istanbul da ikamet edilmesine rağmen maddi sebeplerden dolayı cumartesi gecesini evde geçirmek zorunda kalınması durumdur. ortaçağ baziliklarını ilk görüşte ayırt edebilen, son parasını deliler gibi aradığı babil kitaplığından tek eksiği olan akbaba ya veren, o ay sigara içmeyi bırakıp borusan filarmoni orkestrasına bilet alan güzel insanların yerine hayatta baba parası yemekten başka bir boktan anlamayan eşşeklerin gezmesini hazmedemiyorum. kıskanıyorum.
amerika birleşik devletleri'nin 33. başkan yardımcılığını yapmış savaş karşıtı söylemleriyle belki de amerikan siyasi tarihinin en sevilen ve saygı duyulan politikacılarından biri olmuştur. daha sonra franklin roosevelt'in de başkan yardımcılığını yapacak olan harry truman zırtapozuna karşı başkan yardımcılığı seçimine girmiş ve çeşitli kumpaslar sonucu seçimi kaybetmiştir.
kişisel herhangi bir görüşü dahi olamayacak kadar pasif ve yetersiz biri olan truman'ın yerine seçimi kazansaydı insanlık tarihi japonya'ya atılan atom bombalarını ve ardından geşilen soğuk savaş dönemini hiç yaşamamış olabilir miydi? bu sorunun cevabının olumlu olacağına pek ihtimal vermiyorum. zira başkan yardımcılığı seçiminde dahi halkın büyük bir çoğunluğunun desteğini alan wallece ın yerine büyük amerikan şirketlerinin sahiplerinin desteğini arkasına alarak truman ın seçilmesi bile bize ilerisi için önemli ipucları vermektedir. velhasılıkelam güzel bir adamdı.
2011 yılından itibaren denize nazır olma özelliğini kaybederek bomonti binasına taşınan fakültenin bir bölümüdür. ayrıca bolca ev hanımı ve polis yetiştiren bölümdür.
yapı kredi yayınları'dan nisan ayında çıkmış gecenin sonuna yolculukadlı romanından sonra dilimize çevrilen louis ferdinand celine eseridir. ayberk erkay'ın müthiş çevirisinin hakkını vermeden geçmek olmaz. şöyle bir girişi vardır ki tadından yenmez.
--spoiler--
hiç kıvırmaya lüzum yok, vaziyet meydanda, kitapçılar sinek avlıyor, durum vahim. bir de çıkıp utanmadan 100.000 bastık falan diyorlar, sabaha kadar desinler, tek sıfırına inanmayın! 40.000 desinler gene yalan!... taş çatlasa 400!... dingillere masallar! yazık be!... yazık!... anca "pembe dizi" okusun millet... bıkmadılar!... hala satıyor!...
--spoiler--
sekiz ile on sekiz yaş aralığında ki gayrimüslim çocukları ailenin izniyle yeniçeri ocaklarına alan kişiye denir. turnayı gözünden vurmak deyimi ise buradan gelir.
uludağ sözlük yazarlarının ekseriyetle hz. muhammed, mustafa kemal atatürk ve - ilginçtir- dostoyevski den oluşan üç kutsalıdır. bu kişiler hakkında saygı çerçevesi içerisinde olsa dahi olumsuz bir görüş belirten kişilere karşı son derece sert tepkiler verdikleri malumdur. yine bu kişiler hakkında kulaktan dogma bilgiler haricinde bilgi sahibi olmadıkları izahtan varestedir.
dostoyevski nin özel seyahatlerinde yüksek çevrelerle iletişim eksikliği, onun aristokrasiyi kıyısından köşesinden dağınık bir şekilde tanımasından dolayı içinde bulunduğu ezik durumdur.
samuel beckett in bir türlü gelmeyen kahramanıdır. beckett e sıkça sorulan soruların başında gelir. godot kim? burada godot un kim olduğunun hiç bir önemi yoktur. asıl olan beklemektir. hayattan beklentilerimizin toplamıdır godot. beckett in kahramanları kahramanca beklerler godot u.
