlayan sayfaya en kalbi duygularımla şükranımı sunuyorum. beni ne denli mutlu ettiğini bilemez.
hülya koçyiğit ne kadar güzel ve asil bir kadınmış. 0.20'de elinde kırmızı gülü ve muhteşem yüzü... güzelliği sahiden de gerçek dışı, elinde tuttuğu gül bile yanında yaban otu gibi kalmış. Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur, en hisli şiirden de örülmez bu güzellik. Fecrin gökleri ve yeri boyadığı o anda oluşan alacalı kızıllık, her şeye gücü yeten tarafından derine bir iğne oyası gibi emek ve maharetle işlenmiş. Tanrı şahidimdir ki tarihe gömülmüş bütün ihtişamlı imparatorlar tekrar kıyam etse, senin gibi bir Hint meşesi yanında ancak savan otlar gibi gözükebilirler.
şimdikilerden benim diyen kadına 100 çeker. bir şiirin en derin mısrası gibi...
hele 1.00'da kırmızı elbisesi ile hüznün içinde raks edercesine yürümesi, o buğulu gözlerindeki nağme... sahneye yaraşırcasına karanlıkla harmanlanmış...
tek beyaz tacı vardı çiçeklerin sultanında, onu da koparacak bir kaba bulunur elbet. bu sözüm ona ne denli yakışıyor...
özellikle o kısma tutulduğumu, o sahnede kaldığımı bildiğindendir ki o kısmı uzun tutmuş. şarkının en manalı yerine o sahneyi koymuş.
dünyanın en güzel klibi. başta şarkının bu versiyonu yerine normal versiyonu ile klip daha güzel olabilirdi diyordum ama bu versiyonu klibe daha bir melankoli ve hüzün katmış.
(#46085012)
ağzı olan konuşuyor, sırf eli olan elim var, nasıl olsa yazmak bedava diye bilmeden utanmadan yazıyor ya ben de buna irrite oluyorum.
atatürk, kıpçak değil türkmendir. yani yörüktür.
72 milletin kanıyla asimile olmuş anadolulu köylüsü görünüşünde, türk fenotipinde olmayan insanlar olduğunuz ve her sarışın, kumral insanı kendiniz gibi esmer, koca gözlü tipler olmadığı için kıpçak sanıyorsunuz. araplarla, ermenilerle, rumlarla, anadolu halkları ile karışmış insana tuhaf geliyor elbette. bir de iddialı iddialı google'den aşırdığı sahte bilgileri buraya yazıyor.
atatürk, kocacık yörüğü. ataları karamanoğullarından. kendisi buz gibi türkmen!
hiç mi hakkında yanlış bilgiler sunduğun insanın kendi ağzından aktardığı şeceresini araştırıp okumadın? onu geçtim, işkembe-i kübradan salladığın kıpçakların kim olduğundan haberin var mı? bir fikir sahibi misin?
zırvaları bir kenara bırak da araştırıp, fikir sahibi olup konuş!
bugün kıpçak olarak bildiğimiz boy tarihte kuman, memlükler(ilhanlılarla savaşmış) kazan devleti ve kırım hanlığını kurmuştur. fakat altın orda moğol devletidir ve sonradan kıpçaklaşmıştır! bu sahte bilgileri nereden alıyorsan bilgileri teyit edip yaz. kıpçaklar tarih boyunca moğollarla hep savaşmış ama çoğunlukla moğolların egemenliği altında asimile olmuş bir boydur!
kırgızlar, milat öncesi çin kaynaklarında kıpçak olarak geçiyor, herkes körü körüne inanıp buna sığınıyor ama atlanılan nokta var. Ön-Kırgızların Moğol kabileleriyle yaptıkları evlilikler sonucu günümüz Kırgızları ortaya çıkmıştır. yani bugünkü kırgız fenotipi ile milat öncesi yazıtlardaki bahsedilen fenotipin yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. bugün asırlar önce yazıtlarda bahsolunan o fenotipe en yakın kıpçak boyu tatarlardır!
Kırgızlarla birlikte yaşayan Kıpçaklar zamanla Kırgız adını benimsemiştir ve doğu Kıpçakları bir zamanlar hakimiyetleri altında bulundukları Kimek boyları ve Yenisey Kırgızları (Eski Kırgızlar) ile birleşerek Kırgız (eskiden Ruslarca Kara Kırgız denirdi) adı altında Altay, Yedisu ve Tanrı Dağlarında hayatlarına devam etmiştir. ayrıca tarih boyunca hep başka türk boylarının egemenliği altında yaşamış, moğollarla çok fazla karışmıştır.
yani senin kıpçak dediğin insanlardan 18-20 asır önce çin kaynakları bahsediyordu. sen neyden bahsediyorsun? daha kırgızların, tarihinden ve diğer topluluklarla etkileşiminden bihabersin.
sırf sarışın, mavi gözlü diye kıpçak sandığın yörük atatürk'ün mensubu olduğu türkmen ırkında yani yörüklerin içerisinde sarışın, mavi gözlü insan sayısı fazla. annemin sarıkeçili yörük aşiretine mensup rahmetli babası bile sarışın, mavi gözlü bir adamdı. kıpçaklıkla bir ilgisi dahi yoktu.
babamlar osmanlı'nın da mensubu olduğu karakeçili aşiretinden. %95'i buğday tenli/hafif esmer, badem/hafif çekik gözlü(tabii kırgızlar kadar olmasa da çekik olanlar çıkabiliyor) ve türkler içerisinde en uzun ve en yapılı aşiret. tanıdığım istisnasız tüm karakeçili erkekler +1.80. kadınları ise 1.70 üstü.
ayrıca, en yakışıklı ve en güzel türk boyu kıpçaklar değil türkmenler/batı yörükleri.
esmeri ayrı bir güzel, sarışını-kumralı ayrı bir güzellikte. sana bunu özelden fotoğraflar aracılığıyla ispat edebilirim.
ayrıca, karakeçililer bugün türkler arasında genellikle farklı toplumlarla karışmadan, türk genetiğini muhafaza edebilen osmanlı'yı kurmuş köklü bir türkmen aşiretidir. yörükler yani anadolu'ya göç etmiş türkmenler türkler arasında en fazla türk kanına sahip topluluktur. ne anadolulu görünümüne ne de bugünkü asyalı görünümüne sahipler.
belirtmek gerekirse yörüklerin aksine:
özbekler, fars-türk-moğol ve soğd karışımı bir topluluk.
