yazılı sınavla test sınavın doğasının tamamiyle birbirinden farklı olmasından kaynaklıdır. biri daha çok bilgiye, öteki pratikliğe dayalıdır. kopyacı olayına gelince; hangimiz kopyacı değiliz ki ? çeken adam yazılı sınavda da çekiyor çatır çatır. böyle işte...
kenedy bakırcioglu'nu almak yerine gökhan inler'i almak gibi bişey. ya da ne bileyim luca toni'yi almak yerine zoko'yu almak, murat tosun'u almak yerine murat hacıoğlu'nu almak.. hep aynı bunlar. şimdi adını hatırlayamadığım yüzbinlerce futbolcudan özür diliyorum zira hepsini yazmaya kalkarsak hoş bir durum çıkmaz ortaya.
he tabi bir de ortasaha oyuncularını attığı gol sayısıyla kıyaslayan biz zihniyet var. duyurulur ki son 3 halı saha maçımda 8 gol attım. ama bak gökhan gönül. gol filan atmıyo ne zamandır. kendimi tavsiye ediyorum fenerbahçe'ye.. sağ ayağım iyidir hani. iyi de koşarım...
ne içtekiler, ne dıştakiler, ne 'içimizdekiler', ne dışımızdakiler, ne alttakiler, ne üsttekiler, ne süper güçler, ne süper güç geçinenler, ne yobazlar, ne kafatasçılar, ne fırsatçılar, ne fırsat yaratmaya çalışanlar, ne 'kedi'ler, ne köpekler...
öyle bir eser ki bize verdiği 85 senedir dimdik ayakta. biz bile gereken çabayı sarfetmezken... 85 senedir ilk günkü gibi. bize rağmen, onlara rağmen.
yine diğerleri gibi fenerbahçe'nin inanılmaz bir futbolla patlama yapacağı umutlarının yemyeşil olduğu bir maçtı. fenerbahçe taraftarı yine tezahüratı maçın başlama düdüğü ile eş zamanlı başlatmayı başaramamış olmasına rağmen yoğun desteği dosta güven, düşmana korku veriyordu.
derken maç başladı. ilk 10 dakika bu sefer olucak düşünceleriyle gösterilen zorlama bir gayret neticesinde uğur boral önemli bir fırsattan yararlanamıyordu. bir kaç dakika sonrasındaki adebayor'un golünü 20 sn öncesinden sezememek için ilk kez futbol izleniyor olmalıydı. akabinde hemen hemen aynı pozisyonda topu ağlarında gören fenerbahçe defans ikilisi, bizim sırf adam bulamadığımız için halı saha maçında defansa koyduğumuz hüseyin, doğan ikilisinden fazlasını veremiyordu.
dakikalar boyunca, anlam veremediğim aptal bir gülümseme suratımda yayılı bir şekilde maçı izledim. uğur boral'ın topa vurup dümdüz koştuğu birçok pozisyonun bir tanesinde faulü almakla kalmamış, bir de sarı karta maruz bırakmıştı rakip defans oyuncusunu. yetmezmiş gibi aynı duran topta alex öyle bir orta kesti ki guiza vuramamasına rağmen gol oldu. tamam bu gazla biz buradan en az beraberliği koparırız derken, edu'nun kırlarda koşup yuvarlandığı pozisyon sonucu 3. kez topu filelerden çıkardı volkan. olaylar bizi maçı yarım gözle izlemeye mahkum etmişti.
bilgisayar saatinin azizliği sonucu 4 dk geç kaldığım ikinci yarıda şahit olduğum ilk pozisyonda fenerbahçe zorla arsenale gol attırmış, aptal gülümseme yine, yeniden suratımdaki yerini almıştı.
bu andan itibaren arsen wenger torunu yaşındaki oyuncularla değişik taktikler deneme yolunu seçmiş, fenerle adeta taşak geçiyordu. bu sıralarda birbirinin aynı birçok pozisyonu gole çeviremeyen guiza, en sonunda ağları buluyor, farkı ikiye indiriyordu. ve bu golle misyonunu tamamlamış fenerbahçe futbolcuları gönül rahatlığıyla top kayıpları yapıyor, arsenal ise rutine bindiğinden pozisyona bile girme gereği duymuyordu. fenerbahçeli futbolcularla beraber misyonumu tamamladığımı düşünen ben televizyonu dakikalar 91 küsürü gösterirken kapatıyor, gece boyunca tek tesellim olan, 5. golü görememe şerefine nail olmuş oluyordum.
