çağımızın filozoflarından fırat budacı'nın en güzel yazılarından biri;
" insan biraz emek verirse bir ilişkide kavga sonrası yaşanan tartışmalarda galip gelebilir. Kavganın sebebi ne kadar boktan olursa olsun, kavgayla ilgisiz tumturaklı laflarla hasmımızı yenebiliriz. Mesela, şimdi çıkıyorum demesine rağmen sevdiceğinin yanına 3 saat sonra varan bira esanslı bir erkek, yaşanan kavganın ertesinde, kişisel özgürlük ve güven meseleleri üzerinden yaptığı akıcı ve düzgün bir konuşmayla haklı duruma geçebilir. Sebebi çok önemsiz bir kavgayı, hayata dair gürbüz aforizmalarla nefis bir hayat dersine çevirebilen bu yetenekli insan, söylevi sırasında aaa ulan biz niye kavga ettik, ben ne diyorum böyle diyerek kendi kendine şaşırmaz. Galip gelebilmek için gözü dönmüştür. Karşısındakini sindirmek için engin bir hayat tecrübesinden güç alan ruhani tokatlar atarken gocunmaz. O gün ben, sevgilimle kavga ettiğim günün akşamında eve gidince, kavgamızı felsefi bir yöne çekecek kalitede hayata dair süper saptamalar bulmuş, bu buluşlarımı ertesi gün hayat yorgunu bir adamın ses tonuyla sarf etmek için hazırlıklarımı tamamlamıştım. Yatağa yatınca söylevimin üzerinden şöyle bir geçtim. Aklıma gelen yeni fikirleri iki defa kalkıp not ettim. Ertesi gün büyük gündü, feleğin çemberinden geçmiş kelimelerim, yorulmuş suratım, hafif uzamış sakallarım, nemlenmeye müsait gözlerimle hazırdım buluşmaya. Sabah hayatı titretmeye hazır bir kahraman gibi bindim metroya. Metroda alnımı cama dayadım. Bir metro, düşünceli bir adam için nefis bir dekor olabilir. Metro raylardan tıkırt tıkırt diye atladıkça cama dayalı alnım küçük darbeler alıyordu. Bir bilseniz ne kadar nefis bir görüntü veriyordum sevgili yönetmenler. Ödüllü bir filme çok yakışacak bir sekansın en ödüllü oyuncusu gibiydim
osmanbey durağında bir çift bindi. Kavga ediyorlardı. Karşılıklı çapraz çantaların asıldığı entelektüel ilişkilerden biriydi. Konuyu tam anlayamadım. Erkek, sen hayatı çok basit sanıyorsun dedi. ne alakası var dedi kız. dengeleri tutturmaya çalışmaktan yoruldum, bir de üstüne sen burada durdu, bir süre konuşmadılar. Galiba bambaşka bir boyuta geçmişti kavga. Sonra erkeğin hafif titrek ses yeniden duyuldu. Kelimeleri gittikçe modern-arabesk bir hal alıyordu: senle gündelik hayata yenilmeyeceğimiz bir ilişki tasarlamıştım ben, gündelik hayattan yorulunca birbirimizin varlığı yetecekti. Böyle saçma sapan tartışmalar yaşamayacaktık dedi erkek. ama sen başlattın dedi kız. Bu noktada erkekten anlamı belirsiz bir ses çıktı: naapıyoruz biz ya!, sonra da ağlamaya başladı. O an, o-ha! Dedim ben içimden. Kız ona sarılarak, hiişş, tamam dedi. Bu sefer a-ha! Dedim içimden. Şimdi bunu içinizde duygusal bir final olarak algılayanlar olabilir sevgili okurlar. Sizlere yemin ediyorum göründüğü kadar duygusal değil bu sahne. Bu gün artık, kavga sonrası yaşanan hayatla ilgili genel konuşmaların ilişkinin yıpranmasıyla ilgili çok basit arızalardan kaynaklandığına eminiz. Basit bir kavga sebebi, hayatı silkeleyen söylevlere sebebiyet verebiliyor. Ve şu an yorgun beyin titreyen kelimelerle sergilediği performans, kavganın konusuyla tamamen ilgisiz, duygusal bir genellemeden ve bir ezberden ibaret yalnızca. Emin olun yorgun bey bu finallerin adamı. Bunu kendimden biliyorum.