kazaklar, kırgız, moğol, kıpçak karışımı bir topluluk. kanlarında %70 oranında moğol genetiği var mevcut.
kırgızlar, moğol genetiğinden ziyadesiyle etkilenmiş bir topluluk. %70 oranında mongoloid gen etkisindeler.
azerilerin %99'u fars genetiği etkisinde.
tatar ve kafkas türklerinin çoğu kafkas halkları ve bazı slav kavimlerle karışmış.
balkan türkleri de yörük kökenli olsa da asırlar önce balkanlara iskan edildiği için bulgar, arnavut, boşnak, rum topluluklarla karışmıştır.
yörükler yani 3 asır önceye dek bugünkü türkmen coğrafyasında/batı asya'da yaşayan türkmenler, 18.asırda anadolu'ya gelmiş ve farklı bölgelere yerleşmiştir. batı anadolu'ya yerleşmiş olanların %95'i kendi türkmen aşiretlerinden başkasına kız alıp vermemiştir. bu geleneği devam ettirenlerin çoğu, örneğin bizim sülale, halen daha fenotipini koruyor.
2 sene önce kendisi hakkında upuzun bir felsefi içerikli yergi entrysi girmiştim. ne kadar sevmeyeni varmışsa 50'den fazla beğeni geldi.
moderasyondaki yaltakçılarına sildirmiş olduğu, bahsi mevzolunan entry görselleri burada. ulaşmak için tıklayınız: https://www.hizliresim.com/1pfsv32 https://www.hizliresim.com/hxc7n95
bu giri, sonrasında bana özelden yazıp, ''prim peşinden koşuyorsun'' dedi. yahu benim burada yazdığım bilgi içerikli girileri profesörler, yazarlar, yakınlarım ve birçok insan okuyor. yazdıklarımın %10'unu onların güzel hatrı için burada paylaşıyorum ki beni okuyan insanlar takip edebilsin. sen herkesi kendin gibi sözlükteki vasıfsız şakşakçılarına hitap eden biri mi zannediyorsun? yazdığım tek bir yazım bile, senin o tüm yazılarına bedel.
neyse, sonrasında bu kadar delikanlıysan yaz telefonunu dedi. ben de direkt verdim. herhalde buradaki kıçıkırıklar gibi korkup, geri çekileceğimi zannetmişti.
telefonda konuştuk, entrymi silmemi istedi.
silmeyeceğimi söyledim. birkaç kez ısrarcı olmadı ama dinlemedim. sonrasında dayanamayıp moderasyondaki kankalarına entryimi sildirmiş. üstüne gidip tekrar hakkında yergili yazılar yazacaktım ama hem işlerimden dolayı hem de böyle kalibresiz biriyle vakit kaybetmemek adına üstelemedim.
ayrıca, madem ki bu kadar eleştiri almaktan korkuyorsun o halde yazdığın yazıların üslubuna ve insanlarda bulacağı vuku ve edeceği tesire dikkat et. burası senin oğlanlarınla yaptığın muhabbethaneye benzemez.
şu an buraya yazmamın sebebi farklı.
biz senin gibi bir gün başka konuşan, öbür gün 180 derece dönüp başka üsluba bürünen adam değiliz. 2 hafta önce farklı fikri savunup 2 hafta sonra omurga değiştiren adamlardan hiç değiliz. biz senin gibi adamlarla aynı safta olmaktan utanç duyarız. bizim önderimiz önce ulu önder atatürk, sonrasında başbuğ atsız'dır. senin gibi kıçıkırık ülkücüleri savunup, bunlara biat edecek kalibrede adamlar değiliz, rüzgarın estiği yöne savrulacak adamlar hiç değiliz. siyasetten de bir cacık anladığın yok, bir konu hakkında da bilgi sahibi değilsin. sana bilgili diyen adamın aklına acırım.
bu giriyi de 2 hafta önce sinan oğan denen saray oğlanının altında hadi bakalım '' oğan ve milliyetçilerin altında saksoya doğrulun'' minvalinde yazdığın entrye atfen yazıyorum. sen sinan oğan'ın altında zevkten can verirken ben seçimden önce sinan oğan'a sallıyordum. (#46377159) (#46360970)
noldu, daha düne kadar altından kalkıp doğrulamadığın şahsın(sinan oğlan) erkekliğinden mi bıktın da şimdi terörist olarak nitelendirdiğin chp kanadına geçip bu kez onlarınkini emmeye başladın? sen bunlardan daha dönek bir adamsın. terbiyesizlik etme, aksi takdirde terbiyesizliğin en ve dik alasını benden görürsün.
sana son uyarım, sözlerine ve konuşmalarına dikkat et.
yoksa seninle o varlığına inanmadığın allah'ın her günü bu başlığın altında uğraşırım.
çok değişik ve fantastik bir kitap. diğer kitapları mükemmel amma ve lakin bu kitabı çok farklı bir içerik ve üslupta yazılmış. ilk okuduğumda beni çarpmıştı.
bini aşkın kitap okudum, felsefi-psikoloji-bilimsel-tarihi-sosyoloji-teoloji kitaplarını bir yana koyuyorum, türk edebiyatındaki yazarların okumadığım bir romanı yok. keza çoğu halk edebiyatı ürününü ve destanları okudum. folklor kitaplarına dek.
dünya edebiyatındaki eski ve yeni yazarların çoğu eserini de okudum ama beni bu denli etkileyen bir roman daha -yaşar kemal'in romanları haricinde- okumadım.
yaşar kemal'i zaten bu kıyastan muaf tutuyorum.
evet, şu bir gerçek ki bizim cumhuriyet edebiyatçıları çok nitelikli eserler vermiş, hepsi ortalama üstü yazarlar. su götürmez bir gerçek dünya çapında kalemler. keza, toplumcu gerçekçiler romanın zirvesi ama gel gelelim hiçbiri ne atsız ne yaşar kemal ile üslup ve içerik bakımından boy ölçüşebilecek düzeyde.
