her kuşakta olduğu gibi, bu kuşağa mensup olmanında hem avantajları hem de dezavantajları var.
Kişisel deneyimlerinden yaptığım çıkarımlara göre avantajlarını şöyle özetleyebilirim;
Aslında bir çok şeyin başlangıcına tanık olduk, geçiş evresini gördük. Bilhassa analogdan dijitale geçiş sürecinde X kuşağına kıyasla teknolojik gelişmelere daha kolay adapte olabildik ve genel anlamda iyi bir dijital okuryazarlık kazandık.
internetin ve Google'ın yaygınlaştığı dönemleri yakalayabildik. ansiklopediden dönem ödevi de yaptık, Google Scholar'dan makale okuyup paper da yazdık.
Kasetten cdlere geçtik, sonra mp3 indirmelere, daha sonra spotifya tanıklık ettik.
Benzer şekilde dvd kiralamayı da tecrübe ettik, torrentten Avi indirmeyi de gördük, dijital stream platformları da kullandık.
sosyal medya, yapay zeka vs türündeki büyük dönüşüm yaratan olguları da giriş gelişme sonuç olarak aşama aşama deneyimledik. direkt bu dünyaya doğmadık.
Hayal meyal de olsa 2002 öncesi eski türkiyeyi hatırlıyoruz. Sonrasındaki dönüşümü de birebir gözlemledik. Eskisiyle yenisini kıyaslayabiliyoruz.
Genel olarak üniversite eğitimine ve çalışmaya çok anlam yükledik. Bir yönden iyi bir şeydi bu belki, hatta devlet elinden kaliteli bir eğitim alma şansı olan son kuşak olduğumuzu düşünüyorum.
Manevi anlamla daha güçlü değerlerimiz olduğunu ve sosyal bağlarımızın da tatmin edici olduğunu düşünüyorum. X kuşağının körü körüne gelenekçiliğine nazaran daha eleştirel yaklaşabildik bazı olgulara.
Şimdi gelelim eksilerine;
iş hayatında y kuşağını o yuvarlak çarklarda deli gibi koşan hamsterlara benzetiyorum. Çok çalıştık, donanımlı hale gelebilmek için çok bedel ödedik ama çalışmaya başladığımız ve kendi paramızı kazanmaya başladığımız dönem türkiye ekonomisinin hepten çürümeye başladığı döneme denk geldi. annelerimizin babalarımızın maksimum 5 yıllık birikimiyle ev araba alabildikleri döneme çok çok uzaktık. Bunu yapabilmek için müdür veya genel müdür yardımcısı gibi pozisyonlarda çalışmak gerekiyordu, ve x kuşağında olduğu gibi üniversite mezunu olmak ve yabancı dil bilmek bunun için yeterli olmadı.
Yakın zamanda Onedio'da denk geldiğim yazının sahibi ile benzer hisleri paylaşıyorum;
"Biz Y kuşağıyız. Ne 'eski Türkiye'de rahat ettik ne 'yeni Türkiye'de yer bulabildik. Arada sıkışmış, kıstırılmış, çocukken bize anlatılan geleceklerin hiçbirine ulaşamamış bir nesiliz biz.
“Kendin ol, oku, kendini geliştir” dediler. Okuduk. Kendimizi geliştirdik. Yetmedi."
"Biz çocukken televizyonlarda “genç yaşta emekli olan amcalar” konuşulurdu. Şimdi 40 yaşımıza gelirken hâlâ sigorta girişimizi yaptıracak bir iş arıyoruz. Onlar evlerini aldı, yazlık yaptırdı, kira gelirine bağlandı. Biz kurumsalda mutlu beyaz yakalı taklidi yapıyoruz, dijitalde freelance çalışıp günü kurtarmaya çalışıyoruz. Üniversite okuduk, diplomamız oldu ama gerçek anlamda bir mesleğimiz olmadı. Çünkü sistem her beş yılda bir bizi başka bir sınavla, başka bir yönetmelikle, başka bir belirsizlikle tanıştırdı. Öğretmen olmak istedik, mülakata takıldık. Avukat olduk, iş bulamadık. Psikolog olduk, terapiye kendimiz muhtacız. Gözümüzün önünde çalınan gençliğimizin yasını tutmaya bile zaman bulamadık. Çünkü geçinmek zorundaydık.
“Başarırsanız, sistem size yer açar” demişlerdi. Biz başardık. Sistem bizi dışarıda bıraktı."
