istiğfar ile çok karıştırılır. tövbe bir günahı işleyebilecek durumda iken terkedebilmektir, sakınmaktır. istiğfar ise işlenmiş olan günahlardan bağışlanma dilemektir.
bir günahı işleyemeyecek duruma geldikten sonra onu terketmeye tövbe denmez. adam 60 yaşında diyor ki, ben zinadan tövbe ettim. etme! sanki yapabileceksin. kumarı bıraktım diyor gözlerin görmüyor ki, 6 numara gözlükle zaten oynayamazsın. içki iç iç midene çok zarar ver, içemez hale gel sonra de ki ben içkiden tövbe ettim. hayır sen içkiden tövbe etmedin, sen günahtan zorunlu emekliye ayrıldın.
kuran-ı kerim'de pek çok peygamberin kıssası vardır. bunlardan biri hz. süleyman kıssasıdır. emrine verilenleri insan okurken düşünür ne şanslı be! bir eli yağda, diğeri balda. hem dünyası mamur, ahireti mamur. bir kul daha başka ne isteyebilir ki?
allah kulunu pek çok şekilde sınar. bunların iki tanesi ise zenginlik ve fakirliktir. ilk bakışta zenginlik kolay sınav, fakirlik ise zor olanı gibi gözükse de, allah'ın bak dediği yerden bakan göz için zenginlik zor olanıdır. nimet ne kadar büyükse, imtihan ve külfet de o kadar ağır olur. fakir insan için sınav sabretmektir, fakat zengin kendini müstağni görür, yani kimseye muhtaç görmez. bu kibir ve mal birikitirme sevdası kulu, bu malı veren allah'tan uzaklaştırır, infak ve zekat gibi iki kavrama yabancılaştırır. asıl marifet zenginlik içerisinde iken bile allah'a muhtaç olduğunu unutmayıp, çok şükredip, malı yalnız onun rızası için kazanmak ve infak etmektir.
hz. süleyman ile başladık, onun kuran'da geçen duası ile bitirelim sözü,
" rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat.” neml suresi 19. ayet
eğer hayatımızda her faaliyetimize bir bid'at anlamı yüklersek ve bu " bidat" teriminin kavramlaşmasında selefi bakış açısının tam olarak ne olduğunu bilmezsek, o zaman bu haftaya bidat diyen arkadaşların hayatında yaşadığı 100 kalem hadisenin en az 90 tanesi bidattır.
kutlu doğumu peygamberin hayatında yoktu diye ayrıştırıyorsak;
- mezhebi yoktu.
- meşrebi yoktu.
- böyle bir eğitim sistemi de yoktu.
- böyle bir iş faaliyeti yoktu.
- böyle bir uğraşları, böyle bir hayat tarzı da yoktu.
siz bidatsız bir hayat istiyorsanız, burdan zaman tüneline girerseniz, 622'de mekke'ye inersiniz orda ne olup bitiyorsa, hayatı o tarihin kalıpları içerisinde üretebilirseniz, bidatsız bir hayat yaşarsınız.
yok öyle şey olur mu ya diyorsanız, yapılan işin zarfı üzerinden bidat tanımalası yapacağınıza, mazrufu nedir, maksadı nedir, buna bakmalısınız.
islam bir durum değildir, bir duruşun adıdır. duruş sağlam olduğu sürece bu gibi şeyleri bidat üzerinden değerlendirmemek gerekir. fakat;
bu haftanın kutlanmasının olumlu tarafları dışında peygamberi bir hafta olsun analım, yüceltelim, manevi havayı soluyalım bakışının da sakat bir yanı var. bu haftada geldi resule bu sene de borcumuzu ödedik, şükürler olsun, evimize gidelim, kaldığımız yerden hayatımıza devam edelim. belli zamanlarda peygamberi analım, belli zamanlarda formal ibadetleri yerine getirelim, onun dışında hayatımıza olabildiğince sürüp gidiyor işte. yani diyoruz ki aslında peygamber böyle özel günlerin konusudur, bunun dışındaki hayat bizim bildiğimiz hayatı yaşama alanıdır. ” din dışı ” bir alandır. burada peygamberi yüceltirken onu hayatın dışına atıyoruz, yani hayatı “ dini olan ve dini olmayan “ diye ikiye bölüyoruz. bir hafta boyunca yüceltiyoruz, anıyoruz, o defteri orada nisanın üçüncü haftası kapıyoruz ondan sonra 1 yılı da peygambersiz geçiriyoruz. peki peygamberi 1 hafta olsun anarken, onun hayatı niye bize dokunmuyor? işte asıl sorulması gereken soru bu.