yaşar kemal de toplumcu bir yazar ama onun kaynağı halk edebiyatı, folklor. her romanında halk hikayelerinin büyülü dünyasını bulmak mümkün. diğer toplumcu gerçekçilerden bu noktada tamamiyle ayrılıyor. salt toprak ağası, köylü çatışması yok. romanlarının konusu diğerleri gibi tekdüze ve sıkıcı değil. romanları efsaneler, destanlar, farklı ırkların öyküleri ve halk edebiyatı kültürü ile süslü. birçok sayfada halk edebiyatına atıf, sayfalarda izler bulmak mümkün -bu konuda 2-3 senedir bir yazı yazmayı düşünüyorum ama vakit bulduğumda yaşar kemal ve romanları hakkında uzun bir tahlil yazısı yazacağım-
atsız ve yaşar kemal'in ortak özellikleri folklorik ögelerden beslenmeleri, romanlarına fantastik içerik katmaları. atsız daha ziyade bunu eski türk efsane ve destanlarından etkilenerek yapmış. daha çok halk edebiyatının ilk zamanlarından, yani islam öncesi halk edebiyatından, mitolojik unsurlardan yararlanmış.
yaşar kemal ise halk kültüründe ve halk edebiyatında atsız'dan daha bilgili ve yetkin bir isim. folklor kökenli biri olduğu ve aşıklık geleneği, halk hikayeciliği kültürü içerisinde yetiştiği için tüm halk edebiyatı ürünlerini kullanarak yapmış. yaşar kemal'in romanlarında halk hekimliğini, masalları, halk hikayelerini, ilyas'ı, hızır'ı, maral'ı, 3'ler-7'ler-40'ları, birçok toplumun efsanesini, hikayesini, aşıkları, yırcıları görmemek mümkün değil.
yaşar kemal, bu yüzyılın hatta gelmiş geçmiş, insanlığın en iyi hikayecisi ve romancısıydı. 40'tan fazla romanını okudum, okuyamadığım birkaç romanı kaldı. bir süre sonra romanlarını tekrar okumaya koyulacağım.
hangi romanı olduğunu unuttuğum bir kitabında 2 sayfalık, mağarada geçen cin hikayesini anlatışı var, anlatış tarzı fevkalade ve işlediği konunun fantastikliği muazzam düzeyde. alelade bir cin hikayesini bile çok farklı bir boyutta anlatabilme yeteneğine sahip.
bence atsız'dan üslup olarak daha nitelikli ve daha kabiliyetli bir yazar ama atsız'ın sade üslubu altında mükemmel, noksansız ve kusursuz bir dil var, yazdıklarının içeriği yaşar kemal kadar büyülü olmasa da yaşar kemal'in içeriği ile aynı kalitede. atsız tüm romanlarının içeriğini tarih ve efsaneler ile harmanlamış. içerik ve de konuyu sunmadaki etkileyicilik bakımından eşit oldukları kanısındayım.
fakat şiirde tartışmasız atsız çok daha iyi. yaşar kemal'in şiir yeteneği o denli düzeyde değil. yaşar kemal bir nesir üstadı. düz yazıda şiir yazıp masal anlatan bir adam. ikisini birbirinden ayırmam mümkün değil.
yaşar kemal'in annesi, zamanında onun iyi ki aşık olmasına müsade etmemiş. müsade etmiş olsaydı hiçbirimiz böyle bir ismi hiçbir zaman okuyamayacaktık.
atsız, şüphesiz yaşar kemal ile birlikte türk edebiyatının en iyi romancısı.
geriye kalanlar ancak atsız ve yaşar kemal'in gölgesi olabilirler.
cemil meriç; türk edebiyatı romanın, şiirin yani nazmın zirvesi derken, avrupalıların yazdığı en kaliteli şiirler, baki'nin hatta bizim sıradan bir şairin tek bir mısrasından bile aşağı düzeydedir derken doğru söylüyordu.
Kalp kelimesinin kökü dönüştürmek, çevirmek, devindirmek anlamlarına gelir. Kendi anlamı ise dönüştürücü, devindiricidir. Vücudumuzda yaşamın merkezi kalptir; Eylemin merkezi.
Aynı zamanda Kuran'da geçen kalp düşünce organıdır Bunun nedeni Aristoteles'çi tıptır. O dönemde geçerli olan görüş Aristoteles'in görüşüydü, akleden organ kalp olarak biliniyordu.
Dolayısıyla Kuran'da veya geleneğimizde hiçbir yerde akıl yerine kalbin tercih edildiği görülmemiştir. Bu modern bir görüştür. Kendine kanıt aramama özgürlüğü isteyen insanlar akla karşı kalp diye bir alternatif üreterek rahatlarlar, Tam tersine Kuran ve islami geleneğe göre bilginin kaynağı tek olmalıdır.
Kalbin günümüzdeki karşılığı belli belirsiz hislerin olduğu yerdir. insanlar sürekli kalpleri konusunda şüpheye düşerler. "acaba dinden çıkar mıyım?" korkusu bu saçma düşüncenin tezahürüdür. imanından şüphe eden imanını çoktan yitirmiştir. Kuran'da veya gelenekte imandan kesinlikle şüphe edilmez ve iman tartışma konusu yapılmaz. Dolayısıyla eğer kalbe gerçek bir tanım bulacaksak kalbin insanın kontrolü dışında belli belirsiz bir şey olduğunu söylememek gerekir Aksi halde kalp yoluyla emin/güvenilir bir bilgiye ulaşmak imkansızdır.
islami geleneğe göre akıl iki çeşide ayrılır. Birincisi nazari akıl, ikincisi ameli akıldır. Nazari akıl her zaman tartışma konusu olan, teorilerin üretilip yok edildiği akıldır. Başta fizik olmak üzere bütün pozitif bilimler buraya girer. Bu akıl nesneleri zihninde peşpeşe işleme sokar ve bunun sonucunda gerçeğe dair yorumda bulunur. Dolayısıyla yanılması mümkündür.
Ameli akıl ise adı üstünde amelden gelir, yani eylemden. Batı dünyasındaki karşılığı pratik akıldır. Pratik praxisten gelir, yine eylem demektir. Bu aklın nazari akıldan farkı bilgilerini dolaysız alması ve tartışılamaz olmasıdır Çünkü bir bilginin tartışılabilmesi için dolayıma girmesi gerekir, dolaysız bilgi şüphe konusu olamaz. Bu aklın bilgilerinin dolaysız olmasının sebebi eylemle ilişkili olmasıdır. "Eyliyorum" diyen birisi zorunlu olarak bu aklın hakikatlerini kavrar. Bu belli belirsiz bir his değil; zorunlu, açık, dolaysız bilgidir. Bu akılda Tanrı, evren gibi nazari/teorik aklı aşan ama onunla da çelişmeyen bilgiler bulunur.
Kısaca söylemek gerekirse nazari akıl aklın nesneler üzerine düşünmesi, pratik akıl aklın kendisi üzerine düşünmesidir.
