kurgusu, konusu ve mesajları çok sağlam olan dizi. bilim-teknoloji, yaratılış, psikoloji, felsefe... gibi konulara çokça değiniyor. aslında insanın duygularının ne derece sapkınlıkta olduğunu da iğneli bir şekilde anlatmaya çalışıyor. sadece bir konusu yok birden çok olay örgüsü birden çok konu ve anlatış biçimiyle nefis beğenebileceğiniz dizilerden. kaçırmayın...
yapımcının dostoyevski'yi sevdiğini düşündüğüm filmdir. tabii onca şey yazılmış hakkında fakat bunları da belirtmek isterim:
trevor karakterinin okuduğu kitap 'the idiot' yani 'budala'
trevor, nicholas'la birlikte korku tünelinde ilerlerken arkada "crime and punishment" yazısı var. dostoyevski'nin en büyük eserini pas geçmeyi istememiş. küçük ayrıntılarla beni mutlu eden güzel bir film.
baba oğul bağı arasında olan belirsizliklere çok güzel değinmiş ve dolaylı yoldan bir çok mesaj vermiş bir film. ayrıca birçok duyguyu harekete geçiriyor. güven, öz güven, bir işe başlayıp onu yarıda bırakmamak, elde etmek, imkansızı-engelleri aşmak... gibi mesajlar veriyor bol keseden.
Jenny: Edward imzayı kabul etmediğimde evden çıkıp gidecek bir daha dönmeyecek diye düşünmüştüm.
Jenny: Ama Edward diğer erkeklere benzemiyordu...
Ben nerde bir çift göz gördümse
Tuttum onu güzelce sana tamamladım
Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu
Bir bunun için yaptım
-Garson bira getir
Garsonun adı Barba
Ben nereye gittimse bütün zulumlardı
Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun
-Garson rakı getir
Garsonun adı Hakkı
Sen belki de bir resimsin ne haber
Kırmızı bir Beykozun yanında duruyorsun
Yapın bir de ağaç yapmış yanına
Dallarına konsun diye kelimelerin
-Garson şarap getir
Garsonun hali harap
(bkz: uçurtma avcısı)'nda emir ve hasan'ın bolca yediği hamur türlerinden pide. kitabın sayfalarında bolca işlenilmiş Afganistan'a özel bir yiyecektir.
hatemi ibrahim bey'in kendisinden çıkan atasözü edasında bir beyit.
irişir(erişir) menzil-i maksuduna aheste giden (istediği yere yavaş giden ulaşır.)
tiz-reftar olanın paine damen dolasir. (hızlı gidenin eteği ayağina dolaşır.)
yakın atasözleri de vardır.
(bkz: acele işe şeytan karışır)
(bkz: hızlı koşan atın boku seyrek düşermiş)
Fotoğrafçılığın başlangıç tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fotoğraf tarihi karanlık kutu içinde görüntü elde etmenin tarihi olduğu kadar, bu görüntüleri fotokimyasal yollarla saptamanın da tarihidir.
Sekizinci yüzyılda Müslüman bilgin ibn-i Heysem gümüş nitrat'ın güneş ışığı etkisiyle karardığını bulması ve 15. yüzyılda büyük sanatçı Leonardo da Vinci'nin karanlık odada mevcut ufak bir deliğin dış dünyadaki görünümlerini aksettirmesi fotoğrafçılık tarihindeki önemli başlangıçlardır. Sanatçılar Rönesans devrinde karanlık kutuyu buldular. Böylece, ışığın girdiği ufak bir delik aracılığıyla karanlık kutunun öbür ucunda konunun ters çevrilmiş bir görüntü görebiliyordu. 18. yüzyılda karanlık kutunun bir ucuna mercek ve diğer ucuna da buzlu cam konularak görüntü kutunun dışında görülebilir hale getirildi.
Işığın kimyevi maddeler üzerindeki etkisi ve gümüş tuzlarının görüntü sapma duyarlılığı 200 yıl önceden biliniyordu. 1725 yılında, kireç ve gümüş nitrat sürülmüş bir kâğıt üzerine bir şekil konulup güneşe tutulduğunda kâğıt üzerinde bu şeklin bir görüntüsünün meydana geldiği görülmüştür. 19. yüzyılın başında kâğıt, gümüş nitrat çözeltisine batırılarak negatiflerin elde edilmesi başarıldı. Fotoğrafçılığın ilk ve esaslı gelişmesi, vernikle saydam hale getirilmiş olan kâğıt üzerindeki bir görüntünün kalay levha üzerine getirilmesidir. Daha sonra, Yuda Bitümü ile kaplanmış kalay levha üzerine düşürülen bir görüntüde güneş ışığı düşen yerlerin beyazlaştığı görülmüştür.
