kulüpler düzeyinde en önemli iki basketbol ligi olan
nba ve euroleague'in karşılaştırılmasını amaçlayan başlık.
lafı uzatmadan artılar ve eksiler babında girizgah yapalım.
-en başta euroleague'in playoff sisteminden yoksun oluşu gelir.
adı 'avrupa ligi' olsa da bir basketbol ligini lig yapan
normal sezonun ardından gelen playoff sezonudur.
-son yıllara dek oyuncu kalitesi ve playoff sistemi dışında en büyük farklar:
nba'de alan savunmasının yasak oluşu ve avrupada 24 saniye kuralı yerine
30 saniye kuralının uygulanıyor oluşuydu.
özellikle dünya basketbol şampiyonasında yunanistan'ın a.b.d'yi yenmesinin
ardından oyun şablonlarındaki, hücum sistemlerindeki farklılık ön plana çıkmıştır.
avrupa basketbolunun pick and roll şablonunu kullanışına ve
takım oyununu ön plana almasına karşılık
nba'in kişisel olarak skor üretimine dayalı hücum anlayışı tartışma konusu olmuştur.
-euroleague'de sadece maç başında hava atışı yapılır.
nba'de ise her paylaşılamayan toptan sonra hava atışı tekrarlanır.
-kişisel olarak nba maçlarını canlı olarak izlemekten soğuma sebebim ise
özellikle maç sonlarına doğru molaların sonunun gelmeyişidir.çözüm önerisi:
euroleague maçları tek başına da izlenir ancak
canlı olarak bir nba maçı izleyecekseniz
yanınızda bir arkadaşınızın olması iyi olur.
'siren çağrısı'na uyulması insanı ölüme,
görmezden gelinmesi ise sıradanlığa mahkum eder.
iki açıklama yapılabilir ama ne tuhaftır ki bu iki açıklama da
birleşip aynı yere çıkacaklar sonunda.
Birincisi, Lacan'ı izleyerek Siren çağrısının
anne arzusu olduğunu söyleyebiliriz.
Bir kadından doğmuş ve yetişkin olana kadar onunla aynı
yaşam mekanını paylaşan her insan evladının
ilk arzu nesnesi olan annesine duyduğu çaresiz, tatmin edilemez arzu.
Onunla birleşme (ya da ondan ayrılmış olduğunu kabul etmeme) gayreti.
Hayatın ilk yıllarından sonra genişleyerek cinsel arzuyu da içerecek
(ama asla yalnızca onunla sınırlı olmayan) bir arzu.
Oidipus kompleksini dolayımsız bir tanımla okuyan bir sürü düşünür,
bu kompleksi erkek çocuktan anneye yönelen bir arzunun sonucu olarak,
yani heteroseksüel bir arzu olarak algılayagelmiştir.
Oysa daha Oidipal evreye varmadan, erkek ve kız çocuğun içinde
cinsellik potansiyelini de taşıyan arzularının ortak hedefi annedir.
Çoğu düşünür, çocukların heteroseksist bir içgüdüyle doğduğunu sanır,
en azından bunu varsayar; bu varsayım cinsellik (sexuality) ile cinsiyet (sex)
kavramlarının karıştırılmasının bir ürünüdür. Anne Arzusu,
ne salt içgüdüsel, açlıktan ve sıcaklık beklentisinden doğan,
ne de salt cinsel bir arzudur. Bu ikisinin, yani örneğin
karın doyurma hazzıyla cinsel taminin henüz ayrışmamış olduğu bir döneme aittir.
Çocuk cinsellik dışındaki ihtiyaçlarında (yeme, ısınma, dışkılama, vs.)
bir öteki zorunluluğundan kurtuldukça, anne arzusu daralarak
salt cinsel bir arzuya indirgenir.
Tekeşli/heteroseksist aile yapısının zorunlu sonucu,
çocuğun bu yasaklanmış arzuya doğru güdülmesidir aslında.
