Pamuk romanı hakkında bir diğer röportajını popüler edebiyat dergisi olan OT'a verdi. Veba Geceleri 1900-1901 yıllarında Girit-Kıbrıs-Rodos civarlarındaki hayali bir Osmanlı vilayeti olan Minger adasında, II. Abdülhamid devr-i saltanatında geçmektedir. Adada 1894'ten itibaren Hindistan ve Çin’den gelen üçüncü veba pandemisi etkili olmaktadır. Eserde salgının insanlar ve özellikle çocuklar üzerine etkileri Osmanlı Devleti'nin inkirazı ekseninde anlatılmaktadır. Osmanlı’nın en ünlü karantina doktoru Charles Bonkowski Paşa, Vali Sami Paşa, bir subay ve bir Hanım Sultan eserdeki karakterler arasındadır. Tarihî roman türüne haiz olan eserin esin kaynakları arasında Sessiz Ev'in başkişisi Faruk'un yaptığı araştırmalar yer alır. Pamuk'a göre Faruk, Sessiz Ev'de bu roman için bir araştırma içindeydi. Eserden bir bölüm Mart 2020'de Gazete Duvar'da yayımlandı.
Eserde merkez-çevre arasındaki ilişkinin veba ekseninde kopuşu kurgulanmaktadır. Olayları geçtiği adada Müslüman ve Ortodoks ağırlıklı bir demografik denge bulunmaktadır. Veba salgınında anne-babalarını kaybetmiş çocuk çeteleri de eserde ön plandadır.
Roman, Gebze’ye bağlı Cennethisar’da eski, büyük, sessiz bir evde başlar. Evin sahibi yaşlı, yalnız, acılı bir kadındır: Fatma Hanım [roman boyunca Büyükhanım ve Babaanne olarak da anılır]. Evin bütün işlerinden cüce Recep sorumludur. Büyükhanım'ı yedirip içirmek, kaldırıp yatırmak, bulaşıkları yıkamak, evi silip süpürmek, çarşıya gidip gelmek hep onun görevidir. Büyükhanım'ın üç torunu bir hafta kalmak üzere ertesi gün buraya geleceklerdir. Bunun için evde yapılması gereken hazırlıklar tamamlanmıştır.
Tekstil zengini Basmacı ailesinin 30 yaşındaki oğulları Kemal'in Sibel ile nişanlanmaya doğru giden bir ilişkisi vardır. Sibel'e çanta almak için gittiği dükkânda yıllardır görmediği 18 yaşındaki uzak akrabası Füsun ile karşılaşır. Füsun'dan etkilenen Kemal, zamanla Füsun ile buluşmaya ve birlikte olmaya başlar. Füsun, tezgahtarlık yapmanın dışında üniversite sınavlarına hazırlanmakta ve Kemal ile birlikte matematik çalışmaktadır.
Günler süren buluşmaları Kemal'in Sibel ile nişanlanmasından sonra kesilir. Kemal, Füsun'u Merhamet Apartmanı'nda buluştukları dairede, her gün aynı saatte beklemeye başlar. Fakat Füsun, buluşmaya gelmez. Füsun'a ulaşamayan Kemal, mutsuz günler geçirmeye başlar. Sibel'den ayrılır ve Füsun ile seviştiği dairede Füsun'un eşyaları ile birlikte zaman geçirir.
Kemal'in babasının ölmesiyle Füsun'dan Kemal'e taşındıkları evin adresini içeren bir not gelir. Kemal, verilen adrese gittiğinde Füsun'un evlendiğini öğrenir. Füsun'un beş ay önce evlendiği kocası Feridun, Füsun'a çocukluğundan beri âşık, şişman ve sevimli, işsiz bir genç sinemacıdır. ilerleyen zamanlarda Kemal, Füsunlara gidip gelmeye başlar ve Füsun'un kendisine ulaşmasının asıl nedeninin kocasının çekeceği Yeşilçam filmi nedeniyle duydukları sermaye ihtiyacı olduğunu anlar. Kemal, Füsun ile olan ilişki kopmasın diye Füsun'un başrolünde oynayacağı, Feridun'un çekeceği filmin finansörü olmaya karar verir. Füsun, Kemal ve Füsun'un kocası Feridun, akşamları beraber yazlık sinemalara gidip film izlemektedirler. Füsun, Kemal'i eve davet etmesine rağmen, ona yakın davranmamaktadır. Nadiren anlık yakınlaşmalar olsa da ortak geçmişlerine dair bir işaret vermemesi Kemal'i ondan uzaklaştırmamaktadır. Füsun'un annesi Nesibe Hanım'ın, Füsun'un evliliğinin namusu kurtarmak için yapılmış geçici bir ilişki olduğunu anlatması ve er geç Füsun'la birlikte olacaklarını ama sabırla beklemesi gerektiğini öğütlemesi Kemal'e şevk vermektedir.