Kalp hiçbir zaman akla alternatif olarak sunulamayacağı gibi az önce bahsettiğimiz ameli akılla özdeşleştirilebilir, çünkü eylemin merkezidir. Günümüzde aklın her zaman yanılabildiğine, kesin hakikatlere ulaşamayacağına inanan insanlar "madem aklımla ulaşamıyorum, o halde kalbimle kavradım derim" diyerek kurtulacaklarını sanıyorlar. Böylece söyledikleri şeylerin kanıtlanması gerekmediğini düşündürüyorlar. Eğer öyle ise bile en azından kanıtlanması gerekmediğini kanıtlayabilmeliler. Kanıtı olmayan şeyi kanıtı olmayan başka şeye bağlayarak kanıtlayamazsınız.
bu yazıyı yazdığımda ölüm yıl dönümünden iki gün geçmişti fakat ancak şimdi paylaşabiliyorum.
ona atfen, vefatının ardından bu kubbede hoş bir seda da biz bırakalım.
5-6'lı yaşlarımda, televizyonda onun filmlerine rastladığım günleri hiç unutamıyorum. köye babamla; dedem, babaannem ve akrabalarını ziyarete gittiğimizde babam ''bizimkilerle harman yerine gideceğiz, harman yeri sıcaktır, sen orada sıcakta kalma ben onlarla gidip akşama doğru geleceğim, sen burada onlarla kal tamam mı '' dedikten sonra pek gönülsüz tamam baba deyip birkaç saati saymaya başladığımı, en sonunda birkaç saat doldu babam nerede kaldı diye hüngür hüngür ağlamamı ve evdeki kalabalık zümrenin beni sakinleştirmesini, şefkatli davranışlarını, beni teskin etmek için televizyon açmalarını ve eskaza açılan show tv'de kartal tibet filmi çıkınca ''baba'' diye sevinçle bağırıp, televizyona doğru koşup televizyona sarılmamı hiç unutamıyorum ki o zamanlarda çocuk aklıyla onu kartal tibet sanmakta haksız da sayılmazmışım, o dönemlerde ve gençliğinde birçok kişi kartal tibet'e benzetirdi. bilhassa göz, saç yapıları-renk skalası, çene ve dudak yapıları, fizikleri, keskin kartal ve şefkatli bakışları hatta yürüyüşleri bile birbirine çok benzerdi. karakter olarak biraz da izzet günay'ın vesikalı yarim'deki gözünü daldan budaktan sakınmayan, ketum, bakışlarıyla konuşan, ağır ve her zorluğa göğüs geren haline benziyor. görünüşü biraz izzet günay, daha çok kartal tibet. sahiden eski adamlar ve eski kadınlar bambaşkaymış...
rahmetli ninem ömrünün son yıllarını yaşarken, alzheimer olduğu dönemde birkaç hafta boyunca bizde kalmıştı. akşamüstü televizyonda kartal tibet'in filmi çıkınca, anneme bu senin eşin değil mi o sana işteyim diyor ama başka bir yerde üniformasını çıkarmış da takım elbiseyle geziniyor deyince annem de çok gülmüştü.
yine daha geçen günlerde rahmetli olan, jönler arasından en çok cüneyt arkın'ı seven ve en çok onu beğenen annem, çocukluk zamanlarıma denk gelen dönemde arkın'ı televizyonda görünce ''aa cüneyt arkın'' dediğinde, biraz izledikten sonra ''bu şişman yüzlü cırtlak gözlü adamı hiç sevmedim. o güzel yüzlü, çekik gözlü ve saçları kıvır kıvır olan babama benzeyen adam nerede, onun filmlerini aç derdim.'' hoşuna gider, gülerdi. şüphesiz ki babamla aralarında bir aşk olmasa da babamın görünüşüne, karakterine, duruşuna hayrandı.
yine bir keresinde, 12-13'lü yaşlarımda annemin iş yerine gittiğimizde babam, annemi iş arkadaşıyla konuşurken adamın, anneme samimi davranmaya çalıştığına dair bir hisse kapılınca aynı bu fotoğraftaki moda girdiğini görünce çok mutlu olmuştum. https://i.ytimg.com/vi/PXiXBELNwbY/maxresdefault.jpg
bu fotoğrafta tam belli olmasa da kartal tibet, eşinin yanında başka bir adamı görünce; karşıdaki adama türkan şoray'ın kendisinin eşi olduğunu, ondan başka hiçbir adamın onunla samimi olamayacağına dair ağırlığını ortaya koyma maksadıyla elini adama doğru uzatıyor ve yüzü görseldeki gibi bir hal alıyor. bu görsel, videodan alınmış bir kısım. tibet'in bakışları, öne doğru hafif eğilmesi ve karşıdaki adamın(selçuk ural) şaşkın bakışları her şeyi anlatıyor.
aralarında bir aşk olmasa da ikisi de birbirini kıskanmakta haklıydı. annem sanki yeşilçam filmlerinden fırlayıp gelmiş yüzü kalemle çizilmiş gibiydi. hülya koçyiğit, filiz akın, hale soygazi gibiydi, bir gören erkeğin defalarca dönüp dönüp baktığı türden bir güzelliğe sahipti.
babam da belki yeşilçam'a girseydi kartal tibet'ten daha çok sevilecek, daha çok beğenilecek bir tipti.
yıllar sonra kartal tibet'in gelin çiçeği filmini ikinci kez geçen aylarda izledim, bu sahnede direkt bu olay aklıma geldi ve tebessüm ettim. hayatımın birçok safhasında, fark etmeden birçok kartal tibet ile ilgili çağrışımlar oluşmuş, kimi anılarım tamamiyle onunla bütünleşmiş...
bu bütünleşmeyi fark ettikten sonra daha da merak saldım, hoşuma giden filmlerini seyreylemeye başladım.
keza kartal tibet sadece benimle bütünleşmekle kalmadı, benden sonra arkadaşlarımın da en çok sevdiği jön de kartal tibet oldu. tibet'i ve filmlerini, kartal tibet'i onlara öylesine sevdirdim ki vefatına çok üzüldüler. keza ben de babam rahmetli olmuşçasına üzüldüm.