daha çok ekşi sözlüğün başlığa olan doygunluğundan kaynaklı olduğunu düşündüğüm durum. tabi buna rağmen burada uludağ sözlük'ün ve yazarlarının başarısını görmemek dingilliktir. afferin bize.
milli maçlarda görünenin aksine yetenekli, bitirici bir futbolcudur. gel gelelim sochaux'un zayıf bir ekip olmasından kelli fransa liginde bulduğu açık alanları, milli takımda bulamamakta, bu nedenle kendini gösterememekte. zira kendisinin en önemli özelliklerinden bir tanesi hızı. buna rağmen bolca gol pozisyonuna girmesi de iyi bir forvet olduğunun kanıtı. sıra geldi gol atmaya...
maç esnasında iki kolunu gövdesinde bağlar, hafif kaykılıp bacak bacak üstüne atar.
her daim monitörü yanında bir su şişesi ve sakızı hazırdır.
maç esnasında gol yedikten sonra kafasını iki yana sallar.
atılan gollerden sonra ayağa fırlayıp ellerini yumuruk yapar.
önemli maçları genelde oturarak izleyemez. ayaktadır. bu önemli maç final niteliği taşıyorsa, takım elbisesi üzerindedir.
istifa ettiği veya kovulduğu takımlardan ayrılmadan mutlaka veda konuşması yapar. başarıları, yaşadığı maçlar aklına gelir. hüzünlenir, gözleri dolar. taraftarı sevdiğinden bahseder.
özellikle mağlubiyet ve önemli galibiyetlerden sonra kendi kendiyle röportaj yapar.
böyle pis gibi, or.sbu gibi bişey. evlerden uzak. düşman başına. kim bulmuşsa allah belasını versin. bir bakıyosun var, bir bakıyosun yok. otobüste şöför frene bastığında var, üst üste dizilmiş kitaplardan en alttakini çekerken yok. olur iş değil. eylemsizlik akıllı olsun...
bir kere hepsinden önce oyuncu lazım. oyuncu şart. neyi çekicen oyuncu olmazsa. sonra kamerada elzem. hem de bir tane de değil. diyelim oyuncu var ama kamera yok. nası olucak o zaman ? nesı çekçen diziyi. sonra sesçi, ışıkçı filanda gerekli. yönetmen, ses sistemi, set vs. bunlar hep lazım...
gözünüzde lens varken bungee-jumping yapmayın. çok kötü bişeydir heralde. lens yokkende yapmayın. televizyonda filan gördüm bir kaç kere, çok kötü bişey. korkuyo insan. kolay mı bilmem kaç metreden boşluğa atlamak. bugün türkiye'de bungee-jumping yapmak kolay iş değil. bir bungee-jumpingci kolay yetişmiyo. gerek yok böyle şeylere. fm filan oynayın...
(bkz: serbes)
park eden veya park yerinden çıkan araçları yönlendiren kişilerin sıklıkla kullandığı kelime. 'serbes, serbes, çıık'. serbes ne anasını satayım. bi kere o serbest. önce o eli indir. sonra niye serbest ? boş de, müsait de. serbest ne ola ki ?
angelina jolie lazım. misal amerika. angelina jolie var adamlar süper güç. türkiye'de olsa olmaz mesela. kim niye kızının adını angelina koysun. ayşe'yle fatma'yla olcak iş değil bu. angelina şart.
dünyanın en acımasız işidir. kaç senelik arkadaşın öğretmenin verdiği o ulvi görevle tahtaya geçer, acımasız bir diktatöre dönüşürdü. büyük bir ciddiyet ve özveriyle yapardı işini. böyle zamanlarda bende konuşmamaya dikkat eder, arada ufak kaçamaklarla gençlik enerjimi dindirmeye çalışırdım lakin her seferinde yakalardı bu ibne. ulan vatanı kurtarıyo sanki pezevenk yazmayıver lan bi kerede. böyle diyincede ismimin yanına bir eksi atardı. daha da sinirlenirdim. asabi adamdım ben ufakken. çok fenaydım. gidip küfür ederdim. bir eksi daha atardı ciddiyetini bozmadan. sonra hoca gelirdi, 'evet, bu seferlik bu kişileri affediyorum' derdi. istisnasız her gün böyle olurdu. ama her gün aynı atraksiyon, aynı heyecan yaşanırdı. böyle gitti liseye kadar.