Her günün büyük çoğunluğunu evde geçiren, Netflix, blu tv, Disney vb gibi platformları kullanamayan ve haliyle ana akım medyaya mahkum olan ev kadınlarının maruz bırakıldığı bir tür psikolojik şiddet olduğunu düşünüyorum. Zira televizyon ekranlarında insanların izlerken huzur duyacağı, rahatlayacağı, güleceği bir şey neredeyse yok. Her kanalda Müge Anlı ve benzeri programlar var, onlar bitiyor, gelinim mutfakta türevleri başlıyor, onlar bitiyor Zuhal Topal'la yemekteyiz başlıyor. Evin içinde sürekli bir tartışma, bağrışma, seviyesiz kavga sesleri var. insanı farkında olmadan sinir stres sahibi yapıyor.
nasıl yazacağım diye düşünüp, sürekli kafada bir şeyler kurup, uykusuz kalıp sinir stres yapmaktansa, her gün masa başında düzenli oturup yarım saat de olsa yazmak süreci kolaylaştırıyor.
Mükemmeliyetçi biriyseniz, işiniz çok daha zor. Ama çok da şey yapmamak lazım esasen, "yeterince iyi" düsturu ile ilerlemekte ve şunu hatırlamakta fayda var; "Bitmiş iş mükemmelden yeğdir"
tez gerçekten de kişini ilgilendiği ve sevdiği, araştırmaktan keyif aldığı bir konu üzerine olmalı. aksi halde çekilecek dert değil.
eğer teziniz doktora tezi değilse, o kadar uğraştım, kriz geçirdim ortaya çıka çıka bu argüman mı çıktı , bunu söylemek için miydi o kadar laf kalabalığı diye düşünmeyin. Piyasadaki çoğu yüksek lisans tezi böyle zaten...
içimde kaleler inşa ettim kırılmamak adına
Harcına gözyaşı döktüm daha da sağlam olsun diye
Şimdi yarattığım zindanlarda ışıksızım
Kaçtım kendime saklandım her küstüğümde
Vazgeçtim aynalardan vakitsiz uykularda
insan kendine rağmen yaşamayı bilmeli bazen
Benmişim kendimden bir korkak yaratmışım
Kendimi korurken en çok ben ürkütmüşüm
Benmişim kendimi savunurken en çok hançerleyen
Bir meçhul olmuşum failim ben
Ama beni bana küstüren, beni bana kırdıran
Kalpsizin hiç suçu yok mu?
Bir süredir piyasada olan ama çok fazla görünür olmadığı için bu zamana kadar çok da dikkatimi çekmemiş bir oyuncunun edit videosuna denk geldim hasbelkader ve uzaktan uzağa platonik düzeyde aşık oldum. ama öyle böyle değil çok fena düştüm. Şu yaşımda oturdum saçma sapan dizilerini falan izledim. Hayran hayran söyleşilerini dinledim hem de defalarca. Hatta o kadar çok ilgilenmeye başladım ki bir noktada artık basit bir crush veya ünlü hayranlığı olmaktan çıktı, sanki sevgilimi aldatıyormuşum gibi hissetmeye başladım.
Nasıl oldu bilmiyorum ama kendisini izledikçe, söyleşilerini dinledikçe kişiliğinden ve duruşundan çok etkilendim. Çok gerçek ve tanıdık geldi. Sanki liseden, üniversiteden tanıdığım, çok iyi anlaştığım hatta bir dönem flörtleştiğim biriymiş de şimdilerde de onu özlüyormuşum gibi gelmeye başladı…
Yakın zamanda ikinci tur Sex and The City izledikten -ki bence farklı yaşlarda tekrar izlemesi ayrı bir keyifli- hemen sonra izledim And Just Like That’i.
Okuduğum tüm olumsuz yorumlara rağmen ben beğendim.
Çoğunluğun beğenmeme sebebinin yaşlanmayı kabullenemeyişi ile ilgili olduğunu düşünüyorum.
Çünkü dizi aslında tam olarak hayat gerçekliğinde.
Ki dizinin core kitlesi early 2000lerde 30lu yaşlarda olanlardı, şimdi onların yaşadığı hayat birebir bu.
Hayatın doğal seyri bu, Her şey değişir, tadı farklılaşır, yaşlanırız, hayat tarzı değişir, bazı arkadaşlarımızla koparız. Dizinin ruhu ölmüş diyenlerin atladığı nokta şu, Ömrü billah otuzlarındaki hızlı bekar hayatını yaşamayız zaten.
Ya nolacaktı? O manik çılgın eğlence düşkünü hal hiç sürdürülebilir değil ki!