ikisi de sanki kimi zaman altay'ın dağlarından, yenisey'in ırmağından yola çıkıp gelmiş; kimi zamansa batı oğuz elinin türkmen obasından ulu, alımlı, ışığa batmış atıyla çıkıp gelmiş bir yakışıklılık, yiğitlik timsali çağıldıyordu. geçmiş zamanlarda, en ihtişamlı dönemlerde sanki on binlerce kıl çadıra beylik eden yörük türkmen beyinin alabildiğine yakışıklı, temiz, nurlu, yiğit-güleç yüzlü, şefkatli, yiğit, mert ve sıcak sağlam iki oğlu gibiydi. sanki seneler önce babamla beraber gençliklerinde arkadaşlarıyla eğlenceden ya da uzaklardan ışıl ışıl, güleç ve yiğit yüzleriyle kah yürüyüp kah koşa koşa gelecekmiş gibiydi. senede bir gün filminde emin'in uzaklardan nazlı'ya doğru gülerek koşması gibi...
insanlar kendi kimliğine yakıştıramadığı bir şeyi yaptığı zaman suçluluk duygusu hissederler. Bu ahlaki real bir durumdur. Pratik akıl "yapmamalıydım" diye buyurur. Bunu yaşayan kişi bu durumda bir ahlaki kaidenin olmadığını söyleyemez. Ama ne zaman ahlaki kaide bir kişinin duygularından soyutlanır ve dışsal olarak irdelenirse orada zorunlu bir bağ kurmakta zorlanan insanoğlu, kolaycılığı tercih edip ahlakın rölatif olduğunu söyleyerek zaferini ilan eder.
Örneklerle açıklayalım. Bir çocuğu öldürmek ahlaken yanlış mıdır? Doğrusu elimizde bunun hakkında apriori bir bilgi yok. Dolayısıyla ahlaki rölativist birisi şak diye "kime göre neye göre" diyecektir. Fakat sıradan, normal bir insan bir çocuğu öldürdüğünde bunun ne kadar kötü, ne kadar büyük bir vicdansızlık olduğunu bütün bedeni ve ruh haliyle söyler. Ahlaki kuralı kendi başına düşündüğümüzde anlamlandırmakta zorlanırken bir insan hayatıyla ilişkili şekilde düşündüğümüzde bir sürü duyguyla bağını kurabliyoruz.
Ahlaki rölativizimle kafası karışık insanların yaptığı bariz hata kültürel buyrukları ahlakın kendisi sanmasıdır. Oysa gerçekte ahlak basit ve yalın anlamıyla, insanın eylemlerinde değeri gözetmesidir. Değerli olan kişinin kendi doğasına uygun olandır. Dolayısıyla akil insan bilir ki dışsal bir buyruk her zaman insanın doğasına uygun olmayabilir. Öyleyse diyoruz ki, "üniversite oku, iş sahibi ol, evlen" vs gibi kültürel buyruklar insanın doğasına uygun olduğu zaman ahlaken iyidir. Dolayısıyla burada ahlakı ve kültürü ayırt etmiş olduk. Ahlak değerli eyleme yönelmeyi amaçlarken insanın pratik aklı tarafından üretilen buyruklarken; kültür, bu buyrukların kişinin zihnini aşıp dışsallaşmasıdır. Örneğin iki insan birbirini gördüğü zaman tokalaşırlar. iki insan da birbirleriyle tokalaşmaları 'gerekiyormuş' gibi hissederler. Aslında tokalaşmak fiziken yalnızca ellerin birbirine değmesi dışında bir şey değildir. Fakat insanların tokalaşmaya verdiği anlam tokalaşmanın fiziksel tarafını aşar. Daha çok insanların birbirlerine "sana güveniyorum, sana zarar vermeyeceğim" deme yoludur. işte bu kültürdür. Değişken olan, insan üretimi olan budur. insanlar kültür üretirler çünkü toplumsallaşmak ve hayatta kalmak için şarttır. inanmak zamansal olarak bilmekten önce gelir. inanç olmadan bilgiye ulaşılamaz.
(Celal Şengör'e karşı Hegel'in haklı kılınması)
Celal Şengör gibi bir akl-ı evvelin "Popper Diyalektik Mantığı çürüttü, Hegel salaktır, zırvadır" vs gibi aklı güvenli moda almış seviyede bazı söylemleri var bildiğiniz gibi. Şengör'ün, Enver Ayseverin programına katılıp "aha bu p, bu da p' ise diyalektik mantığa göre buradan istediğim sonucu çekebilirim, olur mu yav böyle şey" diyerek saçma salak bir temellendirme yaptığını bilirsiniz. Mesele gerçekten böyle mi? Hegel ne yaptı, neyi öngördü, kendisinden öncekilere dair ne gibi kritikler yapıp diyalektik mantığa vardı. Kullandığı argümanlar (Zenon paradoksu, Sonlu elemanların sınıflandırılması, Limit, Diferansiyel'in harekete ait uygulamaları, Mobius çemberi vs) ne derece doğrudur? Aristoteles'in ontolojisini kullanarak nasıl diyalektiğe varmıştır vs gibi sorulara az çok cevap verilmeye çalışılacaktır. Biraz sabır ile okursanız çok faydalı olacağına inanıyorum. Celal Şengör'ün sembolik mantık ile diyalektiğin yanlışlamasının temelsiz olduğunu göreceksiniz:
En başta Hegel, mantığın üzerine çok eğilmiş, mantığa, yapısına, söylediklerine emin olun Şengör'den çok daha fazla kafa yormuştur. fark, Hegel'in felsefesine temel aldığı yerde yatmaktadır. burada üç beş satırda Hegel'i anlatmam imkansız takdir edersiniz fakat çok kısa özetlersem söylediği şey şudur;
Kant'ın kategorileri sadece zihnin deneyimi şekillendirmesini sağlayan unsurlar değil gerçekte varolan ve bireyden bağımsız olarak kendini gösteren entitelerdir. peki, kategoriler nedir?
Locke-Berkeley-Hume'un felsefelerini bir süreç olarak düşünürsek eğer Locke'tan Hume'a geçiş içselleştirmesi bazen biraz zor olabilen şu sonucu verdi; deneyim bize bilişsel ögelerimizin tamamını veremez. nedensellik algımızı veremez, sonsuzluk, sınırsızlık gibi kavramlarımızın kaynağı olamaz. eğer saf deneyim bizim bilişsel yetimizin sebebi olsa bu gibi kavramlara asla sahip olamazdık. doğada nedensellik dediğimiz şeyi algılayabiliyor muyuz? hayır. peki teklik-çokluk diye bir şeyi? hayır. Limit diye bir şeyi algılama gibi bir durum yaşayan oldu mu aramızda? hayır. bu anlamda özellikle nedensellik temelinde, hiçbir zorunluluktan bahsedemeyiz. hiçbir zorunluluktan bahsedemememiz dünya ve gerçeklik hakkında konuştuklarımızın sadece "alışkanlık" doğrultusunda şekillendiğini gösterir.