Bu arzunun yasaklanmış olması, çocuğun ensest yasağı kanununu
bilerek doğmasından ileri gelmez kuşkusuz.
Erkek olsun kız olsun her çocuk, annenin ilgisinin ve zamanının çoğunu ya da
önemli bir bölümünü istemez; tümünü ister.
Oysa daha ilk andan beri annenin ilgisi parçalanmıştır, dağınıktır;
Adam Phillips'in terimlerini kullanacak olursak, anne çokeşlidir (promiscuous),
oysa bebek tekeşlidir. Burada da insanlık tarihinin
en büyük tragedyalarından birinin kaynağını görürüz:
Bir yanda saplantılı bir bağlılık (aşk), öte yanda ise
bu saplantıya cevap ver(e)meyen bir ilgi dağınıklığı;
sevgisizlik değil, yalnızca saplantılı bir sevginin yokluğu.
Edebiyat tarihinde saplantılı/tekeşli aşık erkek ve
çokeşli, başkalarına ilgi duymaya her an açık kadın arasındaki
gerilimden doğan trajik metinlerin haddi hesabı yoktur.
Kara romanın ve kara filmin femme fatale'i,
aslında karşılıksız anne arzusunun bir arketipinden başka nedir ki?
Üstelik bu denklemde çokeşli/saplantısız taraf ille de kadın iken,
karşı tarafın erkek olması da şart değildir.
Nitekim Wachowski kardeşlerin kara filmi 'Bound'da,
femme fatale kadın, ama karşısındaki saplantılı aşık figür erkek değil
gene kadındır (bu da herhalde filmin adının Türkçe'ye
'Tuhaf ilişkiler' diye çevrilmiş olmasının nedenini oluşturuyor).
Kuşkusuz bebeğin arzusu cinsel arzuyu da kapsayacak biçimde
genişlediğinde (fallik dönem), anne arzusunun imkansızlığı
bir yasak biçiminde de ortaya çıkar. Daha önce anne arzusunun
ölümcüllüğü saplantılı olmasında ve karşılıksız kalmaya mahkum olmasındaydı;
şimdi ise işin içine bir dışsal ceza tehdidi de girmiştir.
Yasaklayıcı/Yasa Koyucu/Cellat baba, anne-çocuk ilişkisine
üçüncü unsur olarak katılır ve çocuğun nesnellik, gerçeklik ve
benlik duyularının gelişmesine yardımcı olur.
Baba devreye girdikten sonra çocuk için anne arzusu
gerçek bir Siren çağrısı haline gelmiştir artık.
Çocuk bu çağrıya tam olarak uymaya kalkarsa, sonu ölüm, daha doğrusu,
ölüm metaforunun işaret ettiği psikotik bir varoluştur.
Tüm yaşamını ulaşılamaz bir anne saplantısı üzerine kuracak,
her davranışıyla rahmin güvenli, sıcak, koruyucu ortamına
geri kaçmaya çalışarak hayatını bir cenin olarak sürdürecektir.
Başka bir yol seçer, babanın düzenine uyum sağlayıp
bu çağrıya kulaklarını tıkarsa (Gandalf Yolu), hayatı kurtulur,
ama ikinci sınıf bir kahraman, sıradan bir nevrotik olarak kalmaya da
mahkum olur. Kuşkusuz fantazi edebiyatının önerdiği 3.yol
anlamlı bir psikoterapi sürecine eşdeğerdir. Anne arzusuyla yüzleşip,
onu tanıdıktan sonra çağrıya uymama yolu,
anlamlı bir büyüme sürecinin çatısını oluşturur.
ikincisi, Freud'un geç dönem çalışmalarını izleyerek,
Siren çağrısının ölüm dürtüsünün bir metaforu olduğunu söylemek de mümkündür.
Odyssesus'un gemicileri kulaklarını tıkamasalar, ölümlerine gideceklerdi.
Rengarenk böcekyiyen çiçeğin çağrısına uyan böcek, ölümüne koşar.