şu yaşımda(34) aldığım teşhistir. Vücudum sinyaller vermeye başladığında, panik içerisinde oradan oraya koşup hiçbir şeye yetişemediğimi farkettiğimde durumun artık basit bir motivasyonsuzluk olmadığına nihayet ikna oldum. şimdi dönüp geçmişe baktığımda aslında belirli dönemlerde bundan şüphelendiğimi ve hep başka bir gerekçe bularak kendimce çözümler bulmaya çalıştığımı ama hep yarıda bıraktığımı farkediyorum. ek olarak bir de "bu işi sevmiyorum, sevsem yapardım", "istersem yaparım, demek ki yeterince istemiyorum" , "hayatım çok kalabalık, sadeleştirmem lazım" vb gibi söylemlerle durumu maskelemişim meğerse.
boyumdan büyük hayallerim var diye kendimle dalga geçerdim. neler neler yapmak isterdim de bir türlü enerji bulamazdım, doğru zamana denk getiremezdim. anahtar kelime; "odaklanamazdım." çünkü çok şey isterdim. tüm boş vakitlerimi doldururdum. sonra da her şeye üşenip evde otururdum. bazen de enerji patlaması yaşardım. aynı güne 5 farklı aktivite sokuştururdum. ben tüm bunların sebebini basit bir mutluluk/mutsuzluk durumu sanıyordum, değilmiş. ne tuhaf...
En azından şimdi adını koyabiliyorum. bunla yaşamaya çalışmak zor ama daha farkındayım artık. hayırlısı diyorum artık.
Mükemmel bir dizi. Türk dizi tarihinde “kaliteli yapım” olgusunun öncüsüdür diyebilirim. Aynı heyecanla sürükleyebiliyor yıllar sonra bile. Güncelliğinden hiçbir şey kaybetmiyor. Çünkü karakterler çok gerçek, kurgu çok başarılı. Bir kitap uyarlaması olmasına rağmen senaryo gayet özgün. Tekrar izlediğim seferlerde olay örgüsü daha da bir oturuyor kafamda. Hangi karakter neyi ne motivasyonla yapmış gibi detaylar net anlaşılıyor, inci gibi işlenmiş, sırıtmıyor. Ve her izlediğimde düşündüğüm bir şey daha var; bu dizide asıl suçlu kim?
Evet, Bihter aldatan kadın olarak şimşekleri yeterince üzerine çekti. Sonlara doğru iyice agresifleşti, çok git geller yaşadı, bi yandan Behlül’ü istedi bi yandan evliliği yıkılmasın, yalanı ortaya çıkmasın diye hiç düşünmeden bencilce harcadığı kişiler oldu.
Behlül’ün kabahati zaten belli. Amcasının güvenini sonuna kadar suistimal etti. Yasak ve ulaşılmaz olduğu için Bihter’i arzuladı. Ne zaman ki Bihter gardını düşürdü, Behlül’e aşık oldu, kendini açtı, içindeki yaralı kız çocuğunu gösterdi işte o zaman Behlül ona da diğer kadınlara davrandığı gibi davranmaya başladı. Sonra da masumiyetine aşığım bahanesiyle Nihal’le evlenmeye kalktı. Ve ciddi ciddi Nihal’le evlenirim mevzu da burda biter diye de düşündü yani… Bihter intihar etmese utanmadan Adnan Bey’in yalısında oturup Amerikalarda, Parislerde gezecek, gram gelecek kaygısı gütmeden yatlarla arabalarla sefa sürecekti.
Nihal’e gelince, gerçekten bir anda ne oldum delisi oldu. Bir aksilik olacak da Behlül’le evlenemeyecek diye aklı çıktı. Hedefe kitlendi, gözünü kör etti ve hiç düşünmeden ona değer veren, emek veren herkesi nankörce harcadı.
Ama hikayede kabahatin en büyüğü bence Firdevs hanımdaydı. Çünkü ilk bölümden beri girdiği her ortamda, olduğu her yerde herkesi huzursuz etti. Dizideki tüm kırılma noktalarında parmağı var. Ana gerilim unsuru oydu. Herkesi herkese karşı kışkırttı, sürekli fitne soktu. Sırf kendi rahatı kaçmasın diye herkesi parmağında mıngır mıngır oynattı.
Bihter’in evliliğinin ilk zamanlarında kızı sürekli dolduruşa getirip uzaktan zevkle seyretti kıvranmasını. Para düşkünlüğü yüzünden, kumar sevdası yüzünden, kişisel hırsları yüzünden kızlarını küçük düşürdü utandırdı. Ama asla da bu yüzden mahcup olmadı, yalandan bile olsa özür dahi dilemedi.
