bir sevda haykırışı, bir lutfediş..
gece karanlık, soğuk ve kasvetli... rüzgar dağıtıyor tüm huzuru. bir şeyler söylemeye çalışıyor dilinin döndüğünce. derdi adından büyük, sığdıramıyor bir yere, sığdıramadıkça da dağıtıyor dötr bir yana. uzunan bir çift el beliriyor karanlıkların arasından, içim ürperiyor; kaçamıyorum da bir yere öylece kalakalıyorum, kalbim yerinden fırlayacak gibi. gittikçe yaklaşıyor el, değdi değecek yüzüme, kaçamıyorum; çabalıyorum ama hareket edemiyorum... eller yanağıma değer değmez bir sıcaklık kaplıyor içimi, eser kalmıyor elemden karşıkonulmaz bir huzurla doluyorum, ferahlıyorum, sakinleşiyorum... sonra kokun geliyor burnuma gevşedikçe gevşiyorum, gözlerin beliriyor yavaş yavaş... umudu aşılıyor benliğime. yeniden baharı hissediyorum. binbir çeşit çiçekle bezeli bir yerdeyim. uçsuz bucaksız çimenler ve ılık bir dağ esintisi. güzel sesinden şarkılar dinliyorum, sesin sarhoş ediyor içmeden... uzanıyorum yeşilliklere yanıbaşımda sen, dizlerine koyuyorum başımı, saçlarımın arasında gezinen parmaklarınla huzurun adını koyuyorum "sen" diye.
şu an beni duyuyorsan eğer, senle dolu her yanım; kalbim, ruhum, benliğim... eksik olan yakınlığın, sıcaklığın...
Aslında yedi cücelerin varyasyonlarından dolayı yanlış yayılmış bir bilgi..
Neden? Çünkü bu cüceler 7 kazma bir arada ormanda yaşadıklarından kız erkek ilişkilerinden bîhaberdirler. Biri öpünce hayat verdiğini düşünür biri Allah bilir öpüşünce hamile kalındığını filan..
Sessizliğin vucuda gelmiş halidir gece. Bir aydınlık ihtimali ve karanliğın bitmeyen kasveti. Gözünü açmaya korktuğun andır gece. Kendi iç karanliğını yeğlemektir. Zifiri bir aydınlıktır gece. Umuda beş kala umutsuzca kıvranmanın adıdır. Yap-boz dur gece. Her bir parçası göremeyeceğin bin bir yerde. Tam bir " ne oldum?" dur gece. Aydınlığın hesabını vermektir. Sorunların soruları önemsizleştirdiği zamansızlıktır. Çarşamba'dır gece. Ne üzer seni ne de sevinebilirsin, ortada kalırsın öylece. Var olduğunun farkına varmaktır gece. Her bir hücreni acıtır yaşanmışlıkların. Zerren açtır umuda. Kapatırsın gözlerini, aydınlık gelir o karanlık birden. işte tam o anda anlarsın, gece aslında sensin tüm renksizliğinle ve yaşanmışlıklarınla. Ve o an anlarsın; var olan sadece karanlık, var olan sadece gece...
çelişkilerin kralıdır. otursan bir dert, oturmazsan başka. genelde kullandığım ve sevdiğim bir köşesi otobüsün. böyle diğer koltuklardan biraz daha geniş olur. ne iki koltuk kadar büyük ne de tek koltuk kadar küçük. arada kalmış. ama her oturduğumda yanımda oluşan yarım g*t'lük boşluk beni ziyadesiyle rahatsız ediyor. hani birisinin oturacağı kadar bir yer değil, ama insanda bir "acaba" hissiyatı oluşturuyor. sığar mıyım denemesiyle bir çok kişi yanınıza galip şöyle bir sığışmaya çalışıyor; ama bir iki denemeden sonra ya vazgeçiyor ya da eğer oturmuşsa ve etraf da kalabalıksa bari bir kaç durak gideyim, rahat etsin g*tümün yarısı deyip kısa bir süreliğine o nahoş yarı oturan pozisyonda ilerliyor. hani kalksan yer versen yazık olacak. ilk girişte karşılaşılan yer olduğundan binen her yolcunun dikkatini çekiyor o boşluk. ve eğer yaşça da küçüksen o iğneleyici bakışlara maruz kalmaman neredeyse imkansız. velhasıl, ben yine aynı koltukta seyahat etmeye devam edeceğim. aynı bakışlara maruz kalmaya ve belki de iğneleyici hitapları işitmeye. kim bilir, bir gün belki sizinle de karşılaşırız...