Peygamberdevesinin erkeği, dişinin çağrısına uyar ve çiftleşme anında ölür.
Freud (ve onu izleyerek Marcuse), türü sürdürme içgüdüsünün,
türün bireylerindeki ölüm dürtüsüyle hem karşı karşıya,
hem de içiçe olduğunu söyler. Haz dürtüsü ile ölüm dürtüsü
birbirlerinin hem zıddı hem de tamamlayıcısıdır.
Erkek birey, bir kez tohumlarını verdiğinde, türün sürdürülmesi için gereksiz,
hatta zararlı hale gelir; bu yüzden de böcekler dünyasında
çiftleşmeden sonra erkekler çoğu kez ölürler. Dişi için ise aynı şey,
doğurganlığını kaybettikten sonra gerçekleşir.
Ölüm dürtüsünün melankoliden saldırganlığa,
kendine zarar verme fiillerinden paranoyaya kadar
bir çok ortaya çıkma biçimi var. Ancak tüm bu biçimlerde ortak olan,
'doğmuş olma' durumuna isyandır. Gerilimin ve boşalmanın,
hazzın ve acının olmadığı, bu bakımdan da sonsuzluğun mümkün olduğu bir
'kesintisiz memnuniyet' durumunu ister ölüm dürtüsü.
Freud bu saplantılı nevrotik arzuyu, 'tekrarlama zorlaması' kavramıyla,
varoluş tarihi içinde daha eski bir duruma dönüş arzusuyla açıklar.
Bu da sürekli bir rahme dönüş arzusunu, doğum öncesi duruma
geri dönüş dürtüsü demektir aslında. Dolayısıyla,
anne arzusunun ve ölüm dürtüsünün işaret ettiği fiiller aslında bir ve aynıdır.
Anneden ayrılmış olmayı reddetme ve anneyle yeniden birleşme gayretiyle,
doğum öncesi duruma, yani bilincin ve farkındalığın olmadığı
rahim içine (kısacası ölüme) dönüş gayreti,
aslında bir ve aynı arzuyu yansıtır.
Bu yüzden de Siren, daima annedir.
Hem saplantılı bir biçimde aşık olunup, hem de nefret edilen anne,
rahme dönüş (ölüm) çağrısının da görünürdeki öznesi olduğu için,
kendisinden sakınılması gereken mitolojik bir varlığa dönüşür.
'Fantastik edebiyat'taki Siren çağrısı öyküleri,
bu arzunun varlığını kabullenip, onunla başa çıkma yollarının
araştırılmasının öyküleridir. Siren çağrısı size birçok şey vadedebilir:
Sınırsız iktidar, sınırsız haz, sınırsız mutluluk.
Vadedilen her şey sınırsızdır. Oysa fantazi kahramanı,
tam da sınırlarını tanımak için çıkmıştır yola.
Sınırların ötesine bir göz atıp dönmek,
sınırları tanıyıp kabullenmenin en anlamlı yoludur.
Sınırı geçip geri dönmemek, kaybolmayı getirir.
Gollum Yüzük'le birlikte 'Kıyamet Çatlağı'na düşer,
vajinadan içeri girerek rahme geri döner.
En Uzak Sahil'de ölümsüzlük vadine kanan büyücüler
büyü güçlerini (iktidarlarını, bağımsız benliklerini, sanatlarını) kaybederler.
Arthur destanında bile tüm kötülükler,
Lancelot'un Guinevere'e (sembolik baba Arthur'un karısına,yani bir tür anneye)
aşık olmasıyla, arzuya gem vuramamasıyla başlar.
Gandalf ve Aragorn örneklerinde, arzuya gözlerin ve kulakların kapanması
kötü sonu engeller, ama kahramanı da bulunduğu yerden
bir adım bile ileriye götürmez. Gandalf Yüzüklerin Efendisi'ni
başladığı gibi bitirir. Aragorn da öyle:
ipsiz sapsız bir 'Yolgezer' iken kral olmuştur,
ama kişiliği bir değişime uğramamıştır, büyümemiştir.