Kant'ı dogmatik uykusundan uyandıran da budur. Bunun Şengör'le ve Hegel'le ilgisi de Kant'ın kategoriler dediği bir takım nosyonlarda yatmakta. Kant, Hume'a cevaben bu deneyimle gelmeyen konseptlerin kafamızda olmasının bir nedeni olmak zorunda olduğunu söyler. bunun kaynağı doğadan deneyimlediğimiz şeyler değilse, kafamızın, zihnimizin içinde olmalıdır. bir tabula rasa(boş levha) isek bile, bir tabelayız, tabela dahi belli bir şekilde vardır ve beyaz bir tabelayı beyaz bir kalemle doldurmaya kalkarsanız dolduramazsınız, beyazla yazdığınız bilgileri kaçırır, yalnızca renklileri alır. işte sırf bu tabelanın özellikleri gibi zihnin de kendine özgü özellikleri vardır, bu özelliklerin bir kısmını kategoriler oluşturur. bu yüzden biz doğada nedensellik, teklik, çokluk, limit, varlık, yokluk gibi nosyonları görürüz bunların izin verdiği ölçüde düşünürüz.
işte Hegel bu kategorileri zihinden alıp doğanın kendisine taşımıştır, bunlar doğada hakikaten vardır, Kant'ın nümena'sı anlamlı bir konsept değildir, bizim bu kategorilerle düşünmemizi sağlayan doğanın kendisidir. çok uzatmamak için argümanlara girmeden sonuca bağlıyorum, varolan bilinmek zorunda olduğundan ve bilinen var olacağından, idealist bir dünyanın temeli olan Absolute Mind'da (mutlak zihin) varlıklarını taşırlar.
Neyse konu burada bunu anlamaya çalışmak değil, Hegel'in önkabullerinin farklarını idrak edebilmek. Bu önkabuller ışığında Hegel'in mantık hakkında nasıl düşündüğünü anlayabilmek.
Bunu anlamaya çalışmadan önce son söylenmesi gereken, sanırım, Hegel'in epistemolojik açıdan karmaşık çeşitte bir realizmi savunduğu. Hegel, var olmanın bilinmekle ya da düşünülmekle ilgili olduğunu söylerken var olan Absolute Mind'ın, doğanın ve insan zihninin arasında bir bağ olduğunu, bu bağın idea bazında olduğunu düşünüyordu. bu eninde sonunda şu demek, doğayı bilebiliriz çünkü zaten bizim zihnimizin çalışma prensiplerini bize doğa, gerçekte var olduğu şeklinin sonucunda verdi. Şahsen , ben burayı hep Aristo'nun daha Common-Sense (sağ duyu) Realism'ine benzetirim.
Her neyse, buradan hareketle mantık, Hegel için direkt olarak bir metafiziktir. Düşünme şeklimiz gerçeklikten aldığı şekliyle gerçekliği yansıttığına göre mantık da ontolojik olarak bize doğru bilgiyi veren olgudur.
ingilizcesinden çevirdiğim haliyle Hegel şunu söylüyor;
"yanlış anlaşılmaların sebebi* felsefe ile aktüelite* arasındaki ilişkidir, ve daha önceki anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere, felsefe rasyonel* olanın araştırılması olduğundan şimdinin ve aktüel olanın kavranmasıdır. yalnızca Tanrı'nın bilebileceği zihinden öte dünyayı belirleme çabası değildir. bu öte dünya ve onun yeri hakkındaki konuşmalarımız tek taraflı, hatalı boş bir usavurum olmaya bağımlıdır."
Kısaca felsefe saf teori oluşturma çabası değildir. Bugün şengör'ün bahsettiği sembolik mantığın aktüel ve şimdi'den bağımsız olması Hegel'in zaten kabul edebileceği bir şey değildir. gene konuyla çok ilgili olmamasına rağmen politik meselelerin felsefede ve genel olarak her türlü entelektüel aktivitede kaçınılmaz olması fikrinin temelleri buralarda atılmaya başlamıştır. gerçi Nietzsche ve Schopenhauer gibiler de değinmiştir.
Her neyse konudan kopmadan Hegel'in mantık tanımı, gene kendi kelimelerinin ingilizcesinden yaptığım çeviriyle şudur;
"o zaman mantık, bizim aktüeli deneyimlememizden, absolute'u tanımlayan kategorilerden yaptığımız çıkarımlardan(deduction) oluşan bir süreçtir."
bu aktüel deneyimler de, der Hegel, diyalektik bir biçimde ilerler. kimi kategorilerin hep karşıtlık olarak varolması bu fikrinde önemli pay sahibidir. varlık-yokluk, tabi ki, temeldedir. eğer bizde karşıtlık olarak varolan kategoriler gerçekliğin olduğu şekilse, o zaman aktüel de varlık-yokluk zemininde sürekli bir kendini değilleme üzerinden devam eder. aktüellik, bu noktada çok az felsefi arkaplana ihtiyacınız var, hep bir oluş durmudur. Parmenides'in reddettiği bir oluş durumu. fakat Hegel, hayır, der, bu oluş durumu vardır ve varlık ve yokluk arasındaki sürekli varolan kendini değilleme ilişkisi bu oluş durumunu sağlar. being-nothing(varlık-yokluk)ve aralarındaki self-negation*(tek taraflı olumsuzlama) becoming dediğimiz oluş durumuna varır. kısacası Hegel'in diyalektiği karşıtlıkların üstesinden gelme fikri üzerine kuruludur.
Aktüel'i incelerken karşımıza çıkan mantık Hegel'in saf usavurum olarak nitelediği sembolik mantık'tan çok uzaktır. Aktüel'i incelerken, der Hegel , karşında p'le ve not p'ler değil, mesela, zamansallık vardır. zamansallığı incelediğimizde karşımıza çıkan şöyle bir deneyimdir.*
"Şimdi var.", derken dahi şimdi geçmiş oldu. Bu bizi nasıl bir önermeye itti? Şuna; "şimdi yok." Bir kez daha değillersek, "şimdi yok, yok." yok yok ise, var vardır. Ve bu yüzden "şimdi var."
