Alper Ş.
@azbilinen    27 (self sufficient)
on ikinci nesil yazar 4 takipçi 11.76 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    ölüm tarihini öğrenmek bir seçenek olsaydı

    1.
  1. ölüm tarihini öğrenmek bir seçenek olsaydı, bilmek ister miydiniz?
    40 yaşından sonra isteyen öğrenebilseydi mesela.
    0 ...
  2. alper şirvan şiirleri

    1.
  3. Her Gün Yeniden...

    Hayat, iz bırakır. Silmeye kalkma,
    Uğraştıkça büyür; kanar da kanar.
    Değişir saat, gün, mevsim zamanla,
    insan, varlığını çok sonra anlar.

    Hayat olacağına koşturur durur,
    Kanatmazsan yaran, elbette kurur.
    Aslolan yalnızca sevgi ve huzur,
    Gerisi zamandan geri kalanlar.

    Kişi yaşadıkça varır menzile,
    Ömrünü geçirir ağlaya güle.
    Geçmekte olanı hissetse bile,
    Yenilenir hayat, yeniden başlar.

    Her nefes hediye, yaşa ve yaşat,
    Her günü yeniden gönlünce başlat.

    (bkz: alper şirvan)
    20.06.2019

    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1865311/+
    0 ...
  4. seçilse de oturtmam o makama

    1.
  5. yaşamakta olduğumuz "ileri demokrasi" dönemini en veciz şekilde anlatan ifade.
    "vitrin süsüne" hiç girmeyeyim.
    2 ...
  6. alper şirvan güfteleriyle fuat şirvan şarkıları

    2.
  7. KAVUŞMA.

    Seni bir gül gibi kokladığımda,
    Kalbimi önüne katan bir selim.
    Sevdanın tadı var dudaklarımda,
    Artık mutluluğu tutuyor elim.

    Seninle beraber, aşılır dağlar.
    Engeller yok olur, çözülür bağlar,
    Önümde açılır, yepyeni çağlar,
    Uzat ellerini, artık gidelim!

    Beste ve icra: Fuat Şirvan.
    Güfte: Alper Şirvan.
    Makam: Nihavent.
    Sazlar: Ud: Anıl Uzun. Kanun: Anıl Sekmen. Ritm: Hilmi Çetin.

    https://www.youtube.com/watch?v=pBeKcPpdNLQ
    0 ...
  8. tekerlekli sandalye ile otomobile binmek

    2.
  9. tofaş engelsiz tribün

    1.
  10. 2016 yılında Alper Şirvan'ın girişimiyle Bursa Tofaş Spor Salonunda düzenlenen "engelsiz tribün" ile Türkiye'de ilk defa bir spor salonu tribünü engelli ve refakatçilerine uygun hale getirilmiş olup (https://www.youtube.com/watch?v=hVesHKNf3Do )
    2017 yılında aynı tribünde rakip engelli taraftar misafir edilerek yine bir ilke imza atılmıştır.
    (https://www.youtube.com/watch?v=TT6dCW6lF3E )
    0 ...
  11. güneş enerjili tekerlekli sandalye

    1.
  12. Cerebral Palsy ile yaşayan bir birey olan Alper Şirvan, 2012 yılında Dünya CP’liler Birliği’nin organize edip Türkiye’de Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı’nın desteklediği “1 Dakikada Dünyamı Değiştir” Kampanyası’na “Güneş Enerjili Tekerlekli Sandalye” fikriyle dünya 1.si olmuş ve bu fikir Virginia Üniversitesi Mühendislik Fakültesi tarafından prototip olarak hayata geçirilmiştir. Kendileri hem prototipi Alper Şirvan'a hediye ederek, hem de patent hakkını Dünya Spastikler Birliği Komitesine vererek büyük bir jest yapmıştır.

    (bkz: alper şirvan)
    (bkz: cerebral palsy)
    0 ...
  13. stk lar neden stk değil

    1.
  14. 1990’lı yılların başlarında hızlanan her alanda dernekleşme çabaları, gelişerek büyümeye başladı. Gelin görün ki, “ne için dernekleşmeliyiz?” sorusuna net bir cevap verilemediği için ne o gün, ne de bugün süreci işletmek mümkün olmamıştır.