Aragorn ve Gandalf roman boyunca 'tedavi' olamazlar;
başladıkları gibi, bütün bir tarihin, savaş ve yıkım dolu bir varoluşun
acı dolu yükünü taşımaya, melankolik olmaya devam ederler.
Peki Frodo'ya ne olur? Frodo Siren çağrısı imtihanını geçemez;
son anda arzusuna yenilir ve ancak Gollum'un müdahalesiyle ölümden kurtulur.
Ama bu kurtuluş tam değildir. Birincisi eksilmiş, iğdiş edilmiştir.
ikincisi ise, artık yaraları iyileşmeyecek, huzur bulamayacaktır.
Frodo'nun terapisi eksik kalır; Frodo büyür, ama bir yetişkine dönüşemez.
Öte yandan Frodo'nun hizmetkârı, roman boyunca hep
'2.sınıf' bir kişilik sandığımız Sam,
arzunun ülkesine gider ve geri döner. Yüzüğü takar ama
onun çağrısına kanmaz. O yüzden de içgörü kazanır, yetişkin olur.
Bütün romanın mutlu sona erebilen tek kişisi Efendi Samwise'dır.
Evlenir, mutluluğu bulur; hatta Hobbitköy'e belediye başkanı olarak
iktidar sahibi bile olur. Ama iktidarın, hazzın, ya da mutluluğun kölesi olmaz.*
bugün cnntürk'te rastladığım bir program.
bir şirket nasıl kurulur, bankada şirket adına hesap nasıl açılır gibi
başlangıç konuları, bu gibi durumlarda muhatap olunması gereken kişilerle
birebir görüşülerek aktarılmıştır.
don´t talk to her when shooting stars are falling
don´t talk to her when she can smell the jasmine in the air
don´t talk to her when no one knows you´re calling
you might just say the words that keep her waiting there
don´t talk to her when she is softly sleeping
don´t wake her to the sound of your voice whispering her name
don´t tell her all the secrets you´ve heen keeping
don´t tell her that you´re drowning in a river of shame
when the wolf is howling
underneath the moon
underneath the window
of a hotel room
burn the blanket
shoot the light
but don´t talk to her at night
don´t talk to her in thunder or in lightning
don´t talk to her with fuses blown and wires falling down
don´t talk to her when the fever is frightening
when she´s burning in the bedroom in an evening gown
or when the wolf is howling
undernearh the moon
underneath the window
of a hotel room
burn the blanket
shoot the light
but don´t talk to her at night
don´t talk to her at night
ne kadar hesapçı olduğumu cümle alem öğrenicekte olsa girmeden edemediğim başlık.
tanım: avea hattı için örnek vericek olursak,
avea 100 kontör 14.5 ytl ve avea 250 kontör 31 ytl.
olaylar şöyle gelişiyor:
ayda 250 kontör gider. e o zaman bir kerede alayim kara geçeyim.
ne kadar da zekiyem diye düşünülür çünkü ay başlarında 250 kontör alırsanız
2 aylık telefon masrafınız 31*2=62 ytl olur.(toplam 500 kontör)
bunun yerine taksit taksit 100 kontör şeklinde alırsanız 14.5*5=72.5 ytl.
ve nihayetinde 72.5-62=10.5 ytl. karda olursunuz.
buraya kadar iyi güzel ama kontör fazla diye ararken kasmayıp nassolsa kontör
var anlayışıyla hesapçı ama cimri değilseniz sıçıyorsunuz efenim.
bu yüzden cimrilere önerilen ama denyolara önerilmeyen yöntemdir.*
kendini tanımamaktır. o kadar yabancıyımki kendime okulu bıraktım buraya entry giriyorum, iyi bok yiyorum dedirten durum. çözümü hukuk fakültesine mi gitmektir*
yoksa az önce yapmış olduğum iğrenç espri ve benzerlerine bir dur demek midir? bilemiyorum. bildiğim tek şey kendime hakim olamadığımdır.