Kemal zamanla Füsun'u bir gün kaybedeceği korkusuyla ona ait nesneleri gizlice alarak biriktirmekte ve suçunu örtmek için her hırsızlık ertesinde eve değerli hediyeler getirmektedir.
Kemal, Füsun'un başrolünde oynayacağı film için Limon Filmcilik'i kurar. Fakat ne Kemal ne Feridun Füsun'un filmde oynamasını isterler. Onun yerine daha sonraları Feridun'un gönül verip yaşamaya başlayacağı Papatya'yı seçerler. Film başarı getirir, fakat Füsun ile Feridun'un evliliği kopmuştur ve Kemal de bu sonuçtan memnundur.
Füsun'un babasının ölmesiyle Kemal ve Füsun birlikte olmaya doğru adım atarlar fakat Füsun, kendisinin Kemal'in ailesine, arkadaşlarına Kemal tarafından takdim edilirse ve söz, nişan, nikâh, düğün törenlerini yapılırsa evleneceğini söyler. Önce sözlenirler sonra Füsun, Kemal ve Füsun'un annesi Paris'e gitmek için arabayla yola koyulurlar. Babaeski'de Edirne yoluna bakan bir otelde dinlendikleri gecenin sabahında Füsun'un kullandığı ve Kemal'in de bulunduğu araç kaza yapar. Füsun ölür, Kemal ise ağır yaralanır. Kemal iyileştikten sonra, yıllar boyunca topladığı eşyayı sergileyeceği bir müze açmaya karar verir. Fusünların Çukurcuma'daki evini müze haline getiren Kemal, müzenin kataloğunu roman biçiminde yazılması için yazar Orhan Pamuk'a teklif götürür ve Pamuk kitabı yazmayı kabul eder. Başından itibaren birinci tekil kişi anlatımıyla ilerleyen kitabın son sayfalarında, Kemal sözü kitabın kahramanı olan yazar Orhan Pamuk'a bırakır. Pamuk, Kemal'in ölümünü de anlatarak kitabı sona erdirir.[
Manzaradan Parçalar, Nobel ödüllü Türk yazar Orhan Pamuk'un 2010 yılı Eylül ayında ilk baskısı iletişim Yayınları tarafından piyasaya sunulan, yazarın Öteki Renkler isimli kitabının devamı niteliğinde, kendi yaşamını anlattığı yazıları ve kendisiyle yapılan röportajlardan oluşan kitap.
Cem, 1980 yılında istanbul'da annesi ile yaşayan bir lise öğrencisidir. Cem annesi ile daha samimidir, babasına ise biraz uzaktır. Cem'in babası eczacıdır ve Cem her gün babasına öğle yemeği götürmektedir. Cem'in annesi bir gün Cem'e babasının bir daha gelmeyeceğini söyler, buna içerleyen Cem, maddi sıkıntı çekmemek ve üniversite hayalleri için gerekli gördüğü dershaneye gidebilmek için iş aramaya başlar. Cem ilk olarak bir kitabevinde çalışmaya başlamıştır, ardından tavsiye üzerine kuyuculuk işinde çalışmaya başlar.
Romanın diğer kahramanlarından Hayri Bey yeni bir tekstil fabrikası kurmak ister fakat tekstil fabrikası için alanda sondaj çalışması yapılması gerekir. O dönemlerde makineli sondaj çalışmaları olmadığından dönemin önde gelen kuyucularından Mahmut Usta'ya alanda su arama işini verir. Mahmut Usta yanında Cem ve Ali ile sondaj çalışmalarına başlar. Kısa bir zaman zarfında ustasına alışan Cem, ustasına büyük bir sevgi besleyip babası gibi görmektedir. Tekstil fabrikasının kurulacağı alandaki su arama çalışmaları gereğinden uzun sürmüştür ve bu çalışma günlerinde Cem kırmızı saçlı bir kadınla karşılaşmış ve ona âşık olmuştur. Her gün kırmızı saçlı kadını görmeye çalışan Cem kısa bir süre sonra bu kadının tiyatrocu ve evli olduğunu öğrenmiştir. Cem ile Kırmızı Saçlı Kadın; kadının kocasının evde olmadığı bir gün karşılaşmışlar ve birlikte olmuşlardır. Bu sıralarda kuyucu Mahmut Usta'nın çırağı Ali ise işi bırakmıştır. Cem, Kırmızı Saçlı Kadın ile birlikte olduktan bir gün sonra ustasıyla çalışırken; ustasının kafasına yirmi metre yükseklikten bir kova düşmüştür. Cem ustasını kurtaramayacağını düşünür, sonraları ise şehri terk etmiştir.