Bu anlamda şeyler kendi başlarına anlaşılmaktan ziyade karşıtlıklarıyla anlaşılırlar, Kategorileri kullanarak gerçeklik hakkında bize bilgi veren aklımızın deneyimlerle bize söylediği şey budur. Gerçeklik , aktüelite diyalektik çalışır. diyalektik olmadan, anlamlandırmak mümkün değildir.
Sanırım bu kadarı Şengör'ün kendisine yakışmayacak bir cehaletle atıp tuttuğunu görmek için yeterli. Sembolik mantık, içerikten tamamen ayıklanmış bir disiplin olarak, Hegel'in mantık ve diyalektik derken kastettiği şeyden çok uzaktır. Kısaca eğer bir zırva varsa, bu Şengör'ün anlamadığı ve muhtemelen okumadığı Hegel hakkındaki yorumlarının bizzat kendisidir.
daha önceleri iki kitap yan yana düşünce, bir “alternatif”in kendiliğinden oluştuğundan söz etmiştim. elbette şair şairin kurdu değildir, her şairin kendi özgül ağırlığı vardır, ama bu, kimi şairlere gerek şiir içi, gerek şiir dışı alanların ölçütleriyle değer biçildiğinde bazı anımsatmalar yapılmasına engel de değildir. seyhan erözçelik’in 1980 sonrasının kimi “iyi okullarda okumuş” şairlerine sadece “iyi şiir”i değil, hatta “isyan”ı da bağışladığına değinmiştim. didem madak, tezgâhtarlık yapmış, hukuk fakültesini zor şartlarda bitirmiş, anadolu’da savrulmuş ve yine trajik bir son ile, ama intihar ile değil, kanser ile bu dünyadan ayrılmış, yaşarken değeri yeterince bilinememiş bir arkadaş. gel gelelim, “iyi şiir” için “iyi okul” ve “iyi isyan”lar değil, bir coğrafyaya tutunmak ve “insani durum”u gözetmek gerektiğine “iyi” bir örnektir onun şiiri.
grapon kağitlari
didem madak / inkilap kitabevi yayınları, istanbul 2000.
didem madak’ın (1970-2011) ilk şiir kitabı. madak, “inkilâp 2000 şiir ödülü” almış bu kitabından sonra iki kitap daha yayımladı. bu kitaplarda da ilk kitabındaki söyleyiş özelliğini koruyarak istikrarlı çizgisini derinleştirdiği gözlemlendi.
grapon kağıtları’nın arka kapağında madak’ın dokuz eylül üniversitesi hukuk fakültesi’nde öğrenimini sürdürdüğü notu var. kitabın çıktığı tarihte otuz yaşında olduğunu düşünürsek, özellikle hukukçu şairlerin okul konusunda ağırdan almak kuralını onun da bozmadığını görüyoruz. oysa didem madak’ın şiiri, dönemin kalıp söyleyişlerinden kaçınmak açısından kural dışı sayılabilir, bu özelliktir ki, onun 1990’larda yazmaya başlayan adlar arasında en dikkate değerlerden biri olduğu konusunda genel bir sözbirliği oluşmasına yol açmıştı.
didem madak şiirinde ilk bakışta göze çarpan iki temel özellik, açıklık ve sıcaklık (içtenlik). modernizmi tarihsizleştiren metafor cümbüşlerine katılmak yerine, sıcak hayatın izlerinden yola çıkan, yeri geldiğinde anlatmaktan da çekinmeyen, kıvamında metaforu da yoklayan dizelerle yol alıyor, benzetmek tuhaf sayılmazsa, hem iskeleti hem eti olan bir yapı kuruyor. daha doğru bir deyişle, didem madak şiirinde sözün yüklü oluşu, yapıyla kaynaşıyor ve kendi iskeletini kuruyor. şiirlerinde çoğu kez baştan sonra tematik eksene sadık kalınıyor, bunda en büyük etken daha şiir başlıklarından başlayan “gönderge”lerin yaşantı odaklı olması, yaşantıdan alıp somuta gönderme niteliği taşıması. “annemle ilgili şeyler” şiiri, bunun tipik örneklerinden biri: “hatırlar mısın? / mavi saçlı bir tanrı gibi severdim burdur gölü’nü / o göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü. / vişne bahçeleriyle dolu, / neşeli bir şehre benzerdi senin sesin. / bazen ölmek istiyorum / beni yeniden doğurman için. / iri, ekşi bir vişne tanesi gibi.”
“vişne bahçeleriyle dolu şehir” imgesine bir işaret koyalım, çünkü diğer şiirlerinde “dut ağacı altında okunan romanlar” “dereotu kokan oğlanlar” .”kedi ve kasımpatı kokuyor bütün sokaklar”... gibi yaşantılara ya da imgelere de rast geleceğiz. bu da, didem madak şiirini, şairlerin şehirli de olsalar ağaçları tanıdıkları bir evreye tarihliyor. ömer naci soykan, iyonyalı şehirli filozofların bütün ağaçları tanıdıklarına dair ilginç bir yazı yayımlamıştı. iyonyalı didem madak o filozofların izinde. şehir doğa ile sarmal bir olgu didem madak şiirinde. farklı şiirlerde kişileştirilmiş, metafora öğe olmuş izmirli öğeler soluk alıp veriyor: “kurumlu bir saat kulesi kur yapardı bana” “bastırıldı nihayet hayatın kadife kalesinde çıkan isyan” “yüzüm güvercinlere emanet” şiirinin altına italikle “bu şiirdeki gu-guk-guk sözcükleri / kumrular taklit edilerek okunacaktır” notu düşülmüş, “mimesis”e okuru da dahil etme kaygısı söz konusu.. “kedilerin alışkanlıkları” şiirinde ise “bir tekir kedi ile beraber / seyrediyorum hayatı” diyor, aslında seyretmiyor, paylaşıyor.