herkes onu sevdiğini söylüyor, fakat onun hayatı bize niye dokunmuyor ?
peygamber ile ilgili algılarımız büyük ölçüde " ecdad edebiyatını " hatırlatan bir algı. öyle mübareksin ki, öyle yücesin ki, öyle ulvisin ki derken, seni tenzih edeyim derken, adeta o kadar yüceliyor ki, ister istemez bu kadar yüce biri insanlıktan adeta çıkıyor, farkında olmadan bir baş meleğe dönüşüyor. artık sonuçta günah işleme potansiyeli bile olmamış bir varlık duruyor karşımızda. o zaman o yüce varlıkla benim gibi kusurlu bir varlık arasında bir örneklik zihnen kabul edilse bile fiilen mümkün olmuyor.
peygamberi yüceltmek için hayatında sadece birkaç ay olan savaşları kalktık ömrünün yarısını ayırdık. bedr savaşı bir kitabın cildinin yarısını kapladı.
- nasıl bir eşti? bir şey yok. iki satır.
- nasıl bir liderdi? yok.
- arkadaşı ile konuştuğunda hiç mi kızmadı? hiç mi darılmazdı, gücenmezdi?
- ağlamaz mıydı? çoluğunu çocuğunu nasıl severdi?
bunlara yer veren yok.
okumaya zaman ayıramadığımız kur'an’ı okusak onun öyküsünü detaylı olarak içerir. o öykü ki peygamberin ailesi, eşi, dostu, hasmı, öteki ile birlikte yaşaması yani 23 senelik bir öykü. bu öyküyü mucizelerle dolu bir masal kahramanın öyküsüne dönüştürdüğünüzde “ abooo ” dedirtiren dudak ısırttıran biri kalıyor geriye. bir özlemler diyarı olarak anılan bir şey olmaktan öteye gitmiyor.
o ki; acı çekmiş, dişi kırılmış, yenilgiyi tatmış, ihaneti görmüş, dedikoduya uğramış, yalnız bırakılmış, hatta taşlanmış, evlat acısı bile görmüş. bütün bu durumlarda ne yapmış? isyana mı savrulmuş ? ilkelerinden ödün mü vermiş ? öfkesi yüreğini kapladığında bu öfkenin rövanşını almak için allah bana bir güç verdiğinde misli ile çıkaracağım mı demiş? veya içinden öyle bir istek geçmiş de allah ne demiş? az kaldı onların isteklerine boyun eğecektin diyor bir ayette allah. insani bir durum dayanamıyor artık. istiyor ki acaba biraz yaklaşırsam onları çekebilir miyim? sakın yapma diyor. ama gücü eline geçirdiğinde, belki sahabenin teşvikiyle bilinmez, ya resullah gün bizim günümüz, bunlardan hıncımızı çıkaralım. ayet geliyor hemen,
“ sizi mescid-i haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya sevk etmesin “ *
kuran’a ve peygambere böyle bakınca karşımıza bizim gibi beşer olan, ama her yönüyle önümüzü aydınlatan bir rehber çıkıyor. yoksa deizmin allah tasavvuru neyse, bizim peygamber algımız ona dönüşüyor.
peygamber hayatını anlatan kitaplarda görürsünüz peygamber bir yerden giderken 80-100 kişilik ordusuna bir tas çorba yaptırdı, bu tas çorbayı herkes içti ama hala çorba duruyor orada. bu mucizeyi dinlediğimizde bu çorba rivayetinin bizim hayatımızda bir karşılığı yok. fakat peygamberin mucize olmayan başka bir çorba tavsiyesi var. komşunun komşu üzerinde haklarını sayarken, pişirdiğiniz çorbadan komşuya verin diyor. işte bizi ilgilendiren çorba bu çorbadır. ilk çorba rivayetine tepki maaşallah olacaktır, ama unutulacaktır. ikinci çorba yani onun sünneti ise hayatımızın tam içine dokunacaktır.
kur'ân savaşlardaki ilahi yardımdan bahsederken, müslümanların hangi gaye uğruna mücadele etmeleri gerektiğine dair önemli mesajlar verir. hatta kazanılan veya kaybedilen mücadelelerin her iki taraf için ders niteliği taşıdığına dikkat çeker. ilahi yardımla ilgili ayetler incelendiğinde bütünüyle manevi yardımdan bahsedildiğini görüyoruz.