harcanan paraya oranla eğlence katsayısının yüksek olduğu aktiviteleri
gerçekleştirmek için uygulanan yöntemler.
mesela şu an yaptığım şey. ahahaha. harika.
bir de kelimenin art niyetli anlamını kullanırsak,
saf ve temiz kalpli birini kafaya almak da 'ucuz' yolla eğlenme yöntemidir.
bunu yapan art niyetliler en azından eğlendiklerini
karşıdaki iyi insana hissettirmeyip kirletmesinlerdir,
bir safı daha kaybetmemize sebep olmasınlardır.
edit: az önce denedim bayaa güldüm;
kendini gıdıklamak.
-yapma len
+asıl sen yapma olm
(bkz: gollum)
(bkz: ucuz yollu para kazanma yontemleri)
darko Suvin'e göre edebi türler tarih boyunca iki büyük akım oluştururlar:
Bunlardan birincisi;
Suvin'in 'doğalcı/naturalist' diye adlandırdığı,
her çağın 'bugün ve burada'sının olabildiğince
sadık temsillerinin temel alındığı akımdır.
Bu akım her çağın ana akımıdır ve o çağ içindeki
adlandırılması ne olursa olsun
(romantizm, realizm, neo-klasisizm, modernizm)
aynı büyük, doğalcı akımın parçasıdır.
Diğer akım ise;
her çağın ikinci planda kalan, muhalif akımıdır.
Suvin buna 'estanged=yadırgatılmış' akım der.*
Tolkien'ın Yüzüklerin Efendisi'nde arayış macerası(quest)
en abartılı biçimini alır; çünkü aranan, arzu nesnesi,
macera başlamadan çok önce bulunmuştur. Bulunmuştur,
ancak sahip olunamamıştır; olunamaz da zaten.
Eğer dikkatli olmazsanız, o size sahip olabilir.
Yasak arzuya ona gözlerini yumarak, görmezden gelerek,
yokmuş gibi davranarak direnmek, 2.sınıf kahramanın yazgısıdır.
Siren imtihanıyla karşılaşan kahraman, arzusuyla yüzyüze gelip
mücadele etmekten kaçınırsa hayatta kalır,
ama imtihanı da geçmiş sayılmaz. Gandalf Yüzük'e dokunmayı bile redderek
çağrıya kulaklarını tıkar; ama bunu, o çağrıyı hiç duymamak pahasına yapar.
Tam da bu nedenle, Yüzüklerin Efendisi'nin gerçek kahramanı
Gandalf değil, Aragorn da değil, Frodo'dur.
Çünkü bu ilk ikisi arzuyla sınanmayı, Yüzük'ü taşımayı kabul etmemişlerdir.
Frodo ise imtihanı kabul eder... ve tam sınıfta kalacakken,
düşmanı, 'öteki'si, gölgesi tarafından,
Gollum tarafından yokolmaktan kurtarılır.
"Quest", ondan vazgeçmektir; yaratıldığı volkana atarak yok etmektir.
Arzu nesnesi üç ciltlik macera boyunca kahramanın yanında, koynunda taşınır.
Bir yüzüktür bu: Güç Yüzüğü. Takanı görünmez yaptığını biliriz.
Bu bile az nimet değildir ("öteki"nin nazarından korunma);
ancak takana bundan çok daha fazla güç sağladığı ima edilir kitap boyunca;
örneğin Gollum da, Bilbo da uzun ömürlerini ona borçludurlar.
Tam da bu yüzden hiç kimse, en bilge olan Gandalf bile,
onu kullanmaya mezun değildir; çünkü yüzüğü kullanmaya kalkan,
sonunda kullanılacaktır. Böylece Frodo, objet petit'sını yanında taşıyarak
Orta Dünya'nın dört bir yanını gezer.
Kaç kez baştan çıkarılmanın eşiğine gelir.