Yıllar sonra başarılı bir müteahhit olan Cem, bir iş için Öngeren'e gitmesi gerekir. Belirli bir zamandan sonra Cem, Enver adında bir oğlu olduğunu öğrenir. Enver, Cem'in Kırmızı Saçlı Kadın'la olan ilişkisinden olan çocuğudur. Enver babasınına kendisini farklı biri olarak tanıtır ve bir süre sonra ikili arasında çıkan kavgada Enver babasını öldürüp cezaevine girer
Romanın kahramanı Galip istanbul'da yaşayan bir avukattır. Bir gün, karısı Rüya'nın arkasında küçük bir not bırakarak onu terk ettiğini öğrenir. Şehirde dolaşıp nerede olabileceğine dair ipuçlarını aramaya başlar. Karısının, Milliyet Gazetesi'nde bir köşe yazarı olan kardeşi Celâl'le olduğundan şüphelenir ve arkasından Celâl'in de kayıp olduğunu öğrenir. Galip'in araştırmaları sırasında, Celâl'in yeniden basılan, istanbul ve tarihi hakkındaki uzun ve edebi düşünce yazıları da araya girecektir. Bir süre sonra Celâl gibi yaşayarak onun nasıl düşündüğünü anlayabileceğine ve böylece yerlerini bulabileceğine inanmaya başlar. Bu düşünceyle Celâl'in gizli dairesini bulur ve oraya yerleşir; bir süre sonra onun elbiselerini giymeye ve onun köşe yazılarını yazmaya başlayacaktır. Bütün bunlar Galip'in çocukluğundan beri hayranı olduğu Gazeteci Celâl'in yerine geçmek, onun gibi davranmak, onun yerine köşe yazıları yazarak "Celal" gibi olma fırsatıdır aslında. Zaten Galip de bir süre sonra Rüya'nın peşinde koşmaktan vazgeçecek, "Gazeteci Celal" olarak BBC televizyonundan gelen kişilerle röportaj yapacak, telefonda hayranlarıyla Celalmiş gibi konuşacaktır. Romanın sonunda çok eski bir hayranı, Celâl'in, karısını ayarttığını öne sürerek bir akşam vakti yolda yürüyen Celâl ile Rüya'yı tabancayla vuracaktır. ikisinin de ölmesinden sonra Galip, avukatlık mesleğine devam eder fakat Celâl'in yerine de köşe yazısı yazmayı sürdürür.
ana kahramanı boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş’ın bir düğünde görüp aşık olduğu kadına yıllarca mektup yazdıktan sonra yanlış kızı kaçırmasını ve onunla istanbul’da sürdürdüğü yaşamı konu alır. Romanın arka planında, sokakta kalmamak için inşa edilen gecekonduların ranta dönüşmesi süreci, bu sürecin aile ve şehir kültüründe yarattığı değişiklikler anlatılır. Romandaki olaylar bir anlatıcı tarafından üçüncü tekil kişi ile anlatılmış ve romanın çeşitli karakterleri zaman zaman devreye girerek birinci tekil şahıs ile olayları kendi bakış açılarıyla anlatmışlardır.
Gizli Yüz, yönetmenliğini Ömer Kavur'un yaptığı Gizli Yüz adlı film için (1991) Orhan Pamuk'un yazdığı senaryodur. Pamuk senaryoyu Kara Kitap'taki "Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri" adlı bölümdeki bir hikâyeden yola çıkarak yazmış ve 1992 senesinde kitap haline getirmiştir.