kur'an yardımın gerçekleşmesi veya arzulanan hedefe ulaşılması için " allah'ın nasip etmesi veya etmemesi " bağlamında yardımdan söz eder. müslümanlar samimi bir şekilde allah yolunda mücadele ettikleri sürece allah'ın lütfuyla zafer kazandıklarını hatırlatır, ancak onun yardımını unutup dünyevi çıkarlar peşine düştükleri zaman bu yardımdan yoksun kaldıklarına dikkat çeker.
bu nedenle kur'ân bedir ile uhud savaşı'nda yaşananları bir arada zikreder ve allah'ın yardımının hangi şartlarda müslümanlarla birlikte olduğunu gözler önüne serer. tıpkı resûlüllah'ın katildigi savaşlar gibi, katılmadığı savaşlarda da evrensel ilkelerin her iki taraf için geçerli olduğu şartlarda savaşlar sürdürülmüştür. kur'ân resulüllah'ın katıldığı savaşlarla ilgili açıklamalarda bulunurken, aslında allah'ın koyduğu kanunlarla ilgili ilahi yasaya vurgu yapmaktadır.
böylece herhangi bir gayret gösterilmeksizin başarı elde edilemeyeceğini, arzulanan hedefe ulaşmak için önce bütün tedbirlerin alınmasını ve ardından sebatkâr bir şekilde mücadele edilmesi gerektiğini anlatır.
kur'ân meleklerin yardımına işaret ederken, sembolik dil kullanır ve ilahi yardımı melekler üzerinden somutlaştırarak anlatır. aslında âyetlerde verilen mesaj doğrudan meleklerin gelip savaşması değil, belirlenen ilkeler çerçevesinde müminler hareket ederlerse allah'ın yardımının onlarla olacağına dair mesaj veya müjdedir. böylece kur'ân her şeyin allah'ın koyduğu yasalar çerçevesinde geliştiğine dikkat çeker. bu yasanın özü, hiçbir beşeri kaygı gütmeksizin sırf allah rızası için mücadele etme ve gerekli tedbirleri aldıktan sonra samimi bir şekilde allah'ın yardımına sığınmaktır. müminler bu uğurda mücadele ettikleri takdirde başarı kazanmışlar, ancak uhud örneğinde olduğu gibi asıl gayeden saptıkları zaman acı tecrübeler yaşamışlardır.
1) iftitah tekbiri: namaza başlarken tekbir almak demektir.
2) kıyam: namazda ayakta durmak demektir.
3) kıraat: namazda ayakta iken biraz kur'an okumaktır.
4) rükû': namazda eğilmektir.
5) sücûd: rükû'dan sonra ayaklar, dizler ve ellerle beraber alnı yere koymaktır.
6) kade-i ahire: namazın sonunda "ettehiyyatü" okuyacak kadar oturmak demektir.
3 numaralı maddeye dikkat edelim. tilavet demiyor kıraat diyor. bu iki kelime türkçeye okumak olarak çevrilse de, farklı manalar içermektedir.
bir kitap hem kıraat edilebilir ve hem de tilavet edilebilir. tilavette sesli okumak şarttır, sesli olmayan hiçbir okuma tilavet sayılmaz. tilavet başkalarına duyurmak için gereklidir. fakat okumada aslolan kırattır. kıraatte sesli okumak şart değildir, yeter ki okuduğunun manasını anlasın, ne demek istediğini kavrayabilsin. örneğin bir karikatür tilavet olunamaz ancak kıraat edilebilir. keza çivi veya hiyoroglif yazısıyla yazılmış, dillerini de bilmediğimiz antik tabletlerdeki yazılar tilavet olunamaz ancak kıraat olunabilir. demek oluyor ki kıratta asıl olan manasını keşfetmektir, sesli veya sessiz olması önemli değildir.
tilavette de asıl olan sesli telaffuzdur, sesli olmayan hiçbir okuma tilavet sayılmaz. bir kimse bir metni hem sesli okur ve hem de manasını kavrarsa kıraat etmiş olur. peki biz namazlarımızda kıraat mı ediyoruz yoksa tilavet mi, sizce ?
namaz kılıyor, namazda okuduğunu anlamıyor, allahuekber diyor ne dediğini bilmiyor, niye abdest aldığının farkında değil, sübhaneke duası neyin nesi bilmiyor kuran'da geçiyor sanıyor, fatiha'dan haberi yok, ihlas suresini yanlış okuyor. ondan sonra diyor ki: bu namaz beni kötülüklerden korumuyor. arzu edildiği gibi kılmadın ki ! ne dediğini bilmiyorsun, dilekçe veriyorsun, dilekçeye ne yazdığını bilmiyorsun.
"kitap'tan sana vahyedileni oku! namazı da kıl! çünkü namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. " ankebut suresi 45. ayet