Özellikle tam da son anda, yüzüğü volkana,
"Kıyamet Çatlağı"na atacakken. Ama o zaman da
Frodo'nun "öteki"si, gölgesi Gollum devreye girer;
yüzük zaten baştan beri onun ulaşılamaz arzu nesnesidir.
Frodo ve Gollum sonunda bütünleşemezler.
Gollum yüzüğü (ve Frodo'nun bir parmağını) alır,
ama kendisi de yüzükle birlikte çatlağa düşer.
Gölge, objet petit a ile birlikte yok olur.
Ancak bu fiille Frodo'nun terapisi tamamlanamamıştır,
Frodo özgürleşememiş, bütünlenememiştir;
"eksik" kalmıştır (adı artık "Dokuz Parmak Frodo" olacaktır).
Son anda baştan çıkarılmaya teslim olmak, arzuya yenilmek,
sembolik bir "hadım edilme"ye yol açmıştır.
Mükemmel bir vagina dentata metaforu olan "Kıyamet Çatlağı"
(metafor o kadar mükemmeldir ki, çatlak
yüzüğün doğduğu yer olan volkan/rahme açılır),
Frodo'nun gölgesi ve arzu nesnesiyle birlikte bir parmağını da yutar.
Bu "hadım" eyleminden sonra Frodo'nun acısı hiç dinmez,
durmadan tekrarlanır, ta ki Gri Limanlar'a, oradan da
denizin ötesine gidene kadar.*
Eski Yunan'dan bize kalan ilk tragedya olan Aiskhilos'un üçlemesinin adı.
"anneden kurtulma"* diye özetlenebilecek olan "quest" arketipinin
bir örneğinidir. Orestes'in görevi annesi Klitemnestra'yı öldürmektir
üçlemenin ilk oyununuda. ikinci ve üçüncü oyunlar ise
bu fiilin aklanmasının hikayesidir. Oidipal bir delikanlı olduğundan
hiç kuşku duyamayacağımız Orestes, yetişkin bir erkeğe dönüşmek,
ve çok daha geniş bir planda, ataerkil toplum düzeninin ebeliğini yapmak için
annesini öldürmek zorunda kalır. Bunu yaparken de baş destekçisi,
hatta kışkırtıcısı, kızkardeşi Elektra'dır. Ataerkil bir düzende
kız olsun erkek olsun, evladın yetişkin olmak için yerine getirmesi
gereken görev, anneyi (kuşkusuz metafor düzeyinde) öldürmektir.
Ama unutmamalıyız ki, aynı anne, evladın ulaşılmaz arzu nesnesidir de aslında.*
Her 'arayış macerası'(quest),
''Karanlığın Kalbine'' yapılan bir yolculukta düğümlenir.
Joseph Conrad'ın aynı adlı kısa romanı (Karanlığın Yüreği)
fantazi olmamasına karşın, "arayış macerası" metaforunun
en iyi örneklerinden biridir. Çoğu edebiyat eleştirmeni
Karanlığın Yüreği'ni bir sömürgecilik/emperyalizm eleştirisi olarak okumuştur;
kuşkusuz anlamlı bir okumadır da bu.
Ancak alternatif (psikanalitik) bir okuma bize başka şeyler de söyleyecektir:
''Karanlığın kalbine'' yapılan yolculuk, bilinçdışına doğru yapılan
bir yolculuktur; orada bulunan ise "öteki"dir, gölgesiyle yüzleşmiş ve
bunu kaldıramamış olan, o yüzden de "Dehşet! Dehşet!"
diye mırıldanmaktan başka bir şey yapamayan bilinçli,
akılcı Batılı/Beyaz zihnidir.*
Her fantazi metninin zorunlu sonu, eve dönmektir.
Le Guin'in 'Esas Yolculuk' dediği şey yani.
Ancak dönülen ev, hiçbir zaman sorunsuz, rahat bir 'yuva' olmaz.
Fantazi kahramanı yolculuğa 'ev'deki bir huzursuzluğu gidermek için çıkar;
gündelik yaşamında bir altüst oluş vardır. Bu huzursuzluk,
psikanaliz ile kurduğumuz paralellik bağlamında, semptomlara denk düşer.