Taksimde metrodan indiğimde hafiflemiş hissediyordum kendimi. Şahit olduğum kavga beni kendime getirmişti. Dün gece kurguladığım ve hasmımın (sevgilimin) göğsüne hayatla bilediğim bir hançer gibi saplayacağım planlarımdan vazgeçmiştim. Bütün ödülleri elimin tersiyle itmiştim. Hafiflemenin verdiği denyolukla ve biraz da komiklik olsun diye çırılçıplak geliyorum dedim içimden. O an çıplaaaak heykeller yapmalıyıııım, çırılçıplak heykelleeer şarkısını söyleyecek kıvama gelmiştim (yarı-entelektüel bilinç kaybı). Neyse işte, iyiydim yani. Dürüsttüm. Numara yapmayacaktım. Buluşmanın hemen başında özür dileyecek, özrümü pıtırık esprilerle süsleyecek ve hemen yumuşatacaktım ortamı. Elbette o da uzatmayacaktı, bundan emindim. Beni delirten o iki kelimeyi söyleyeceğini nereden bilebilirdim
buluşacağımız yere ulaşınca, bir kitaba dalmış olduğunu gördüm. Bu kötüydü, kitap okuma görüntüsü, seni takmıyorum imasıydı. Yılmadım. Daldım içeri, yanaklarından öptüm, karşılık vermedi. Coşkum biraz dindi. Bu normal, karşılık görmeyen coşku hafif siner. Suskun geçen her saniyenin işleri zorlaştıracağını biliyordum. (suskunluğun tam ortasında pihe diye başlayan ve kısa zamanda karın tutmalı kahkahalara dönüşen görüntüler ancak filmlerde olur). Parmaklarımı masaya sırayla vurarak, ağzımla tıkırık tıkırık diye ses çıkardım. Hafif gülümsedi. Gülümseyince tıkırık hareketini kesip işaret parmağımla masaya basarak güldün işte anlamında ding donng sesi çıkardım. (gerçekten kötü hareketlerdi, ama bazen gerginliği azaltmak için kalite gerekmez.). pıh sesi eşliğinde tek atımlık bir gülüş daha geldi. tırrık, ding donng ve pıh seslerinin yarattığı kısmi rahatlığı gerçek kelimelerle destekledim: çok mu kızdın bana?. Niyetim, evet cevabını alır almaz özür dilemekti. içini çekti ama beklediğim evet cevabını vermedi. Soruyu daha da sevimli hale getirmek için ters yüz edip tekrarladım: kızdın mı çok?. Yine evet demedi, onun yerine beni bir anda ters yüz eden o iki kelimeyi kullandı: kızmadım, kırıldım . O an noldu bilmiyorum, anlayışlı erkek rolüm bir anda infilak etti. Bütün toleransım kayboldu. ilk defa duymuyordum bu iki kelimeyi, her duyduğumda sinirlendiğim bir ifade biçimiydi. kızmamıştı, kırılmıştı. Kaba saba kızmamıştı, çıtı-pıtı kırılmıştı. Kızmayacak kadar yüce gönüllüydü. Kızmıyordu ama bir kraker gibi kırılıyordu. Lezzetinden hiçbir şey kaybetmiyordu. Kızmayıp kırılarak haksızlığa uğrayan taraf olduğunu çok şık bir biçimde ifade ediyordu. Mağrurdu. Kırılarak karşısındaki insanı tek suçlu ilan ediyordu. Kızmamak ama kırılmak: hayvan gibi kızmamak ama kraker gibi kırılmak; ayı gibi kızmamak ama bir çiçek gibi kırılmak kızmak gibi kaba bir duygu yerine, narin bir kırılganlık sarmıştı