çünkü bir tanesi normal insana oranla çeyrek adam ediyor. aslında kişi sayısını dörde böldüğümüzde o kadar da kalabalık olmuyorlar. tabii bu bir dezavantaj mı, hayır değil. şöyle ki; bizim malum bir sözümüz vardır g*tü yere yakın olandan korkacaksın derler. e bunların da alayının yakın olduğundan mütevellit korkulası insanlardır. bir de psikoloji bozuyorlar acayip. hangisi hangisi anlamıyorsun, beynin yavşıyor.
bir çekiç alıp kapağın üstüne beş-on defa hızlıca vurun. açılmazsa beni bulun size açılmış bir kavanoz vereyim. zira böyle açılmıyorsa başka da yapabilecek bir şey yok.
bazen kendi kendime sorduğum soru. tam bir iş-eylem yapacak olduğumda ansızın gelen sorulardan birisi bu. kendimi sorguluyorum; şöyle bir dışarıdan gözlemliyorum kendimi. baktım bir sakatlık yok devam ediyorum yaptığım her neyse. bir sıkıntı varsa tekrar gözden geçiriyorum en münasip biçimde uyguluyorum. geri de durmuyorum yapmaktan, içimden geleni dizginliyorum sadece. insanca, en uygun biçimde sunuyorum.
içinden geleni yapmalı insan fakat ölçüler dahilinde, zarar vermeden. yapmadığında bir yerlerde kalıyor o birikiyor, rahatsız ediyor. sonra keşkelerin oluyor elinde bolca. sığdıramıyorsun bir yere, nereye koysan taşıyor az ya da çok. en güzeli kendin olmak, olurken de insanca olmak. yapabiliyorsan en güzeli bu.
"çok param olsa ne yaparım?" sorusunu karşılayan cevaplardan biridir. bizzat gerçekleştirilmiş bir olgudur. yahu çok parası olunca insan ne kadar da yaratıcı düşünebiliyor cidden hayret ediyorum. para insanın zekasını da geliştiriyor herhalde. bana sorsan mesela çok paran olsa ne yaparsın diye "yatırım, ticaret" derim. not: on dakikadır düşünüyorum aykırı bir şey gelmedi aklıma. ülkenin benim gibi düşünen zenginlere ihtiyacı var bence, bir an önce zengin olmam lazım. tabii ki de ülke menfaati için..
neredeyse her gece muhtelif saatlerde uyanıp veya zaten uyanık olup da aklıma esenleri kaleme aldığım küçük yazılar. şöyle ki;
gece yarısını beş geçiyor saat. kafam allak bullak... gece yarısı ne demek onu bile toparlayamıyorum beynimde. dakikalar saatleri yeniyor, akrep yelkovana savaş açmış... bedenimin derinliklerinde kaybolan ruhum üşüyor. şunlar geçiyor aklımdan belli belirsiz;
ruhum üşüyor ört üstünü ne olur,
refakatçisi ol inleyen bedenimin.
kelimelerim ol söyleyemediğim,
iki kelime, anlat beni; aşığınım, seninim...
sevmemiş adamdır vesselam. seven adam bekler bekletilmeyi de sever. bu sevmek sadece karşı cinsle sınırlı da değildir; bir dostu, anneyi, babayı hatta bir kediyi sevmek de bu anlamda geçerlilik arz eder. sevdiğini beklemek kadar güzel ne olabilir ki?