    “Örgütlü toplum” yapısını örnek aldığımız gelişmiş ülkelerde, muhataba problemi aktarmanın bir kanalı olarak algılanan ve o şekilde iş gören bu oluşumlara hükümetten bağımsız kuruluş demek olan NON-GOVERMENT ORGANIZATION (NGO) adı verilmiştir. Dolayısı ile bu tür dernek ve oluşumların hükümetle yani icranın başındakilerle ilişkileri olmadığı gibi, hükümete karşı daima protest bir tavır içinde olurlar. Çünkü aksi halde şikâyet edeceğimiz makamla, şikâyet edilenin aynı olması, taleplerin oluşması ve icraya dönüşmesinde sıkıntılar yaratır. Kısaca, kimi kime şikâyet edeceğiz durumu oluşur.

    Durum ve gerçek bu iken, ülkemizde bu ve benzeri dernek ve oluşumlara, yanlış bir tercüme neticesinde (ben burada kasıt görüyorum) STK yani “Sivil Toplum Kuruluşu” denmiştir. Bizde “sivil” dendiğinde akla hemen “asker olmayan” anlamı gelir. Bu açıdan ingilizce “nongoverment” kelimesi ile bizdeki “sivil” kavramının uzaktan yakından alakası yoktur. STK yani Sivil Toplum Kuruluşu, hükümetten bağımsız kuruluş demek olan NON-GOVERMENT ORGANIZATION ingilizce kelimelerinin yanlış tercümesi olduğundan doğrusu HTK yani HÜKÜMET-DIŞI TOPLUM KURULUŞU olmalıdır.

    Peki, bir HTK neden kurulur? Gelin bu konuya engellilik penceresinden bakalım.

    Önce, 2002’de bir müddet bulunduğum Nürnberg’de konuştuğum bir Alman yetkilinin sözleri ve örneği:

    “Engellisiniz ve herhangi bir yerden geçmekte zorlanıyorsunuz, ya da herhangi bir konuda engelleniyorsunuz. Burada bir düzenleme gerek! Bunun için siz kişi olarak isterseniz bin tane dilekçe yazın, yüzünüze bile bakılmayıp ‘dernek olup gelmeniz’ söylenir. Yani kişisel talepler dikkate alınmaz. Burada hedef, sistemi hem örgütlü toplum olarak işletmek, hem de bu talep keyfi mi, değil mi probleminden kurtulmaktır.”

    Bu, işin kamu yani hükümet tarafıydı… Peki, özel sektörün derneklere, derneklerin özel sektörle ilişkisi nasıldı? Bunu da düzenlenen şiir gecelerimden birine katılan, tekerlekli sandalye kullanan bir hanımın anlattıkları ile öğrendik:

    “Üyesi olduğum dernekte benim gibi engelliler olduğu gibi engelli olmayan insanlar da var. Yeni bir alışveriş merkezi açılmıştı ve bu yerin girişi bizim için sorunluydu. Biz dernek olarak, çeşitli protesto etkinlikleri düzenleyip resmî olarak o yeri açanlara ‘ya düzeltirsiniz, ya da buradan kimse alışveriş yapmayacak’ mesajı verdik. Kısa sürede düzenlemeyi yapmak zorunda kaldılar.”

    Bu iki örneği okuduğunuzda hepinizin kafasında “o zaman bizdeki dernekler ne?” sorusu oluştu değil mi? Bu sorunun yorumunu size bırakayım demek isterdim ama bırakmayacağım:

    istisnalar elbette olabilir. Ama hükümet yetkilileri ile belediye mensupları ile kol kola gezen ve bunu marifet sayan yapıdaki derneklerimiz ve yöneticileri, “etkin” olmayı başka yerlerde arayadursunlar, derneklerde yöneticilik yapmanın bir “ikbal basamağı” olarak görüldüğü acı bir gerçektir.