bugünlerde etrafı. Galiba bir modaydı bu. Kızmayıp kırılan bir grup insan, kavgaların finalini gittikçe zora sokuyordu. Hayat gibi diri diri kızmak varken, masal gibi süklüm püklüm kırılıyorlardı. Salyalar akıtan değil, kabuğuna çekilen mağrur bir duyguyu daha çok yakıştırıyorlardı kendilerine. Resmen kolaycılıktı bu. O an bir şey diyemedim, yalnızca içimden yesinler dedim. (bu kaba laf için özür dilerim, kızgınlığıma verin. Kızmayıp kırılsaydım yeşinley derdim.). Sonra uzun süre konuşmadık, masanın üzerindeki bardakaltıklarının kenarlarını çimdirerek parçaladık. O gün, ben kızgın, o da kırgın ayrıldık birbirimizden. Ayrı dünyaların insanlarıydık
bu iki kelimeyi bugünlerde etrafta daha sık duymaya başladım. Cinsiyet gözetmeksizin bir virüs gibi yayılıyor. Her seferinde biraz sinirleniyorum. Ama kızmayıp kırılanlara neden kızdığımı anlatmaya çalışıyorum. içime atıyorum. Kırılmayı tercih ediyorum. kızmayıp kırılanlara gerçekten çok kırılıyorum .
Kadınların boşanma süreçlerinde ve sonrasında yaşadıklarını, içlerinde kopan fırtınaları, umutlarını, umutsuzluklarını, çıkmazlarını, geleneksel kadınlık hallerini anlattıkları kitap. aslında milyonlarca kadının yaşamına ayna tutuyor.
Kadınlar hikayelerini ya kendileri kaleme almışlar ya da anlatımlarından yazıya dökülmüş. Aralarında ilkokul mezunu da var, üniversite mezunu da. Kimisi ev emekçisi, kimisi memur, kimisi devrimci mücadele içerisinde yer alıyor. Hepsi de evlilikleri boyunca ezilmiş, sömürülmüş. Kitabın arka kapağında da yazıldığı gibi; "Evlenmeye zorlananı, işkence hayatı olan evliliğe son vermek istediğinde daha büyük şiddete uğrayanı, boşanmayı başarsa bile toplumsal baskıdan kurtulamayanları... Çocuklarını rehin bırakmak zorunda kalanlar, ölüm tehdidi altında neredeyse yeraltında yaşamaya çalışanlar... Aldatılanlar, aldatılsalar da aldatan ile yaşamaya mahkûm edilmeye çalışılanlar... Aşk-sevda palavralarıyla emeği, cinselliği, nefes alış verişi, kazancı bile sömürülenler... Tüm sömürüyü, baskıyı, işkenceyi istismarı gizleyen mabed gibi tapılan özel mülk/ özel alan diye örtülere büründürülmüş ev-aile cenderesi; çoğu kez ikiyüzlülük, sevgisizlik, acımasızlık abidesi... Toplamı ev-aile ortamında her saat, her gün kadın cinsi için potansiyel işkence alanı olduğunu anlatan yaşanmışlıklar..."
okuyunuz, okutturunuz...
Kentsoylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesine karşın, ailesinin beklentilerinin tersine emekçi kesimle ilgilenerek Marx ve Engels yapıtları okumaya başladı. Kollontay, 20 yaşındayken evlendi. Evliliği fazla benimsemeyen Alexandra, 1893 yılında eşinden ayrılarak Zürih'e ekonomi eğitimi görmeye gitti. 1906'daRus Sosyal Demokrat işçi Partisi'nin Menşevik kolunda etkinlik gösterdi.