efendim, sevindiğini gösterir iken aynı zamanda bu gösterme çabasını da onaylama işlemidir. zor bir harekettir. başarılabilinirse muazzam etkiler gösterebilir, başarılamadığı durumlarda ise komikli bir tablo ortaya çıkarması içten bile değildir. aman efendim evde denemeyiniz, denerseniz bile çocukların ulaşamayacağı yerlerde ve mümkünse serin bir yerde yalnız başınızayken oluşturmaya çalışınız. maazallah bir sakatlık çıkabilir.
kalabalık bir yerde; okulda, iş yerinde, sokakta vs. babanın mesleği sorulduğunda gururla inşaat işçisi hatta daha da halk ağzıyla inşaat amelesi denmesinin verdiği huzuru ve doğru bir şey yapmış olmanın verdiği mutluluğu tadabilmiş olmama durumudur.
şansın dibine vurmuş yazardır. hemen gidip acilen loto, toto, at yarışı benzeri şans oyunları oynaması gerekir. yalnız giderken dikkat etsin fil dışkısının altında kalabilir...
yaşam tarzı ev hanımı olanların sürekli yaptığı olay. okulda anne mesleği sorulduğunda ev hanımı derdik hep. tabii sonradan bunun bir meslek olmadığını idrak ettik. bu bir yaşam tarzı aslında. evde yaşamayı seçen bayanların bir yaşam tercihi. meslek diye nasıl adlandırıldı bilemiyorum. nasıl bir alaka kuruldu nereden çıkılarak bu noktaya gelindi anlamak gerçekten zor. yahu böyle meslek mi olur? 24 saat mesaidesin, ne maaşın belli ne sigortan var. sendikaya da bağlı değil. buradan yetkililere sesleniyorum ev hanımlığı olayını kaldıralım lütfen.
efsane tarkan filmlerinden biri olan "marsın kılıcı" nın yine kendisiyle müsemma efsane repliklerinden birisi. küçükken hayretler içerisinde izlediğim şimdilere ise ne zaman moralim bozulsa kafa dağıtmak için açıp izlediğim filmlerden biri. kartal tibetin müthiş oyunculuğuyla da taçlanan film serisi efsanelerim arasına girmeye hak kazanmıştır. hani yüz defa izlesem bıkmam dediğiniz filmler olur ya işte bu seri de onlardan bir tanesi benim için. içerisinde taktir ettiğim bir çok unsuru da barındırıyor aynı zamanda. kürk yerine kürkle alakası olmayan peluş giysileri tercih etmeleri, bolca salça kullanarak ekonomik döngünün içerisinde bulunmaları, dış görünüşe aldanılmaması gerektiği ve şu anda aklıma gelmeyen daha bir sürü şey.
yarı uyku yarı uyanıklık halinin getirebildiği ele nadir olsa da bana genel olan durumlardan biri.
mecidiyeköy... kulağımda umm kulthum enta omri... sağımdan solumdan geçen sabahın beterini taşımaktan aciz insanlar. yüzler bir karış, gözler sönük. kasvet taşıyan ağır ağır ilerleyen kağnılar gibi. solumda metrobüsün anons sesi sağımda yeminler ederek kulağı tırmalayan sesiyle aç olduğunu haykıran dilenci kadın. sırtımda her dakika ton artan çanta. burnumda önümde ilerleyen adamın sigarasının egzoz dumanı ile karışmış lanet kokusu. gün yine her zamanki gibi. birden, sol omzumda beliren bir el,
- bir saniye geçebilir miyim izin verirsen
- tabii, pardon buyurun.