    Meselenin bu çarpık işleyişinin sadece engelli camiasında değil, bütün meslek örgütlerinde sürdüğünü günümüz Türkiye’sinde görmek ne yazık ki asıl acı durumdur.

    Amacı hizmet olan kişi ve kurumların biat kültüründen kurtulup temsil için soyundukları insanların menfaatlerini ön plana almaları, kaçınılmaz bir gerekliliktir.

    Aksi halde, bizi anbean tüketen toplumsal patinajımızın sona ermesi hiç de kolay değil…
    Alper Şirvan
    0 ...
  15. engelsiz tatil

    1.
  16. Aslında meseleyi incelediğimizde derinlere gidebiliriz ama genel olarak kendimden hareketle yaptığım bir tespitle başlayayım.
    Yaşım itibariyle ülkemizde engelli mücadelesinin, yaşananların 30-40 yıllık dilimine şahidim. Tekerlekli sandalye kullanan bir engelli olarak, bu işin “engelli çocuklarınızı eve kapatmayın; sosyal hayata onlarla birlikte katılın” ile başladığı günlerde ben zaten sokakta ve hayatın içindeydim. Sanki sadece çocuklar engelli olabilirmiş gibi… Hele ki gerek trafik terörünün, gerekse etnik terörün şahlandığı bir ülkede…

    “Sokaktaki engelli çocuk” olarak, çok sonraları sorulan soruları, daha o günlerde sorar durumdaydım:

    “Sokaktayım; evet ama hani bana uygun yol; hani kaldırım; hani okul ve hatta hatta hani uygun tekerlekli sandalye?”

    ilk tekerlekli sandalyemi aldığımızda 11 yaşımdaydım. Okula gidecektim ve tekerlekli sandalye imal eden istanbul’da bir yer bulmuştuk. Ismarlama yapıyorlardı ve aylarca beklemiştik. Ismarlama dediysem, size uygun olsun diye değil, hazır yoktu çünkü… Eşek ölüsü gibi, ağır bir şeydi ama o ana kadar ya kucakta gezen, ya da epeyce büyük bir bebek arabasını (ki o da muhtemelen özel yapımdı) kullanan bendeniz için o tekerlekli sandalye çok değerli ve güzeldi.

    Bu bir süreçti elbette… Yıllar geçtikçe bu mücadelenin ikinci ve çok daha önemli kısmına geçildi: “Evet, işte ‘sokaktayım’. Ama bana uygun ‘sokak’ nerede?”

    Bu aşamadan sonra arz-talep meselesi dolayısıyla bilhassa 1990 sonrası önemli mesafe kat edildi. Uygun yolu, okulu, hatta iş yerini sadece Alper’in talep etmesi elbette yetmezdi. Hem Alper’ler çoğaldı; hem de elde etmek için talep etmek gerektiğinin bilincine varıldı.

    Halen çok eksik var; hayat ve mücadele devam ediyor. Aşılan her duvar, hep toplumsal hem bireysel anlamda bir başkasını karşımıza çıkarıyor. Tıpkı bilgisayarınız ya da cep telefonlarınızda oynadığınız oyunlarda olduğu gibi; ama “level” atlamak yetmiyor, her zor aşamanın ardından bir başka zor aşamayla daha yüz yüze geliyorsunuz.

    “Engelli” kavramı çok geniş bir kavram… Her geçen yıl daha da genişletilmekte… Diyaliz hastaları hatta bazı kanser hastaları da artık engelli sayılmaktalar. Bu itibarla engellilere yönelik hizmetlerin artması gereğinden öte, her engel grubuna yönelik farklı hizmet çeşitliliğinin sağlanması gerektiği de ortada…

    Zor şartlara rağmen, -doğuştan ve sonradan- çoğu engelli, tahsil yaptı, okudu, okumakta... iş buldular, çalıştılar, çalışmaya devam ediyorlar… Her çalışan insan için senenin belli dönemlerinde tatil yapmak önemli bir olgudan öte, ciddi bir ihtiyaç… Tatil demek, stresten uzak ve fiziksel olarak en rahat edebileceğiniz bir ortamda bir anlamda “zihinsel detoks” yapmak demek… Bu sebeple her çalışan insan, tatil yerini ve şeklini seçerken buna göre davranır. Engelli bir bireyseniz, engelinizin türü ve sizin özel durumunuza göre devreye daha farklı parametreler giriyor. Konaklayacağınız mekân 1. katsa giriş çıkışınıza uygun mu, çok katlıysa asansör var mı, uygun genişlikte mi? Giriş merdivenliyse uygun eğim ve genişlikte rampası var mı? Kullanım alanları, odalar, banyo, tuvalet, tekerlekli sandalye ile hareketiniz için uygun ebatlarda mı?