Niepce ile başlayan fotoğraf çalışmaları 1829'da Jacques Mande, Daugerre ile birleşip 1837'de Daugerreotype'ı ortaya koymalarıyla birden gelişim göstermeye başladı. Bu işlem gümüşle karıştırılmış bakır bir levhanın sünger tozu ve zeytinyağı ile silindikten sonra 1/16 oranında su ve nitrik asit birleşiminde yıkanıp hafif bir ateşte ısıtılmasını ve ikinci defa nitrik aside batırılmasını gerektiriyordu. Böylece hazırlanan levha iyoda batırılıp makineye yerleştiriliyor, ışık durumuna göre 5 ile 40 dakika poz veriliyordu. Elde edilen görüntü 47.5 °C ısıdaki cıvayı kapsayan bir tepsinin içine konulana kadar ortaya çıkmıyordu.
1840 yılında ışığı 16 kere fazla geçiren bir mercek kullanılarak poz süresi düşürüldü. Daugerre tipi ile elde edilen görüntü çok net olmakta ise de gümüş bakır karışımı levhanın kolayca kırılması ve bu yönden çok pahalı olması fazla gelişmesini önledi.
Aynı süreler içinde Henry Fox Talbot bir takım kimyasal maddelere batırılmış kâğıtlar üzerinde görüntü elde etmeyi başardıysa da yavaş yavaş kararması ve görüntünün net olmaması nedeniyle kolayca unutuldu. Ancak Talbot'un bu buluşu için ilk defa "FOTOĞRAF" kelimesi kullanılmıştır. Bir süre sonra da negatiflerin pozitife çevrilmesi başarılmıştır. Böylece modern fotoğrafçılığın temeli atılmıştır.
Daha sonra fotoğraf kâğıtları, yumurta akına batırılarak pürüzsüz bir yüzey elde edilmiştir. Ancak bu yöntem ayrıntıları ortaya çıkarmakta başarısız olmuştur. Yumurta akının iyotlaşması ise başarılı sonuç vermiştir. Bundan sonra ıslak levha yöntemi daha sonra da kuru levha yöntemi bulunmuştur.
Bu tarihlerde bir fotoğraf çekebilmek için ulaşılabilmiş en büyük poz süresi 1/25 saniye idi.
1852 yılında George Eastman, Kodak makinelerinde 10 poz çekebilen bromür kaplı Jelatin rulolar bulunan Kodak fotoğraf makinelerini piyasaya sürerek çok büyük aletler taşıması gereken fotoğrafçıya kolay hareket imkânı sağladı. Fotoğraf çekildikten sonra makine fabrikaya gönderiliyor ve jelatin film kâğıttan ayrıldıktan sonra bir cam üzerine yerleştiriliyor ve sonra yeniden makineye film doldurularak sahibine iade ediliyordu.
1870'de Hermann Vogel emülsiyonları muhtelif banyolara batırılarak duyarlılıklarını arttırma yolunu buldu. 1880 yılında kırmızıya karşı duyarlılığı çok sınırlı olan ortokomatik filmin yanında, pankromatik filmler ortaya çıktı. Fotoğraf 19. ve 20. asırda değişik astigmat merceklerin, selüloz asıllı filmlerin kullanılması, fotoğraf makinesi ve film sanayinde gelişmelerle günümüzdeki durumuna geldi.
eskişehir anadolu üniversitesini bugün ziyaret eden ve bir buçuk saatlik bir konuşma yapan eğitmen.
yaptığı konuşma, bazen güldürmüş bazen de düşündürmüştür. anlattıkları ve vermek istedikleri o kadar değerliydi ki bir yandan kulaklarımı dört açarak bir yandan da not tutarak kendilerini alkışlamamı, saygı duymamı sağladı. yaptığı konferanslar ve seminerlere katılımcı olarak gidecekler -öğrenciler, stajyerler- pişman olmadan döneceklerine inanıyorum.
severim, sayarım, programlarını izlerim, sözlerine katılırım, gülerim, okurum bu adamı ama son yaptığını kendisine hiç yakıştıramadım.
uzun uzadıya yazmak bir şeyi değiştirmeyecektir. beni ne boş sigara muhabbeti ne yok faşistlik ne diğer yaptığı olaylar ilgilendirir. beni ilgilendiren saygı idi. ne yaptın!? demek zorunda kaldığım bir bayülgendir.