tamam onu bizde anladık ama godot kim? sorusunu hala ısrarla soran bünyelere gelsin:
god - idiot. bu iki kelimeyi belirli yerlerinden kesip tekrar okuyun. anlaştık mı?
iş bulma potansiyelinin düşük olduğu bir bölümden iş bulma şansının hiç olmadığı bir bölüme dikey geçmektir. bu kararı veren kişinin aklında sual olunur. yazık. ama bazen kararları siz vermezsiniz.
ileride icra edecekleri meslekleri kazanacakları paraya göre seçerek bedenlerini ve daha önemlisi olan fikirlerini satılığa çıkaran boynunda barkod ile gezen insanların -her ne kadar kabul etmeseler de- hak ettikleri sıfattır.
bilgi dolu entryler girmeye özen gösteren ve yazdıklarıyla güldürebilen -ki bu çok zordur- zeki yazarların, yaşamlarının belki en güzel yıllarını sanal mecralarda geçirmesinin önlenilmesi amaçlanan çağrıdır. ulan güzel insanlar! biliyorum sayınız çok az. sizi dolmuş sırasında, kasa kuyruğunda, manav reyonunda görmek dileğiyle.
mevcut iktidar döneminde dini kitaplara ekmek gibi temel ve zorunlu ihtiyaç olarak değerlendirilmesi sonucunda uygulanan kdv nin yüzde bir olması durumudur. roman ve ders kitabı niteliği taşıyan kitaplara uygulanan kdv yüzde sekiz iken e-kitaplara uygulanan kdv ise yüzde on sekizdir.
la olum joyce un yazdığı kitapla muhammed in yazığı kitap bir olur mu hiç? istirham ediyorum sallak sallak konuşmayın.
uzun ve çok uzun zamanlardan sonra bir dişi arkadaş edinmeyi başarabilmiş erkeğin, toplu taşıma aracında bulunan yalnız erkeklerin işine, okuluna gitmekten ziyade kız arkadaşını taciz etmek için orada bulunduklarını düşünmesi sebebiyle su içmek için eğilen bir zürafa titizliğiyle olası bir tacizi önlemek adına takındığı durumdur.
toplu taşıma aracına sevgiliden iki adım önde girerek ortamı koklarlar ve durumu kontrol altına aldıktan sonra kızı yavaşça içeri alırlar. daha sonra sevgilisine tacizde bulunma potansiyeline sahip erkeklere bakarak çeşitli nidalar atıp göğsünü yumruklamak suretiyle olası bir girişimin çok ağır sonuçları olacağını hissettirmeye çalışırlar.
toplu taşıma aracının bomboş olmasına rağmen dişi kişiyi dört koldan sarıp sarmalamak suretiyle kendisini kızı korumak adına bir kalkan gibi kullanırlar. bir erkeğin alması gereken tüm önlemleri almasına rağmen belirli periyotlar halinde erkeklere sert bakışlar yöneltmekten de geri durmaz.
sert kayaya tosladıklarının farkında olan dişisiz erkekler daha kolay bir av bulmak ümidiyle en yakın istasyonda inerler.
yanlış yere arabasını park ettiği gerekçesiyle istifa eden başbakan, açıkladığı bütçeyi yıl sonunda gerçekleştiremediği için düşen hükümet vs. gibi gündem maddeleriyle meşgul olan bir ülkede karikatüristler, toplumun hangi aksayan yanını hicvederek mizah yapabilir sorununu akla getiren durumdur. bir coğrafya insanının en büyük sorunu, her sene dev artan kişi başına düşen milli geliri harcayamamaları olur mu? gerçekten zor(!)
biz sömürülerek gelişmekte olduğumuzu zanneden üçüncü dünya ülkeleri olarak bu refah seviyesi çılgın atan ülkelere yasadışı yollardan göç etmek suretiyle çeşitli sorunlar yaratarak bu insanları tek düze yaşamlarından bir nebze de olsa kurtarabiliriz. az duyarlı olun ulan!
bence önemli bi not: "peki bu değirmenin suyu nerden geliyo la" gibi gayet haklı bir soru sormaktan insan kendini alamıyor. kara kıtadan apardıkları kanlı elmaslar mı desem, üç saniyede üç bin insanı öldürme gücüne sahip silahları üretmek mi desem daha ne desem bilemedim.