    Şehirlerde karşımıza çıkan sorunlar, tatil mekânlarında, otellerde de karşımıza çıkıyor elbette… Kullanmaya kalktığınızda kafa göz yarmanızın içten bile olmadığı, ölümcül eğimdeki –var mı var- zihniyetiyle yapılmış rampalar (ideal eğim %6’yı geçmemelidir), asla sığamayacağınız 3-4 kişilik dapdaracık asansörler (en az 6-8 kişilik olmalıdır), gereksiz eşikler engellere engel katmaktadır.

    Peki, çözüm ne? Aslında çok zor değil…

    Tatil mekânları (otel, motel, pansiyon vs) konusunda ortalama bir engelli için uygun standartları belirleyip bu standartlara uymayanlara ruhsat vermemek, mevcutlara süre verip duruma göre ruhsatlarını askıya almak ya da tümden iptal etmek, modern dünyanın öteden beri işlettiği bir çözüm sistemi…

    Bizde işler mi?

    Uygulanırsa elbette ama kanun koyucu, engellilere uygunluk konusunda yıllar önce çıkardığı kanunda kamu ya da özel tüm kurumlara yaptığı ithafla, “kurumlarınızı 7 yıl içinde uygun hale getirin yoksa ceza keseceğim” demişti hatırlarsanız… Ne mi oldu? Çok az kurum dışında bu kanuna uyulmadı, süre dolduğunda da ceza kesmek yerine süre uzatıldı, 10 yıl oldu. Çünkü uygunsuz binalar hem sayıca, hem de bunların çoğunluğunun önemli bir kısmı kamuya aitti.

    insan hayatının ve insan haklarının en basit ve standart aşamasıdır okula gitmek, yetenekleri ölçüsünde meslek edinmek ve az çok ekonomik yetkinlik kazanıp kendi hayatını kurmak… Kısaca yaşamanın temeli budur aslında; bu temel üzerine ne inşa edeceğiniz –elbette engelsizseniz- size kalmıştır.

    Engellilerin bu temel aşamalara dahi erişiminin bugün bile çok zor olduğu düşünüldüğünde, “engelli otobüsü, engelli parkı, engelli tatil köyü” gibi ucubelerle ayrımcılığın daniskasının yapıldığı bir ortamda birilerinin sürekli etnik ve bölgesel ayrımcılıktan söz etmeleri ve başka birilerinin de bunlara teşne olması ile hiçbir noktada empati kurabilmem mümkün değil…

    Yukarıda çizdiğim tabloyu bizzat yaşamış ve tırnaklarımla kazıyarak yaşamaya devam eden bir engelli birey olarak başta siyasiler olmak üzere ne kimseyi kırk yıllık ben ve benim gibi mücadele eden insanların emeğine ortak ederim, ne de mücadelemi kirletmelerine izin veririm.

    Ayrıca…

    Bireysel anlamda hayata dair her şeye sahip olma yolunda aslında hiçbir engeli yokken, “başarmamak” için elinden ne geliyorsa yapan, ‘devlet versin’ zihniyetindeki asalak insan modeli zaten öteden beri “antipatik” gelmiştir bana…

    Yanı sıra başka amaçlar sebebiyle toplum mühendisliği çalışmasıyla, yukarda çizdiğim tablo göz önüne alındığında, bazı kesimlerin ayrımcılığa uğradıklarına dair söylemin geniş kitlelerce itibar görmesini çok daha fazla “antipatik” buluyorum. Hele ki asıl sorun feodalite ve sözde çözümcüler feodal yapının bizzat kendisi iken…

    “Herkes gibi, herkesle beraber” yaşamak için çalışan, çabalayan, üreten engelli bireyler ne yapsın?