öte yandan didem madak şiirinde kültürel öğeler de geniş yer tutuyor. bazen bir edebiyat metni ilk ateşi tutuşturmakla kalmıyor, tematik ekseni de örüyor. sözgelimi, “çalıkuşu’nun z raporu” şiirinde zaman “zeyniler köyünde çalıkuşu zamanı”. bir başka şiir, “polyanna’ya mektuplar”. “sevgili polyanna / sen bu mektubu okurken / soğuk bir doğu sokağında / acılarla yüklü bir faytonla dolaşıyor olacağım /... / kömürümüz bitti tam kışın ortasında / toz hatıra ve talaş bastık sobaya”.cemal süreya, “gurbet yavrum garba düşmektir” demişti, ya garplıysanız? ergen kızların iki temsil figürü, çalıkuşu ve polyanna sadece “genç kızlık” süreci gereği değil, bu “şarka düşme” olgusu ve yaşantısı gereği de “hep buluğ çağındayım” diyen şair öznenin kapısını çalmış görünüyor.
didem madak şiirine sızan kültürel öğeler edebiyat metinleriyle sınırlı değil. belki şarkıların payı daha çok. kimi şiirlerde, sözüne ezgilerin tınısından bir şeyler katmak istiyor. sözü bir noktadan sonra ezgilere bırakmak biçiminde değil, ezgileri yaşantının özgül bir anına tanık göstermek biçiminde dönüşler söz konusu: “bugün kalbimi eski bir plak gibi / öyle çok tersine çevirdim ki” dizeleriyle başlayan “iris’in ölümü” şiiri, sonraki dört matriste (dize kümesinde) “bazı şarkılar vardır” vurgusuyla ezgilerin canlandırdığı öyle görüntüler anımsatıyor ki, benzerlerine ancak tanpınar’da rastlanır.
“enkaz kaldırma çalışmaları” şiirinin, “bir tezgâhtar parçasıyım ben / üç kuruşluk acıya müdahele edemem” diye başlamasına aldanmamak gerek: hayatının erken bir devresindeki tezgâhtarlık deneyimi aslında şair özneye gözlem zenginliği kadar beylik deyişle “feleğin çemberinden geçmişlik” de katmış, kitabın bu en “melankolik” şiiri dolayısıyla bir aşkınlık bilinci içeriyor, çalışan kadınların temsiline atanıyor.
grapon kağıtları’nın “somut”la sarmal ilişkisi onu sık sık insanla ve insanlarla da buluşturuyor. başta anne, “kardeşime, işıl’a” diye kitabın adandığı ve “ay işıl’a sığışmıştı” anı şiirinin de konusu olan, başka şiirlerde de karşımıza çıkan işıl, “kurabiye” şiirinin belki kurmaca ama dostların ortalaması olduğunu düşündüren kalbiye’si, “kaç zamandan” şiirinin baştan sona söyleştiği ayla abla, şiirleri “sıcak hayat”a eklemleyen figürlerin en önemlileri.
edebiyatımızın en güzel lirik şiirlerinden biri de bu kitapta: “şimdiden bir hatırasın”. ses olarak zeki müren’in ünlü şarkısı “şimdi uzaklardasın”ı anımsatan, belki de o besteden izlenim kapmış ve bir yandan da leyla erbil’e gönderme yaparcasına “mektup aşklarına” adanmış bu şiir, kimi mazmunları okşayan yanlarına, sitemkâr havasına rağmen, eski olguyu yeni bir coşkuyla, çağrışımlar uyandırarak, anıları çağırarak, uyuyanı uyandırarak dile taşıyabiliyor: “şimdiden bir hatırasın / bulutsa, tozsa, uçarsa / bütün (aşklar) paranteze alınsın” açılış dizeleriyle “ey aşk sen / artık bazı şarkılar kadar yaralısın.” kapanış dizeleri arasını özetlemek mümkün görünmüyor. buradan didem madak şiirinin bir yapısal özelliğine geçebiliriz: yer yer sözü uzatan “anlatı”ya yaslanmasına rağmen çağrışım yükleriyle özete gelmez dizeler söylüyor. altmış dört sayfalık kitapta toplam on sekiz şiir var, her şiir iki ya da üç sayfa tutmuş. şiirlerin orta uzunlukta olması ve özgür çağrışımlara açılması, kendi biçimini yoğurarak mimarisini kurabildiği için sarkıklığa dönüşmüyor.
enver ercan’ın editörlüğünde yayımlanan kitabın desende mavi, lacivert, yazılarda turuncu renkler kullanılarak hazırlanmış kapağını aret gıcır yapmış. arka kapakta şairin “vesikalık” denebilecek çok küçük fotoğrafının üstünde yer alan sunuş çok değişik ve özgül, şairin kaleminden çıkmış olması muhtemel: “bu kitapta yer alan şahıs ve mekânların gerçekle alâkaları tamdır. kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır: kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları...hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır. şiirden hazzetmeyenler, ‘grapon kağıtları’nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler.
Türkiye sağının hep Batılılaşma ve modernleşme ile sorunu vardır. Hep bir islâm medeniyeti özlemi vardır. Dolayısıyla modernleşme ile medeniyetten kopulduğu varsayılır. Bu yüzden de hep "medeniyeti yükseltme" amacı üzerinden hareket edilir.
Ancak, bunu diyenlerin hiçbir zaman Türkiye toplumunun ekonomik ve sosyal yapısı ile ilgili düşünceleri olmamıştır. Osmanlı döneminde saray ve çevresindeki yaşantı, ülkenin genelinde varmış gibi bir algı yaratılmıştır. Oysa, hiçbir zaman böyle bir durum yoktu. Kaldı ki, bırakın ülkeyi, sarayın kapısının dışında böyle bir durum yoktu. Yani Türkiye sağının gözünde bu medeniyet algısı, aslında bir "altın çağ"dır ve Batılılaşma ile bu altın çağdan kopulmuştur. Bu yüzden ittihatçılar sevilmez. Bu yüzden Atatürk'ten ya nefret edilir ya da yarım ağız saygı duyulur. Çünkü onlar, altın çağdan kopartan masonik karakterler olarak görülür.
Ancak bunları söyleyenlerin de üzerinde durdukları bütün yapı, Batılı bir yapıdır. Mesela islamcılık fikrinin kendisi de Batılıdır. Yapılan seçimler, meclis, bürokrasi, diplomasi, dünya üzerinde var olan kurumlar da Batılıdır. Bunları görmeyip, yorum yapmanın çok anlamı kalmıyor. Ayrıca hala bu "altın çağa" dönülebileceğini sanan, "yeni bir medeniyet yaratacağız" diyen insanlar var. ilginç noktası da buna inanıyorlar. Oysa, asrımız hızlı tüketim üzerinedir. Medeniyet ise gelenekçi ve ağırkanlıdır. Bu asırda medeniyet yaratılmaz. Medeniyetler tüketilir. Bunu anlamıyorlar. Anlamadıkları için de dünyayı okuyamıyorlar.