7-24 bulunduğum yardım sitesi.
malum her türlü soruya cevap bulunabilecek bir paylaşım ağı. asıl amaç üzerine yazarlar sayesinde yoğunlaşılıyor. yardım etmek ve yardım almak kavramları tam anlamıyla kullanılıyor. lakayıklık, yanlış bilgilendirme, siyaset, politik şeylerden kaçınılıyor keza bunu bozanlar olduğu için alımlarda kapatıldı.
işte bir cümle:
' tahsil edilip de kanuni sebeplerle reddi icap eden amme alacakları, istihkak sahiplerinin reddiyatı yapacak olan amme idaresine olan muaccel borçlarına mahsup edilmek suretiyle reddolunur'
error.
evet yine insanoğullarından birisi katkılarıyla bizi çok sevindirmiş bizi bizden almıştır. bakıyoruz hemen:
'neden dersen demek ki sende başka düşünce tarzı başka bir niyet yok ki aklın fikrin kitap da kalmış dersem yanlış mı yoksa doğrumu olurum şimdi?!,
cümlesindeki hatalar ile başlık birbirini açıklamakta birbirine destek olmaktadır. mesela: 'kitap da' ilkokuldan beri öğretilen fıstıkçışahap burada da görüldüğü gibi ihmal edilmiş sebebi barizse diğer hataya geçiveriyorum. 'kitapta ulan kitapta'
demek ki ile başlanmış diğer yardımcı cümle dersem ile devam etmiş. düşmüş cümle ağlıyor.
içler acısı öteki hata: 'doğrumu' soru eki ayrılmamış. sevgisinden galiba, doğruya o kadar bağlanmış ki ayıramamış onu yazarımız.
son olarak: şimdi!, ünlem ve virgül faciası. 29 ağustos depremini bana tekrar yaşattı. bu bir cümlesi yazarımızın fevkaladenin fevkinde hatalar var bulmak isterseniz bulun çok eğlenceli oluyor.
1500 = alevi ve sunni çatışması (yavuz ve ismail)
1900 = ermenilerin azınlık halindeyken devlet istemesi yine bir çatışma ve halen sürmektedir.
1920-1930 = vahdettin ile tbmm'nin çatışması
1970-1980 = sağ ve sol çatışması.
2000... = din ile devlet çatışması
2000... = kürt ile türk çatışması
ulan hatırladığım daha bunlar. 1250 de kuruldu osmanlı daha ondan önce de soyumuz vardı ve 2012 yılındayız daha bunlarla uğraşıyor milletimiz. bu konuda tartışan arkadaşlara da vinci'yi sorsam ainstein'ı sorsam mahmud'u sorsam bilmezler. iyi bilirler provokasyon yapmayı.
(bkz: akıl yaşta değil baştadır)
yazılanları objektif olarak okudum, okudum, okudum.
açıklamalar saptırılıp konu dışına çıkılma
kaçamak cevaplar verilip karşı tarafı ikna etme
konu arasında geçişler soru işaretleriyle dolu olunup öylece bırakılma
tartışılması gereken başlıkları atlayıp istenilen başlığa cevap verme
...bu yolla tahin ile pekmezin subjektif olduğunu gördüm. baştan sona kadar okudum. kısacası kalp kırmak istemem ama:
(bkz: eline vermek) olayını görüyorum.
Yunus Emre (1238? -1320?) yılları arasında yaşadığı
tahmin edilen ve Anadolu da Türkçe şiirin öncüsü olan
bir şair ve mutasavvıftır, yaşamına ilişkin belgeler
sınırlıdır. Medrese eğitimi gördüğü, Arapça ve Farsça
bildiği, iran ve Yunan mitolojisi ile tasavvuf ve tarihi
incelediği sanılıyor. Vahdet-i vücut (varlık birliği)
öğretisine ulaşan bir tasavvuf yorumunu benimsemiştir.
Yunus Emre? Nereli? Nerede doğmuş, nerede ölmüş, nasıl yasamış?
Kime bağlı, Ne gören var, ne bilen, hepsi karanlıkta. Yunus'un
deyişiyle görenler, bilenler de, ne söylerler, ne bir haber verirler.
onlarca mezarı var, üstlerinde adı var, içlerinde kendi yok;
onlarca kitabı var, içlerinde adı var, kendinin kitabı yok. Ama
o halkın, insanların gözdesi, soluğu, sesi, Anadoluyu insanlığı
sarmış, kendi köyündeyse izinin tozu bile kalmamış; sözü alınmış,
satılmış, divanlara birlikte katılmış, o güzel insan kim bilir
hangi gurbet köşesinde dağarcığındaki şiirleriyle birlikte ölmüş,
toprağa katılmış belki ölümü üç günden sonra bile duyulmamış,
ölüsü soğuk suyla yuyulmamıştır. Belki tersi olmuş. Bilen yok.
Gören yok. Ama o varacağı yere ulaşmış.