    Toplumsal destek olmadan, hayata dâhil olma konusunda engellerin kısmen ya da tamamen ortadan kalkması öyle kolay değil…

    Birçok gelişmiş ülkede engelliler kazanımlarını elde ederken, engelleri aşarken yanlarında hep engelsiz insanların olduğunu biliyoruz.

    Peki, Türkiye’de?

    Alper Şirvan
    0 ...
  17. yaşadığı yeri sevmek

    1.
  18. imparatorluk yorgunuyuz hepimiz… Dilaver Cebeci'nin o ünlü Sitare adlı şiirinde dediği gibi, kâh şimdiki sınırlar içinden, kâh önceki sınırlar dışından "yığılıp kalmışız bu Anadolu toprağına…"

    Başka ülkelerde, başka memleketlerde nasıldır bilmiyorum ama "memleket nere" sorusu çoğu zaman yeni tanışanların sohbete giriş cümlesi oluverir bizde... Bu soruya verilen cevapsa çoğu zaman o insanın ömrünün çoğunluğunu geçirdiği yer değil, doğduğu ve hatta çoğu zaman içinde büyüyemediği bir yer olur. Cevabın devamında "içinden mi" sorusu da sorulmadan geçilmez.

    "Doğduğun yer mi, doyduğun yer mi" tartışması ülkedeki gereksiz tartışmalardan sadece biridir. Ha, bir de "baban nereliyse sen de oralısın" diyen "ataerkiller" vardır ki, sormayın gitsin... Bu şekilde baktığımızda olay ta ilk insana kadar gider elbette…

    Bazıları "nerelisin" sorusuna leş gibi etnisite kokan bir eda ve gururla cevap verir, orayı öyle bir anlatır ki sanırsınız ömrü orada geçmiştir. Hâlbuki muhtemelen sadece doğduğu, hiç yaşamadığı bir yerdir ve şöyle bir basit gerçeklik vardır ki “gitmediğin yer senin değildir.”

    O veya bu sebepten büyükşehirlerin delicesine göç aldığı bir yerde bu "sanal memleketperverlik", romantik bir hissedişten öteye gidemiyor elbette...

    insanın köklerini bilmesi, tanıması, bir yere kadar güzel bir insanî duygu ama çoğu zaman "ekmek parası" sebebiyle yerleşilen yerlere yabancı kalınmasının da doğru olmadığını düşünüyorum.

    Kişinin "şuralıyım" dediği, en iyi ihtimalle senede birkaç gün uğradığı yere zaten faydası yok; yaşadığı yeri de sevmediğinden oy vermek dışında o şehre de etkisi yok. Etki ve katkısı olmayı bir kenara bırakın; yaşadığı şehrin güzelliklerinden de habersiz, dar bir çevrede yaşayıp gitmekte…

    Bununla beraber “Sıla-gurbet” düeti, edebiyatımıza ve müziğimize de konu olmuştur.

    Ne diyor Yıldırım Gürses’in Uşşak şarkısında, Kemalettin Kamu:

    Gurbet o kadar acı
    Ki ne varsa içimde
    Hepsi bana yabancı
    Hepsi başka biçimde…

    Ya da Yeni Türkü grubunun şarkısında:

    Dönmek… Mümkün mü artık dönmek,

    Onca yollardan sonra

    Yeniden yollara düşmek…

    Neresi sıla bize, neresi gurbet,

    Yollar bize memleket…

    Ansiklopedik bilgi olarak diaspora, “çok uzun bir zamandan beri bir kavim, ulus veya inanç mensuplarının ana yurtlarından koparak başka yerlerde azınlık olarak yaşamaları. Sözcük hem kopma eylemini hem de kopup azınlık olarak yaşayan kimseleri ifade eder.” Bizde hemen her şehirde rastladığımız “hemşeri dernekleri” gösteriyor ki, çoğu insan yaşadığı şehirde kendini “memleketim” dediği yerin diasporası olarak hissediyor.