tartışılmaya değer tek gerçek felsefi sorun vardır o da intihar demiş çocukluğunda ayakkabıları çabuk eskimesin diye kaleye geçen insanlığın vicdanı albert camus. bunun üzerinde o kadar düşündüm ki ölümden korkmaz oldum. yalnız bir şey düşündürüyor beni: öldükten sonra zerrelerimin o aşağılık heriflerin zerrelerine karışabileceği düşüncesi. bunu düşünmek beni huzursuz ediyor. öldüğüm zaman upuzun parmaklarım olsun istiyorum. o uzun parmaklarımla kendi zerrelerimi bir bir toplar avuçlarımda saklar kendi malım olan zerrelerimin kokuşmuş adamların bedenlerine geçmesini böylece önlerdim.
bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, kendini beğenmiş, vicdansız, açgözlü, yeryüzünün hakimlerine el açmayı onlara yaltaklanmayı bilenler, kasap dükkanının önünde bir et parçası uğruna kuyruk sallayan köpekler içindi.
insan ırkının varoluşundan bu yana geçen zaman içinde kimi zaman iyi şeyler yapmadık değil fakat genele bakacak olursak kelimenin tam anlamıyla bir fiyaskoyuz. nükleer çalışmalara, kimyasal ve biyolojik silahlara gökyüzünün ırzına geçmek istercesine dikilen gökdelenlere harcanılan paranın onda biriyle insanlığın artık kesinlikle ihtiyaç duyduğu erdem ve onur haplarının nasıl üretileceğine dair araştırmaların başlamasına tümden gereksinme duyuyoruz.
"aya gemiyle gitmeyen çalışıyor bülbül sikine bak hele" şeklinde tepki vermesi muhtemel zevatların bu sevinçlerini kursağında bırakmak istediğimden kendi ayarımı kendim veriyorum:
türklerin islamiyeti benimsemesiyle beraber yasalarca reşit kabul edilmeyen dişilerin türkülere bolca konu olmaları durumudur. bir kaç örnek vermek gerekirse:
not: hadi ilk örnek verdiğim türkünün hikayesi var altındakilerin hikayesi nedir merak ettim doğrusu.
not not: yukarıda belirtmiş olduğum bu tutumun haklılığını savunmak adına meseleyi doğulu-batılı gibi basit kavramlara indirgemek isteyen zevatların, on üç yaşında bir kızın duygusal erişkinliğe ulaşamayacağını bilmedikleri için bu söylemlerini mazur görüyorum. bilselerdi yapmazlardı.
şu videoda gayet usturuplu giyinmiş iki bayan arkadaşımıza o yabancı -sözde medeni sözde cinselliğe doymuş- arkadaşların nasıl baktığını gördüğünüzde sizin de katılacağınız durumdur.
dünyamın erkekleri ne hale gelmiş yazık.
not: izlerken erkek halimle ben rahatsız oldum, yazık...
riyanın kol gezdiği, aileler kurmak zorunda olduğumuz, işyerine ayaklarımızın geri geri gitmesine rağmen her sabah işe gitmek için ayağa dikildiğimiz, bir sonraki aya taksitleri nasıl ödeyeceğimizi düşündüğümüz, çoğu zaman -mış'casına - muş'casına davrandığımız, izin alıp çıkıp gitmeye mabadımızın yemediği için katlanmak zorunda olduğumuz hayat dedikleri bu teranede her şeye rağmen oyuna devam diyoruz.
ha bu arada başlığı ben değil bülent ortaçgil attı.