Alman komünist kadın Rosa Luxemburg'tan etkilenerek Rusya'ya dönen Kollontay, yazdığı "sınıf mücadelesi" üzerine görüşlerini yayımladı. Yazılarının tepki görmesi üzerine Almanya'ya (sürgüne) giderek sosyalizm üzerine çalışmalar yaptı. 1915 yılında Bolşeviklere katıldı. 1917'de tekrar Rusya'ya dönerek hükümette yer alan tek kadın olarak, kadınlarla ilgili ağırlıklı çalışmalar yaptı.
Kadınların da erkekler gibi cinsel özgürlük yaşayabileceği üzerine savunduğu tezler, sadece sosyalist bir toplumda cinsel ahlakın gelişeceği düşüncelerinde netleşmişti. işçi Muhalefeti adlı muhalif kanatta yer aldı. Sovyet hükümetindeki bakanlık görevinde de tepkiler alınca, 1926da Meksikada 1927den 1930a kadar Norveçte ve 1930dan 1945e kadar büyük elçilik görevleri verildi. 1933te kadınlar arasındaki çalışmaları için Lenin Nişanı ile 1942 ve 1945 yıllarında da diplomatik çalışmaları için işçi Sınıfı Kızıl Sancağı ödülleri aldı. 1945 yılından sonra SSCB Dışişleri Bakanlığı danışmanlığı görevinde birçok eser yazdı.*
Kollontai, 'aşk'ın 3 biçimde yaşandığını söylüyordu: Evlilik, fuhuş ve oyun-aşk. Sevgisini yitirmiş, tahakküme dayalı 'evliliği' de, sadece cinsel haza dayalı 'fuhuşu' da reddediyor, sınıflı toplumlar tarihinin insanların sevme kapasitesini azalttığını düşünüyordu. Bulduğu çözüm, toplumun sevme kapasitesini tekrar arttırmaktı.
Oyun-aşkla anlatmak istediği şuydu: iki kişinin, sadece gönüllülük ve arkadaşlığa dayalı, karşılıklı kopmaz bağların ve ağır sorumlulukların olmadığı, sadece birlikte olmaktan keyif aldıkları için birlikte oldukları, istenildiğinde kolayca ayrılabilen bir bağ.
çok naif sözleri olan bir mazlum çimen şarkısıdır. adeta bir aşk güzellemesidir. aşık olma süreci bu kadar güzel anlatılır. gönlümüzün en güzel yerinde durur sözleri. şöyle ki;
"gozlerimde gozleriniz cicek gibi aciverdi,
bir sabahin yakininda gonlume gonlunuz dusuverdi."
günlük yaşamda gizlenerek, bir anlık gafletiniz sonucu ayağınızın burkulmasına sebep detaylardır efendim.
en önemlisi topuklu ayakkabıya her daim engel teşkil eden parke taşı ile kaplı yollardır.
Caddedeki afişleri kaldırırlar apansız. Apansız yeni afişler asılır duvarlara. Köprü başını süsleyen farklı reklam ışıkları belirir aydınlatırlar bu kenti. Zavallı kent nerden bilebilir ki Bahra'da daha aydınlık olduğunu ışığın.
Bahra ova olsun diye sabahında yıkarlar taş köprüleri. Birer ikişer devrilir okaliptus ağaçları. Bir sükunet çöker şehre. Derinleşir Asinin yatağı. Alır götürür umutları.
Sonra büyük şehirler olur umudun adı. Bir kadın bir çanta ile çıkar yola. işte böyle bir film gelir sinemaya. Tüm radyolarda bu şarkı çalar. Onlarca kez yeniden görüşeceğiz demiştir kalan ama bir kez daha tekrar ettirilir. Sonra bir kez daha ve bir daha...
bilinmelidir ki söz de tutulmamıştır. kalan da yanmamıştır o derece.
insanı; dahil olduğu diyalektik süreçteki değişimden ayrı olarak, olduğundan daha farklı kalıplara sokma çabasıdır. bu ,bir başkası tarafından yapılıyorsa, çocukluktur. ne gerek var ki? bir insan ya iyidir ya da kötüdür. diğer her davranış teferruattır. iyi ya da kötü olmasına göre şekillenir, biçim alır.