Fantastik yolculuğun kendisi ise bu semptomların 'altında yatan'
bilinçdışı malzemenin araştırılması, serbest çağrışımlar,
rüya çözümlemeleri ve bir araya getirilmeye çalışılan bölük pörçük anılardır.
Bu yolculukta her ne olursa olsun, sonunda eve dönülecek ve
semptomların kendileriyle de hesaplaşılacaktır. O yüzden 'eve dönüş' teması
psikanalitik terapideki sonuçlanma aşamasının bir metaforu gibidir.
Nasıl psikanaliz süreci boyunca yaratılan iki kişilik
fantastik aktarım/karşı-aktarım evreni sonuçlanma aşamasıyla birlikte
gerçek dünyaya geri dönerek semptomların ya giderilmesi, ya da
onlarla barışılması kanalına girecekse, fantastik yolculuktan eve dönüş de,
tüm yolculuğun küçük bir modelini gündelik yaşamın evreni için
yeniden kurarak ve çözerek, hayatı yaşanılır kılar.
'Eve dönüş'ün olmadığı fantastik metin, başarısızlıkla sonuçlanmış bir
psikanalitik vaka öyküsüdür. Arthur destanında eve dönüş yoktur,
tersine yıkım, düzenin bozulması ve ölümdür sonda karşımıza çıkan.
Sondaki yıkımdan sağ salim çıkabilen Sir Perceval ise
destandaki tümüyle masum ve saf tek kişidir.
Ölüler diyarına yolculuğu gerçekleştiren tek kişi de odur zaten.
Ama onun da eve dönüp dönemediğini, döndüyse bunun
nasıl bir ev olduğunu bilemeyiz. Yüzüklerin Efendisi'nde Hobbitler
fantastik yolculuklarının derslerini Hobbitköy'e uyguladıklarında,
yalnızca Saruman'la Solucandil'i alt etmekle kalmazlar,
Hobbitköy'de nicedir sürüp gitmekte olan hobbitler arası
önemli-önemsiz sorunları, semptomları da
yeni bir düzende içererek huzuru sağlarlar.*
anne arzusunun reddine ya da yenilmesine verilen önem,
bu konuda düşünen insanların ensest yasağı kuralına
bilinçsiz bir biçimde körükörüne bağlı olmasından kaynaklanıyor olabilir.
Rahme dönüş hevesinin, bağımsız bir varlığı ve yaşamı
reddediş anlamındaki bir anne arzusunun savunulur yanı yok;
ama bir insan kendi genetik annesine gerçekten aşık da olabilir,
bu aşk cinsel bir yan da içerebilir. Günümüzde
cinsel aşk ile üreme fonksiyonu birbirinden neredeyse
tamamen ayrılmış olduğu için,
birinci dereceden akrabalar arasındaki cinsel ilişkinin
'türü bozduğu' tartışması artık geçersiz kalmıştır.
Fakat bu aşkın bir anlamı olabilmesi için
o insanın kendindeki anne arzusuyla yüzleşmiş,
onunla hesaplaşmış ve bir şekilde başa çıkmış olması,
bu aşkın bir saplantıdan ya da psikotik bir
içe kapanma sürecinden ibaret olmadığından emin olması gerekir.
Ancak o zamandır ki aşk için bir sıfır noktasına gelinmiş olur ve
kimin kime aşık olabildiğine bakılabilir.
Bu hesaplaşma yapılmadığı sürece,
boyun eğilen anne arzusu, insanı şizofreni ile
saplantı zorlaması nevrozu arasında bir yerlere kıstıracaktır.*
yüzyılın aşkının arzu nesnesi...king kong'un aşkı.