nikolay vasilyeviç gogolun içerisinde altı öykü bulunan eseridir. içerisinde köpekleri konuşturduğu bir bölüm ve yıl 2000 nisan ın 43 ü, martaralık ayın 86 sı gündüzle gece arası, herhangi bir ay gün belli değil, aynı yılın şubat tan sonraki ocak ayı... şeklinde kaleme aldığı günlüklere tarihler atmışlığı vardır. sırf bu sebepten bile okunması gerekir. *
j.p sartre'ın direniş üzerine yazılan en görkemli roman şeklinde değerlendirdiği, ülkemizde partizan nadejda ve polonya da bir kuş var ismiyle çevrilen -orijinaline neden sadık kalınmamış anlamadım- ikinci dünya savaşını bir çocuğun gözünden anlatanromain gary imzalı yapıttır. romandan şu tadımlık bölümü paylaşmak isterim:
--spoiler--
- o zamanlar kendi kendime sorardım: alman halkı bunu nasıl kabullenebilir? niçin başkaldırmıyor? niçin bu cellat rolüne soyunuyor? herhalde pek çok alman, en insanca duygularının yaralanıp hakarete uğradığını görüyor, başkaldırıyordur, boyun eğmiyordur. ne zaman göreceğiz bu başkaldırının işaretlerini? eh, işte, ben bunları düşünürken, genç bir alman askeri, buraya, ormana geldi. kaçaktı. bize katılmaya, içtenlikle, yüreklilikle bizim safımıza geçmeye gelmişti. bu konuda en küçük kuşkuya yer yoktu, tertemizdi. insancıl bir kişiydi. alman askeri etiketini atarak içindeki en insancıl sesin çağrısını izlemişti. bizim gözlerimizse etiketten başkasını başkasını görmüyordu. onun dupduru biri olduğunu hepimiz biliyorduk. böylesine bir durulukla karşılaşınca bunu hissedersin. bu karanlıkta gözlerini kamaştırır insanın. bu çocuk bizlerden biriydi. ama etiketi vardı.
- öyle olunca da?...
- öyle olunca da onu kurşunladık. çünkü şu etiket vardı: alman. oysa bizim sırtımızdaki etikette başka yazılıydı: polonyalı. çünkü öç alma duygusu yüreklerimize işlemişti... birileri özür dilemek ya da açıklama yapmak istercesine: "çok geç," gibilerinden bir şeyler saçmaladı. ama yanılıyordu. çok geç değildi. çok erkendi.
--spoiler--
alman faşizmi biyolojik temellere kurulu iken italyan faşizanlığında durum biraz farklıdır. italyanlar atalarının; kurduğu büyük devletlerden, tarihi köklerinden, sanat ve kültür alanında insanlığa katkılarından dolayı kendilerini diğer milletlerden üstün tutarlar. çıkış noktaları ne olursa olsun faşizmi mazur gösterecek hiçbir durum yoktur. her ikisi de nazarımda çöptürler.
bundan sonra yapılacak en iyi iştir aslında latince bilmeyenlerle de selam sabah kesilmelidir ancak başlangıç için en iyisi budur daha sonra örnekler çoğaltılacaktır muhakkak.
dünyaya gelişimizle beraber başlar hazır giyim. acılar, sevinçler,korku, sıkıntı ve bütün gerisi. sonra avuntular, umutlar, kitaplardan öğrenilen ve adına çoğul olarak felsefe denilen şeyler... bunlar da hazır giyimdir. kimi zaman çok eskilere dayanır bu hazır giysi kimi zaman da günün beğenisine göre bir yenisi bulunur. bazen tüm bunlardan sıkılıp üzerinize göre bir şeyler isteme cüretinde bulunursunuz ama bu hoş bir temenniden ileri gitmez. her şeye rağmen oyuna devam.
Robert Musil in Niteliksiz Adam adlı eserinin seksek lira gibi fahiş bir fiyattan satıldığı, yaya yolundan karşıya geçmeye çalışan yayanın, seyir hızını koruduğu takdirde amacına ulaşıp karşıya geçmesini şahsına yöneltilen bir hakaret algılamasından mıdır nedir bilinmez gazı sonuna kadar kökleyen sürücülerin, arkadaş ortamında "karı kaldırmak" söz öbeğini -deyim demek istemiyorum- bolca kullanan erkeklerin hüküm sürdüğü, televizyonlarda kadın programı adı altında yapılan iğrençliklerin ülke kadınının zekasına hakaret sayılması ayrımına varamayan kadınların, toplu taşıma aracına kız arkadaşıyla binen zevatın çevredeki erkeklerin işine-gücüne-okuluna gitmekten ziyade piton gibi sarmaladığı kız arkadaşını bir an boş bıraksa el ve kol yordamıyla taciz etmek için orada bulunduğunu sanan, 50 km uzaklıktaki okullarına pancar motoruyla gitmeye çalışan öğrencilerin çokluğuna rağmen futbol denen tırıvırının yayın haklarının 700 milyon dolardan alıcı bulduğu bir toplumun, üretmeden tüketmeye sonra daha fazla tüketmeye alışık olmasından mütevellit sorunun cevabı açık, seçik ve bir kadar da sarihtir.