Cevdet Bey ve Oğulları, tipik bir aile romanıdır. Roman, ana hikâye olarak Cevdet Işıkçı ve Işıkçı Ailesi'nin hikâyesini anlatır. Işıkçı Ailesi ile birlikte, bu aile etrafında Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, dönemin kültürel özellikleri, toplumun orta ve üst gelir sınıflarının dünya görüşleri, yaşam biçimleri, ev hâlleri, tüketim alışkanlıkları da hikâyenin öğeleri arasındadır. Bu özelliği ile roman, 19'uncu yüzyıl romanının özelliklerini taşıyan, klasik bir çağ romanı niteliklerini taşır. Türün başka örneklerinde olduğu gibi, toplumun belirli bir tarih dilimi içindeki değişimini anlatır.
Romanın konusu 17. yüzyılda istanbul'da geçer. Napoli'ye yapmakta olduğu bir deniz yolculuğu sırasında Osmanlı korsanları tarafından tutsak edilen bir Venedikli istanbul'a getirilerek köle olarak satılır. Venedikli kölezamanda karşılaşırlar. Henüz Osmanlı çağının gerisinde değildir yine henüz Avrupa Osmanlının çok ilerisinde değildir. Bulundukları coğrafyada desenleri farklı olsa da bilim adamları (bir diğer deyişle soru soranlar, sorularına bilimsel yanıt arayanlar) aynı hurafelerle başa çıkmak zorundadırlar. Hoca'ya göre; "insanlar aptaldır, bilime hakettiği önemi vermezler. Bilimden çok hurafeler ilgilerini çeker ve inanırlar.".
Kısa tutulmuş roman, zekice bir kurguya sahiptir. insanlar ve yerler her ne kadar iki yüzyıl öncesinde olsa da, okuyucu -hangi ülke, hangi kültürde yaşarsa yaşasın- bugünü ve bu yeri algılar. Bugünü ve bu yeri algıladıktan sonra Hoca'nın sorusuyla başbaşa kalır "Ben kimim?". Ayna metaforu kullanılmıştır.
Benim Adım Kırmızı romanı 1591 yılında Osmanlı Padişahı III. Murad'ın saltanat döneminde 9 gün süreyle karlı bir havada istanbul'da geçer. Saray hattatları ve nakkaşları padişahın emriyle hazırlanan bir kitap için gizlice Frenk etkisi taşıyan resimler yaparlar. Kitabın başlıca kahramanları, sanatçıları evinde barındıran evin kızı Şeküre ve ona âşık olan teyze oğlu Kara'dır. istanbul'da pahalılık ve korku hüküm sürmekteyken bu evdeki hattatlar ve nakkaşlar kahvehanelerde toplanıp meddahların anlattığı hikâyeleri dinleyerek eğlenirler. Benim Adım Kırmızı 'nın bir özelliği de kitabın her karakterinin kendi dilinden konuşması, ölülerin ve cansız nesnelerin dile gelerek kitabın öyküsünü kendi bakış açılarından anlatmalarıdır.
Otlakçı’da Memduh Şevket Esendal, sıradan yaşamı gülünç ve samimi yanlarını anlatıyor. Otlakçı eser içerisindeki öykülerden yalnızca biri. Yazar, kitaptaki geri kalan 25 öyküde de yine kendine özgü realist ve yalın üslubuyla eğlenceli bir gidişat çiziyor.
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, Karasu’nun kaleme aldığı ikinci eser. Yer yer kesilen, zamanın iç içe geçtiği ve hatta çizgiselliğini yitirdiği bir anlatım içeren kitap, postmodern türün iyi bir örneği olarak değerlendirilebilir.
Efsuncu Baba; Topkapı ve Çemberlitaş mekânlarında mekik dokuyan, eleştirel bir roman. Eser, Ebulfazl Enveri adındaki, batıl inançlara kendini kaptırmış birini anlatan uzun bir hikâyedir. Ebulfazl Enveri, nam-ı değer Efsuncu Baba’nın yaşamında batıl inançların kritik bir önemi vardır. Enveri’nin; tılsım, sihir, büyü ve simyaya yönelimi söz konusudur. Bir şekilde eline geçen bir kitapta istanbul’un yeraltı hazinelerinin şifreli olarak kendisine bildirildiği zannına kapılır. Define aramaya çıkar ve şifreyi çözmek için Bindirek sarnıcına varır. Burada iki Ermeni vatandaşı fark eder. Ermeni vatandaşlar onun kuşku uyandırıcı hâl ve hareketlerinden buraya geliş amacını anlarlar. Enveri ise karşısına çıkan iki kişiyi melek sanır. Olaylar da tam bu noktada gelişmeye başlar.
