naif bir film. ancak bana göre herkesin dediği gibi japon kültüründe bunalım yaşayan iki insanın buluştuğu bir film değildir. ne bob'un ne de charlotte'un japonya'yla ilgili pek bir sıkıntısı yok. asıl problemleri ikisinin de hayatta ne yapacağını bilememesi ve ilişkilerinde mutluluğu yakalayamaması. ikisi de birbirinde bu sıkıntıyı gördüğü için bu kadar derin bir bağ kuruyorlar. charlotte'un tapınağa gitmesi, kişisel gelişim CD'leri dinlemesi ve tüm şehri tek başına gözlemlemesi hep bir arayış içinde olduğunu görüyoruz. kazma kocası ise onu anlamaktan çok uzak.
özellikle karaoke sahneleri insana keşke ben de bu kadar içten eğlenebilsem dedirtiyor. kültürel şoku falan boşverin, eğer siz de hayatta devamlı bir arayış içindeyseniz keyifle izleyebileceğiniz bir film. peki bu arayış bir yere varıyor mu? bu gibi varoluş sıkıntılarını irdeleyen filmlerin çoğunda olduğu gibi muallakta kalan bir son ile baş başa kalıyorsunuz. bir yere vardığı yok.
oyunculukları muazzam olan filmdir. zira leonardo ve kate o kadar iyi oynamışlar ki, onların daha önce titanic'te bir araya geldiklerini filmden sonra hatırladım. film genç çiftin ne kadar kapana kısıldığını hissettirmeliydi, ama ben açıkçası frank'in durumunu daha vahim buldum. çünkü april karakteri kendisini seven eşiyle uzlaşmayı hiçbir şekilde kabul etmeyecek kadar nevrotik.
tayyip erdoğan'a her gün yaratıcı zekayla verilen on binlerce ayardan hiçbiri kadar etmez. kendisinin bir sürü çelişkisi var. ayar vermek ona mı düşmüş?
dünyanın 45 ülkesinde yayınlanan bir dizide oynayan başrol oyuncusuyla, asgari ücretlileri karşılaştıran sözlük yazarlarını göstermiştir. hayatımda gördüm en saçma karşılaştırmadır. o zaman hollywood yıldızları da afrika'da açlar varken ne demeye bu kadar para alıyor?! böyle saçma bir yaklaşım olamaz. kızcağız bu diziye ilk başladığında bölüm başına 5000 tl alıyormuş yahu, 5000. bu sektör için çok komik bir rakam.
insanın artık bu ülkede yaşamayı içinin almaması durumudur. yasaklar herkesin malumu. hükümet artık gerçek yüzünü saklama çabası bile gütmüyor, açıkça faşizmini ilan eder gibi "dinin emrettiğine neden karşı çıkıyorsunuz diye haykırıyor?" bu ülkede belli bir kesim gerçekten ezilmeye başlandı.
ülkenin dört bir yanı telef ediliyor. nükleer santraller, hesler yurdun en güzel yerlerini katletmek için dikiliyor. kalan topraklar da yabancılara peşkeş çekiliyor.
güzelim istanbul bile rezidanslara, alışveriş merkezlerine kurban edilmiş. dünyanın en önemli kültür miraslarından olan bu şehrin dokusu tamamen görmezden geliniyor. bir ucubelik, kıroluk almış başını yürümüş, peynir ekmek gibi satıyor.
toplum cinnet halinde. gericilik had safhada. iktidar artık faşizmini açık açık dayatmaktan korkmuyor, çünkü halk arkasında. tecavüzcüye, tacizciye, sokakta karısını döven şerefsizlere değil öpüşenlere sallıyorlar sopalarını.
kadına şiddet de toplumsal cinnetin en vurucu yanı. kadına her geçen gün artan bir nefret eğilimi var. her gün; dövülen kadınları, öldürülen kadınları, toplu tecavüzlerini insan okumaya dayanamıyor. bu ülkede adalet yok. kadın için hiç yok! bu ülkede öğrenciler, aydınlar hapishanedeyken, tecavüzcüler sokakta geziyor.
insanın içi almıyor artık bu ülkeyi. yerinde duramıyor. her geçen gün artan öfkesi ve nefretiyle yaşamaya çalışıyor.
oldukça tartışmalı bir konudur. anadolu'nun binlerce yıldır türk yurdu olduğunu iddia edenler var. en azından türkiye'nin bildiğim tek sümeroloğu muazzez ilmiye çığ sümerlerin türk olabileceğini söylüyor.
şaka gibi gelse de gerçekleşebilecek eylemdir. six feet under'ın bir bölümünde sıradan bir adam aldığı keyfi artırmaya çalışırken kendini boğmuştu. alınan zevki artırmak için şimdi adını hatırlayamadığım kendini nefessiz bırakmak gibi bir teknik varmış.
six feet under'ın dengi olan the sopranos'tur. gerek psikolojik çözümlemeleri, gerek derin diyalogları, gerek karakterleri o kadar iyi işlemişlerdir ki, six feet under'ı aratmaz bence.