bu her şey güllük gülistanlık imajını bozmak istemeyen tipler, enerji kaynaklarından yoksun oluşumuzu ve bizden bağımsız meydana gelen küresel krizi bahane gösterip canlarına sıkmak isteyebilirler elbet. ki bunların sayısı milyonlarla ifade edilmekte. yazık! çok sayın amına goduum türkiye milleti. çok yazık!
am. son yıllara bakılacak olursa "sanat acıdan doğar" düsturuna kendine şiar edinmiş biri olarak dünya savaşları, küresel çapta ekonomik buhranlar, toplumları sarsan devrimler gibi itici güçlerin günümüzde yaşanmaması dolayısıyla yetkin sanat eserleri ortaya konamama durumudur. göt.
dostoyevski nin yarattığı karakterlerde ki ruhsal çatışmalar, picasso nun tablolarında ki metaforlar, chopin in dinleyiciyi hülyalara sürükleyen melodileri vs... çağımızda yazılmış, çizilmiş, bestelenmiş ve bizden sonraki nesillere kalacak olan sanat eserleri ne yazık ki mevcut değildir.meme.
lakin bugün klasik olarak nitelendirdiğimiz sanat eserlerinin bir çoğu yazıldığı dönemde pek de ilgi görmediği, anlaşılmasının zaman aldığı, insanlar tarafından yeni anlamlar yüklenmesi buna binaen yapıtın demlenmesi gibi gayet mantıklı olasılıkları göz ardı etmekten alemlerin rabbi olan allaha sığınırım. gecenin ikisinde kapıyı çalan kız.
not: öncelikle yazımı okuma nezaketinde bulunup üzerinde olumlu veya olumsuz görüş belirtecek olan arkadaşların hoşgörüsünü rica ediyorum. ergen kalmakta ısrar eden zevatların da sıkılmadan okuyabilmeleri ve okudukların en azından anlam çıkarabilmeleri için yazımla hiç alakası olmayan am, göt, meme gibi kelimeleri hoyratça muhtelif yerlere serpiştirdim. işte bu hep benim sosyal demokrat yanımdan kaynaklanıyor.
az önce anadolu ajansına bomba gibi düşen haberdir. şarkılarıyla dertlerimize ortak olan ünlü türk büyüğü murat kekilli yi kaybetmiş bulunuyoruz. tüm türkiye nin başı sağolsun.
çok afedersiniz ama koca bir hasiktir çekerek konuya girmek istiyorum. özel? neyin özeli? neyin kafası? hayır aksine insan dediğimiz şu mahlukat gayet ölümlü gayet sıradan gayet normal bir canlıdır normal olmaya da bu gidişle mahkumdur. kendini özel gören, özel hisseden bünyelere buradan kucak dolusu öpücükler nur topu gibi egonuz var güzel besleyin onu büyütün onu sevin onu.
hayır bilmem kaç bin senedir hala savaşla-parayla-dinle-ahlakla-milliyetle-ırkla uğraşan ve bununla övünen bununla yerinen bununla sınırlarını çizen bir insanlık ne kadar özeldir? bu mu yani özel? sen misin özel? ben miyim? bizi özel kılan da neymiş? paramız mı, mesleğimiz mi, evimiz mi, arabamız mı, ne kadar çok okuduğumuz mu, ne kadar yakışıklı ya da güzel oluşumuz mu? bu mudur yani? özel falan değiliz hiç olmadık da. belki zamanında analarımız babalarımız bizi şımarttılar ya da belki kendi kendimize ego pompaladık ve böyle salak hissiyatlara kapıldık ama bilmelisiniz ki hiçbirimiz kat'i suretle özel mözel değiliz.