1933 yapımı ilk king kong filminde fay wray, ann darrow karakterini canlandırıyordu.
geçenlerde business channel bir sabah sürprizi yapıp yayınladı.
rahmetli fay wray ablamız kong tarafından şehirde kaçırıldığı filmin
final bölümünde paso bağırıp çağırıyordu. hatta ağzından tek kelime dökülmedi.
ve orijinal king kong'u izleyince peter jackson'ın yeni king kong'da harika
bir iş çıkardığını, nasıl bir deha olduğunu birkez daha anladım.
özel efektleri hesaba katmıyorum çünkü iki film arasında 70 yıldan fazla zaman var
ancak devasa bir gorille naomi watts arasındaki aşkı bana hissettirdi, üstüne
bir de ağlattı. itiraf ediyim ağladığım bölümlerde ikinci izleyişimde yine ağladım.
tabii yeni king kong'u bu kadar etkileyici hale getiren temel faktörler:
özel efekt harikası kong, peter jackson ama belki de en önemlisi ann darrow'u
mükemmel canlandıran naomi watts. son olarak şunu belirtelim;
kimse sevilmiyorum diye üzülmesin, bir ann darrow veya andy darrow arasın.
10 yıllık senaristlik kariyerinin ardından 2002'de yönettiği
ilk sinema filmi *Equilibrium ile umut veren
ancak 2.yönetmenlik deneyimi olan Ultraviolet'la sıçarak kariyerini zora sokan, cameo sever yönetmen.
Metropolistanbul bağımsız bir bilgi paylaşım ağıdır. istanbul metropolünün dinamiklerini konu edinir. Bu dinamikler üzerine üretilen yazılı, sözlü ve görsel tüm ürünleri sanal bir platformda bir araya getirmeyi amaçlamaktadır. Okuyucunun katkıda bulunabileceği interaktif bir ortamdır. Yeni görüş ve düşüncelerin yaratılmasına ve paylaşılabilmesine olanak sunacaktır. Temel hedef, kentin dinamiklerinin ürettiklerini biriktirmektir. Bu birikimin ağırlıklı noktası üretilen bilgiyi arşivlemek ve yenilerini üretmektir. Üretilen bilginin arşivlenmesi sözlü, yazılı ve görsel birikimleri içerir. Metropolistanbul'un aylık temalarla ürettiği bakış açıları yeni birikimler sağlayacaktır. Bu birikim sürecinde üretilenler eleştirel bir bakış açısı taşıyacaktır. Bu platformdan istanbul konulu etkinliklerin duyurusu yapılacağı gibi platformun kendisi de bir etkinlik alanı olacaktır.
Metropolistanbul Çalışma Grubu:
Candan Çınar, Füsun Çizmeci, Ebru Omay Polat, Banu Çelebioğlu, Tayfun Gürkaş
Metropolistanbul'a Katkı Sağlayanlar:
Tolga Adınır, Ufuk Demirgüç, Boran Erem, Seher Güzelçoban, Esen Karol, Aykut Köksal, Hacer Kurt, Şenel Muhziroğlu, Burcu Mutlu, Gülin Şenol
Metropolistanbul grubu 2 yıl önce Yıldız Teknik Üniversitesi'nden
5 araştırma görevlisi tarafından kuruldu.
Amaç bir tür istanbul arşivi oluşturmaktı ve sonuç:
Internet üzerinden istanbul üzerine üretilmiş olan
her türlü malzemenin künyesine ulaşılabilecek,
oradan yayınlara da ulaşma yolunu sağlayan bir site.
Site geçen yıl Nisan ayında yayın hayatına başladı.
Bu arşivin yanında bir de sitede her ay tema konuları değişen
mümkün olduğunca doktora ve yüksek lisans öğrencilerinin
editörlüğünü ve yazarlığını yaptığı aylık metinler mevcut.
Bu metinler 11 sayıya ulaşmış durumda.
Yazıların tamamı istanbul ve metropol üzerine üretilmiş yazılar.
kısaca istanbul arşivi:
istanbul'a dair kitaplar, tezler, süreli yayınlar ve
tematik olarak kategorize edilmiş makalelerin arşividir.