    Acı ama gerçek bu…

    Şehirli olmak, büyükşehirde yaşamak, daha başka bir ifadeyle büyükşehirde ömür tüketmek zannedilir. Hâlbuki “şehirli olmak” yaşadığı yerin nüfus ya da yüz ölçümü ne olursa olsun ona sahip çıkma bilincine sahip olmak demektir. Bu da fiiliyata dökülmüş vatanseverliğin ilk adımıdır.

    Bizdeki bu “yaşadığı yeri sahiplenmeme” durumu üzerine derin araştırmalar yapmak sosyologlara düşer elbette... Buna karşılık hem çeşitli belgesellerde hem Nürnberg ziyaretim sırasında gördüğüm kadarıyla, o insanların büyükşehirlerinden, en küçük köylerine kadar vurdukları düzenli, mamur ve hayata dahil, insanda “burası benim ve sonsuza kadar ben burada olacağım” hissi uyandıran damgalarını görünce ülkem ve insanım adına üzüldüğümü ifade etmem gerek…

    Dedik ya, hepimiz imparatorluk yorgunuz. Hepimiz, kıtalarca yorulduktan ve hatta kırıldıktan sonra şairin ifadesi ile “yığılıp kalmışız bu Anadolu toprağına…”

    Belki de sadece bu yüzden… Kim bilir?

    Ne yazık ki buradan başka “yığılıp kalacak” yeri yok Türk Milletinin… Tıpkı artık yolları memleket edinme lüksünün olmadığı gibi…

    Bilmem anlatabildim mi?

    Alper Şirvan
    0 ...
  19. engelli istihdamında hak kayıpları

    1.
  20. Ülkemizde, engel durumunuza göre değişiklik göstermekle beraber bir engelli olarak eğitim kurumlarına erişmenin, meslek edinmenin ne kadar meşakkatli bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz. Siz düşünülmeden inşa edilmiş bir şehirde gerek sosyal gerekse fiziksel anlamda engellerle dolu yollardan geçip okula, eğitim veren kurumlara erişmek işin başlangıcı… Devamında ise ulaşım sorununu çoğu zaman kendi imkanlarınızla çözmeye çalışıp erişebildiğiniz eğitim kurumunda uygunsuz binalardan, sizi öngöremeyen müfredat ve “sözde” eğitimcilerden oluşan engelleri aşıp meslek edinebiliyorsanız, “şanslı(!)” addediliyorsunuz. Ki, insanların istedikleri eğitimi alıp meslek edinmeleri, şans değil, bu ülkede yaşayan herkes gibi engelli vatandaşlar için de temel haklardandır.