saçmalık. olur mu öyle şey hiç. filmlerde filan görüyosunuz bunları hep di mi. nası olcak bu iş ? sen düş uçurumdan, sonra efendim öyle afedersiniz çük gibi bi çıkıntı gör. çok soğukkanlı ve seri bi şekilde uzan, oraya tutun, hiç kayma bi de üstüne. kolun filan da çıkmasın. hayat ne güzel anasını satayım. düşüceksin oğlum, düşülecek o uçurumdan. ben bilmem...
beni işe almalarını tavsiye ettiğim kulüp takımı. valla diyorum. fm den felan süper oyuncular biliyorum. bak mesela aragones'ten önce beni getirsen aghahowa o golleri bugün kayseriye atıyo olurdu. sonra efendim, bir maxim tsigalko olsun, bir mika aaritalo olsun, vanden borre olsun, kolay yetişen oyuncular değil. bunları hep biliyorum ben. buralar bütün bağ. valla bak alın beni. aragones'in aldığının yarısı yeter.
not: şaka bi yana bu sene bizlere 'yensende yenilsende yanındayız' edebiyatı yapmak düştü. hayat nelere kadir...
bir zamanlar mütemadiyen ilk dördü oluşturan, diğer takımlar üzerinde bariz bir hegemonyası bulunan 4 takımın, puan kaybetmeleri kuvvetle muhtemel olan, dişli deplasmanları.
bir kaç sene öncesine kadar bu 4 büyük diye tabir ettiğimiz fenerbahçe, gakatasaray, beşiktaş ve trabzonspor takımları, bu dişli deplasmanlara giderken spor yazarları tarafından formalite icabı uyarılırdı. atıyorum 'bursaspor iyi takım, fenerbahçe ciddiye almazsa puan kaybeder' gibilerinden. dedim ya hakkaten formalite icabı, hani fener zaten kazanacakta biz spor yazarıyız madem, maç hakkında dişe dokunur bişey yazalım hesabı. öyle de olurdu, istisnalar dışında bu dört büyükler bu şekilde maçları zorlansa da kazanırdı. her sezon sıra ile bu 4 takımdan biri ağır sıçar diğer üçü ise en fazla 2-3 mağlubiyet bir o kadar da beraberlikle sezonu bitirir idi.
gel zaman git zaman bu böyle mi kaldı ? hayır. artık bu dört büyükler gittikleri zorlu deplasmanlarda kaybedeceklerini düşünenleri yanıltmamaya başladı. yorumlar daha ciddi, daha bir inanarak yapılır oldu. ve son zamanlarda görüyoruz ki böyle maçlar yorumlara aynen uyan bir şekilde cereyan ediyor, dört büyüklerde arka arkaya puan kaybediyor.
yazının bundan sonraki kısmının dört büyüklerin yönetilişi, ve transfer politikaları hakkında zehir zemberek görüşlerle dolu olacağını sanıyorsun di mi. ı ıh, değil... oh be, oh. keşke hep böyle olsa amına koyim. keşke sivas deplasmanı fenerin, bursa deplasmanı galatasary'ın korkulu rüyası olsa, keşke beşiktaş ibb deplasmanından 5 sezon puan çıkaramasa, trabzon ankara'da sıçsa. o da yetmezmiş gibi keşke kendi sahalarında da patır kütü puan kaybetseler, kayseriyle, gençlerbirliği şampiyonluk için büyük bir çekişme içine girse. güzel olmaz mı lan, bırak şimdi fanatikliği, taraftarlığı...
*** üsttekiyle alakasız olarak şunu farkettim ki bu dört büyükler maçlarda tek farklı mağlupken yedikleri kontratakların hiçbiri gol olmuyo. hiçbir zaman fark açılmıyo, çok garip. ha şimdi bana x maçında y inci dakikada z nin attığı gol şeklinde istisnalarla gelecek olanlarada bir çift sözüm var, 'göt, göt, meme'.