- teşekkür ederim delikanlı
deyip yanımdan ilerliyor. yüzüne bakıyorum "melih gökçek değil mi la bu?". gözümü kapatıp tekrar açıyorum alakası yok. halbuki aynı o gülüş, güldüğünde kaybolan gözler, o ses tonu tıpkı oydu bir saniye önce. bu adamın saçı bile yok adam bildiğin kel. "ülen kel melih gökçek mi olur!" deyip içten gülerekten devam ediyorum yine her zaman olduğu gibi...
balıkla ayran, dedemle bilgisayar, galatasarayla fener, olga ile haydar gibi bir mükemmel (!) uyumluluğun siyasi kanadı. birbirlerine söylenmedik söz edilmedik hakaret bırakmadılar. hadi akp'yi anlarım, adam zaten tek başına iktidar. hükümet kurma yetkisi hala onda. en azından koalisyon kuracağı partiyi seçme hakkını elinde bulunduruyor. chp ile mhp'ye ne oluyor da akp'ye hala giydiriyorlar anlamış değilim doğrusu. belkide bir kaç gün sonra bir araya gelip hükumeti beraber kuracaksınız. bakanlıkları paylaşıp ülkeyi yönetme yetkisini beraber kullanacaksınız. nedir bu tafralar! edin, birbirinize küfre doymayın, alışkın bu millet zaten kaosa da huzursuzluğa da....
piskevit reklamı gibi bir şey.
- ne yapıyosun abi?
-sosyal sorumluluk şeysi.
- neysi?
eski zamanlarda soysal diye biri varmış . acayip sorumluluk sahibi biriymiş. habire sorumlu tutuyorlarmış bunu. birinin eşeği kaybolsa bundan bilirlermiş, parası çalınan buna gelirmiş, ayfonu düşen yakasına yapışırmış. bu da garibim, kaderim der güler boyun bükermiş. bir keresinde acayip pis dayak bile yemiş. dişini çenesini hep eline vermişler bunun. hala akıllanmamış yine sorumluluk alıp duruyormuş. mahallesi yetmiyor bir de dışarıdan kiralıyormuş sorumluluk. sonra bir gün bu yine kahvede böyle sorumluluklarla uğraşırken içeriye bir adam girmiş. birden herkes tırsmış. gelen "sabihi"ymiş. konu buraya nasıl geldi inanın onlar bile anlamamış, akışına bırakmışlar. neyse efendim bu sabihi, soysala doğru yaklaşmaya başlamış. soysal hafiften tırssa da belli etmemiş. ani bir hareketle soysala "mucccıuk" diye hareket çekmiş. soysal birden havaya zıplamış ve bu adamın asker arkadaşı olduğunu anlamış. sarılmışlar tabi hoş beş falan, oturup birer çay içmişler...
- abi ne anlatıyorsun sen?
- sorumluluk şeysi?
- abi kalk bir duşa falan gir kendine gel yine sıyırdın kayışı.
- daha bitmedi ki bitireyim bak anlayacaksın.
hadi abi hadi...
şömineyi kağıt beş liralarla tutuşturmaktır. yokuşta araba kaymasın diye tekerin altına ıphone6 koymaktır. umreden gelince misafirlere rolex dağıtmaktır. kahvaltıyı italya'da, öğle yemeğini meksika'da yemektir. tuttuğu takımın formasını değil forvetini almaktır. dvd film değil sinema kiralamaktır.
komedi ile alakası pek olmayan, aksiyon arayan, "yok mu len bir görsel efekt" kafasında yaşayan insan tanımıdır. özellikle son bir kaç yıldır türk komedi dizileri farklı bir boyut kazandı. tabii daha önceki dizileri de bu bağlamda yabana atmamak lazım. avrupa ve amerika'da görsel efekt patlamasıyla oluşturulan dizilerin-hakeza diğer türdeki dizilerin başarısı yadsınamaz- başarısı ortadadır. bunun yanında artık biz de özellikle komedi dalında yeterli denebilecek çalışmalar ortaya koyuyoruz. bir leyla ile mecnun, işler güçler, kardeş payı, son zamanlarda mutlu ol yeter... daha nicelerinin sayabiliriz. bunların hepsi başarıdır kanımca.
yaklaşan ama tanımlanamayan cisimdir. yazılarını rus aksanıyla yazdığından rus ajanı olma ihtimali çok yüksektir. elin amerikanının telefondan zihin kontrolü yaptığı günümüzde habire yazıp çizip görünmez olabilme yetisine ve başarısına sahip olmuş biridir.