Tanpınar’ın bu başyapıtı 1930’lu yıllarda, dünyanın büyük çaplı bir savaş felaketine sürüklendiği bir dönemde geçer. Huzur; felsefe, sevgi, doğa ve müzik gibi kavramların yaklaşan dünya savaşı üzerinden sorgulandığı, düşsel bir metindir. Okuru, toz pembe hayallerden alıkoyup gerçeklerin dünyasına fırlatır.
Romanı tanımlayan başlığın aksine, ironik ve bilinçli bir şekilde karakterlerin tamamı huzursuzdur. Türk sanat müziğine sevdalı karakterler bir bakıma ümitsiz, biçare, ürkmüş kişiliklerdir. Doğu ve Batının buyurgan dünya görüşleri arasında sıkışmış bu insanlar, istanbul’un sokaklarında kendi varoluşsal arayışlarını sürdürmektedir.
Mai ve Siyah, iki olgu temelinde yükselir: Psikanalitik olarak ana rahmine dönüş ve felsefi-psikolojik olarak kaçış. Türk Edebiyatında ilk modern roman olarak yer edinmiş romanda düş ve gerçek çatışmasından doğan aşılmaz bir psikolojik bunalım söz konusudur. Tanpınar tarafından “Türkiye’de nesli namına konuşan tek eser” olarak tanımlanan roman, Ahmet Cemil karakteri etrafında şekillenir. Eserin başlığı anlamlıdır çünkü Ahmet Cemil’in mavi hayalleri, zaman içinde siyah hayal kırıklıklarına dönüşür.
Ahmet Cemil; genişçe bir köşk, salon, kütüphane ve bahçe ister. Atlı bir arabaya ve şık bir gözlüğe sahip olmayı temenni eder. Bir sevgilinin yanında olmasını ve üne kavuşmayı diler. Aynı zamanda yazar olmak istemektedir. Lamia isimli bir kadına aşık olur. Mülkiye mektebini bitirmek üzereyken babası vefat eder. Geçim sıkıntısı yaşamaya başlar. Zaman içinde hayattaki beklenti ve umutlarının solduğunu üzüntü içinde görür. Artık tek çıkar yol kaçış gibi görünmektedir.
Sodom ve Gomore, istanbul’un işgal yıllarındaki yozlaşmış ahlak ve kıt düşünce anlayışlarını belirli zümreler üzerinden eleştirir. Bu yılları istanbul sosyetesi, Fransız ve ingiliz zabitler üzerinden anlatır. Romana, Geral adındaki ingiliz bir subay ile Leyla adındaki Türk kızının arasında gerçekleşen flörtten söz açarak başlar. Akabinde vurdumduymaz, banknot sever, mevkiye tapan ve yozlaşmış karakterler üzerinden romanın mimarisini oluşturur.
Söz konusu yapıt, Batı edebiyatlarından ve Kitab-ı Mukaddes’ten oldukça etkilenir ve bu yazınlara göndermeler yapmaktan geri durmaz. Romanda Yunan mitolojisinden ve Faust gibi unutulmaz eserlerden de esintiler görülür. Metinlerarası, zengin ve eleştirel dile sahip bir eserdir Sodom ve Gomore. Sodom ve Gomore; aynı zamanda Puşkin’in Yüzbaşının Kızı romanı tadında, tarih konulu bir belgesel niteliğinde ve yapmacıklıktan uzak bir yapıt.
Eserin ismine de hayat veren öyküsü Lüzumsuz Adam’da Sait Faik, tüm hayatı mahallede geçen bir kişiye odaklanır. Söz konusu kişilik, Natsume Soseki’nin Daisuke’si ve ivan Gonçarov’un Oblomov’una benzeyen bir karakterdir. Bu adam, yedi senedir aynı sokakta dönüp dolaşan, mahallenin ötesini ateşten bir çember olarak gören biridir.
Kitaptaki diğer 13 öykü de nitelik açısından Lüzumsuz Adam’dan farksızdır. Yazara has tema ve atmosferler her bir öyküde okurun karşısına dikilir. Kurtlar sofrası bir kent, gönülçelen kadınlar, sefalet, doğaya dönüş istenci… Mahallenin esnafları, sıcak hoş sohbetler, meyhane, kitapçı, işkembeci ve birahane dükkânları… Bir duble rakı, yaşama tutunma çabası ve cigarayla sokakları katedilen mahallenin gündüz ve gecesi… Sait Faik’in diğer yapıtlarında olduğu gibi bu eserde de şehir, ‘birbirine yabancı insanlardan oluşan koca bir yapı’ görünümündedir. Umut yine doğacak olan sabahtadır. Sessizlik gecededir. Toprak, sessiz ve mütevazıdır.