Bihter’e sürekli Behlül’le ilgili imalarda bulundu, sürekli sen Adnan’la mutsuzsun fikrini empoze etti. Gerilimi tırmandırdıkça tırmandırdı. En son Nihal ile Behlül’ün arasını yapması işi iyice katmerledi. Çünkü Bihter de Behlül de zaten bir kere gözünü karartmış, Tüm vicdanlarını bir kenara bırakıp tutkulu bir yasak ilişki yaşayamaya cesaret etmişler. Nihal’le evlenmesi bence yasak ilişkilerine devam etmeye yine engel olmazdı. Bu sadece işleri daha karışık hale getirdi. Sonra Bihter yardım isteyince Firdevs yine kendi aklınca ayırmaya çalıştı. Ama daha beter evdeki huzuru bozdu, hizmetçisinden arkadaşına kardeşine kadar herkesi evden uzaklaştırdı. En Sonunda cezanın büyüğünü de yine kendisi çekti. Hep korktuğu gibi ölmedi, ama süründü. Bence bunu gerçekten haketti. Çok ah aldı ve onlar da aheste aheste çıktı….
Şimdi Firdevs hanımın tüm bu özelliklerini ve yaşattıklarını düşününce Bihter’e hak veriyorum diyemiyorum ama kızamıyorum da… Çünkü Bihter sanılanın aksine, aslında çok zayıf bir karakter. O güçlü görüntüsünün arka planında çok şeyle uğraşıyor. Kendi içinde sürekli savaş veriyor. Çok yalnız. Neredeyse Peyker’den başka arkadaşı yok. Annesinden hiç sevgi görmemiş, ağır bir duygusal yoksunluk çekiyor. Üzerine ek olarak onu belki de gerçekten seven tek insan olan babasını da annesi yüzünden kaybetmiş. Annesini sevmemesi, ondan sevgi görmemesi şöyle dursun, annesinden nefret ediyor. Bu duygunun ağırlığı ile baş etmeye çalışıyor. Bazen acıyor ona, ama ne zaman annesine bir iyilik yapsa annesi yine bir şekilde ortalığı karıştırmayı huzur kaçırmayı başarıyor. Zaten annesinden kaçmak için evlendi bir nevi, ama kaderi yine annesiyle burun buruna hem de bu kez entrikanın göbeğinde yaşamak oldu. Tüm bunların üzerine yasak aşk, ihanet, terkedilme, hırs, kıskançlık ve aşk acısı eklenince zaten intihar çok da süpriz bir son değildi bence… Çünkü yaşasaydı Behlül’e söylediği gibi “tüm yükün altında tek başına ezilecekti.” Herkes mutlu iken acı çekecekti ve yalnız kalacaktı çünkü Adnan’da artık ondan vazgeçmişti…
tacizci, şovmen müsveddesi. Hep böyleydi aslında ama şimdilerde ipliği pazara çıkmaya başladı iyiden iyiye…Süründüğü günleri görmek nasip olur inşallah.
Son zamanlarda izlediğim en kaliteli senaryoya sahip dizi. Başrolünde devleşen oyuncularla birlikte kalitesi kat be kat artmış.
O kadar gerçek ve o kadar güzel bir kurgusu var ki, hikayenin ekseninden hiç sapmadan hiç taraf tutmadan kadın-erkek ilişkilerini anlatabilen türk yapımları arasında tek örnek olabilir.
Çok beğenirdim kendisini… ilk kez Bir istanbul Masalı adlı dizide konuk oyuncu olarak görmüştüm. O dönemde ve sonrasında Balans ve Manevra başta olmak üzere birkaç yapımda yer aldı, sonra piyasadan kayboldu.
Bana çok sade ve karakteristik gelirdi güzelliği. Böyle soğuk, buğulu ama çok cool bulurdum tarzını.
Üniversiteyi kazandığım yazdı,
Eve paket gelmişti. Okul ve yurt kaydı için gerekli evrakların bir listesi vardı. Baba dedim adli sicil kaydı, sağlık raporu, vukuatlı nüfus kayıt örneği vb gerekiyormuş.
Babam da yüzüme baktı; “eee bana niye söylüyorsun?” dedi, anlamadım önce. Boş boş bakıyorum.
Dedi ki; “ kızım yalnız başına üniversite okumaya gidiyorsun, devlet dairesinden evrak alma işlerini de kendin halledebilirsin bence. Bana niye söylüyorsun? Adliye şurda, sağlık ocağı burda. Okuman yazman var. Benlik bir şey yok”
Hahahaha başlıktaki entrylere bakınca farkettim. Erkekler yine her konuda olduğu gibi kadın orgazmı hakkında da kadınlardan daha çok fikir beyan etmiş *
Şaşırdım mı? Asla.