    Eğitim almakla, meslek edinmekle de iş bitmez. Aldığı eğitim, edindiği meslek doğrultusunda işe girip çalışmanın, üretmenin, bir birey olarak üreterek geçimini sağlamanın da önüne konulmuş engelleri vardır engellilerin. Zaten bu yüzden gerek kendi fiziksel engelleri gerekse sosyal engellerle mücadele eden birey, engelli midir, engellenen midir, tartışılır.
    iş başvurusu yaptığınız kurumun sizin engelinize uygunluğundan tutun da ulaşım ve işverenin tutumuna kadar bütün şartlar engelli bireyin aleyhine işler. Özelde durum bu olunca eğitim alıp meslek edinebilmiş şanslı(!) engelliler, ister istemez kamuda çalışmaya yönelerek, Engelli Kamu Personel Sınavı (EKPSS) ile atanma çabasına girmektedirler.
    Özel sektörde, vasıflarına ve şartlarına uygun şekilde istihdam edilemeyen engelli birey için -istisnalar olmakla birlikte- kamu sektöründeki durum da pek farklı değildir. Yüksek öğrenim görmüş ve bu yolla meslek edinmiş engellilerin büyük çoğunluğu, sınavda ciddi puanlar almış olsalar da diplomalarının karşılığı olan kadrolar açılmadığı için, “en azından bir işim var” diyerek diploma, vasıf ve unvanlarına uygun olmayan kadrolarda çalışmaya -mecburen- razı olmaktadırlar.
    Bir soruyla netleştirelim: Siz hiçbir engeli olmayan bir doktor, mühendis, öğretmen ya da bilgisayar programcısısınız (bu meslek örnekleri çoğaltılabilir) diyelim. Kamuda çalışmanız söz konusu olduğunda, edindiğiniz meslek dışında, mesela “düz (vasıfsız) memur” olarak mesleğinizle ilgisi olmayan, düşük ücretli alt kadrolarda istihdam edilmeye ve mesleğinizi tam olarak icra edemeyeceğiniz işlerde çalışmaya razı olur musunuz? “Olmam!” dediğinizi duyar gibiyim.
    işte, ne yazık ki “iş verdik ya, daha ne istiyorsun?!” zihinsel hastalığının hüküm sürdüğü bu iklimde engelli birey, iş bulduğuna şükretmekle beraber, kadrosu ne olursa olsun şartlar dâhilinde mesleğini icra etmek için çaba sarf etmek zorunda kalmaktadır.
    Sorun varsa çözüm de vardır. Peki, çözüm nedir? Madde madde ifade edelim:
    1. EKPSS ile atanacak bütün engellilere diplomaları doğrultusunda kadro verilmelidir.
    2. Kamuda halen atanmış ve çalışmakta olan engelliler, herhangi bir ek şart ve sınav olmaksızın, diploma ve vasıfları doğrultusunda olmaları gereken kadrolara geçirilmelidir.
    3. Kamu sektöründe çalışan engelli personel, vasıfları ve fiziksel şartları doğrultusundaki işlerde çalışmalıdır. Burada amaç, çalıştığı kurum için engellinin vasıflarından maksimum düzeyde faydalanmak, engelli içinse zorlu bir süreçle elde ettiği mesleğini olması gereken ekonomik şartlarda icra etmek olmalıdır.
    4. Atanan ya da halen çalışmakta olan engelli personelin kamuya atanmadan önceki çalışmışlıkları, kamu/özel ayırt edilmeksizin hizmet birleştirilmesiyle derece/kademelerine yansıtılmalıdır. (Bu hususta geçerli mevzuata göre kişi eğer memuriyete atanmadan bir kamu kurumunda aynı teknik kadroda çalışmışsa, hizmet birleştirmesi yaptırdıklarında çalışmış oldukları günlerin ¾’ü derece/kademe olarak memuriyetlerine yansıtılmakla beraber, yüksek öğrenim görmüş engelliler, çoğu zaman olması gereken kadrolarda istihdam edilmedikleri için bu imkândan dahi faydalanamamaktadır.)
    Şu anlatmaya çalıştığım tablo bir gerçeklikken “hakların elde edilememesi hatta gasp edilmesi” konusunda, engelliler açısından toplumsal duyarlılık gösterilmeyip söz konusu duyarlılığın farklı yerlere yönlendirilmesini “sosyal romantizm” olarak gördüğümü de ifade edeyim.
    Hakların -mücadele ederek de olsa- elde edilebildiği bir sistemin kurulduğu günleri, yaşarken görmek umuduyla…
    0 ...
  21. mavi orkide romanı

    2.
  22. 16 Mayıs 2019'da NTV Radyo'da Adnan Bostancıoğlu'nun "Köşedeki Kitapçı" adlı programında "Mavi Orkide" romanının tanıtımı yapıldı.

    https://www.youtube.com/watch?v=KTMPhCBvLEE

    (bkz: adnan bostancıoğlu)
    0 ...
  23. alper şirvan

    1.
  24. Açtığı dört sergi, yazdığı dört kitap ile "kendini engelletmeyen", Cerebral Palsy durumu ile nasıl yaşadığını boyut yayınlarından çıkıp tüm gelirini TSÇV Cerebral Palsy Türkiye'ye bıraktığı mavi orkide romanında muhteşem bir dille anlatan, şahane adam...
    Çok daha fazlası var aslında ama siz romanı okumadan spoiler vermek istemiyorum. ;)
    0 ...
  25. © 2025 uludağ sözlük