Leyla Erbil’in bilinç akışı tekniğiyle yazdığı yedi farklı öyküsünden oluşan bu eser, her türlü otoriteye karşı başkaldırması bakımından tema bütünlüğü sunuyor. Kitap içerisinde yer alan; ‘’Vapur’’, ‘’Ayna’’, ‘’Çekmece’’, ‘’Hokkabazın Çağrısı’’, ‘’Ölü’’, ‘’Tanrı’’ ve ‘’Gecede’’ gibi öykülerden oluşan eserde Erbil, kimi zaman toplum baskısını kimi zaman ise sevgili baskısını işliyor. ilk baskısı 1968 yılında yapılmış eserin dili okurlara karmaşık gelebilse de eseri anlamakta zorlanmayan kişiler için oldukça etkileyici olduğunu söyleyebiliriz.
Çocukluğun Soğuk Geceleri, melankolik yönelimleri ile tanınan Tezer Özlü’nün ilk romanı. Tezer Özlü sevenler onun kaleminin samimiyeti ve içtenliği karşısında öyle derinden etkilenirler ki yazarla derinden bağ kurarlar. Özlü bu eserinde, kendi çocukluğundan başlıyor ancak gençliğinin de bir kısmını kapsayacak şekilde otobiyografik bir roman yazıyor. Tezer Özlü’nün bir kadın olarak hiçbir sansüre başvurmadan tüm çıplaklığıyla hayatının filizlendiği dönemini samimiyetle ele alması ayrıca dikkat çekici.
Birinci Dünya Savaşı sonrası yenilgi alan Osmanlı’nın başkenti istanbul’un işgal yıllarını anlatan kitap, dönemin insanlarının bu duruma verdikleri tepkileri oldukça yerinde yansıtıyor. Kitap; Kuvayı Milliyeciler, istanbul Hükümeti’nin yanında olanlar ve hiçbir şeyi umursamayanlar olarak üç farklı grup insan profili üzerinden işliyor.
Romanın ana karakteri olan Kamil Bey, dünya gezisine çıkmış varlıklı ve zevkine düşkün bir kimsedir. Memleketine döndüğünde karşılaştığı tablo karşısında donakalır. Ülkesinde kalmaya karar verir ve bu süre zarfında hem “içimizdeki irlandalılar” diye tabir ettiği kişilere hem de düşmana karşı mücadele kararı alır. Esir Şehrin insanları, hapsolmuş bir şehirde destansı bir mücadeleye girişen halkın ve aydın kesimin hikâyesi.
Peyami Safa’nın son romanı olan Yalnızız, roman kahramanlarının kişisellikleri ve toplumsal uyum sağlamak üzere edindikleri takdim arasındaki çatışmayı konu alıyor. Bazı karakterlerin bu çatışmadan ötürü, anlam arayışında yaşadıkları buhranları ve yalnızlıkları anlatılıyor. Safa, güçlü ruh tahlilleri ve sıra dışı kurgusuyla Modern Türk Edebiyatı’nın öne çıkan eserlerinden birini kaleme alıyor.
Kitabın kahramanı Samim, sadece mükemmelliklerden oluşan bir diyar hayal eder: Simeranya. Simeranya onun zihninde tahayyül ettiği bir sığınaktır adeta ki hayal kırıklıklarından ve yalnızlıktan kaçmak için buraya sığınır. Simeranya’da Samim mutluluğu sadece materyal hazlarda arayan insanlardan uzaklaşabilir. Safa her romanında olduğu gibi Yalnızız’da da madde ve ruh, doğu-batı gibi dikotomilere eleştirel bir yaklaşım sağlayabileceği bir kurgu yaratıyor.
Eserlerinde hümanistik bir görüşü benimseyen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Türk klasikleri arasında yerini alan Gulyabani eseri 1913 yılında yayımlandı. Eserde cin ve peri gibi boş inançlarla insanların suistimal edilmesi konu alınır ve bu nedenle bilimsel düşüncenin üstünlüğü vurgulanır. Yazarın güçlü tasvirleri sayesinde bir film sahnesi gibi gözlerinizde canlanan olaylarla Gulyabani oldukça sürükleyici bir kitap.