bir kişi istediği şekilde, istediği yerde, istediği dini ritüel eşliğinde başka insanlara zararı dokunmamak kaydı ile sınırsız eylem alanına sahiptir.
bu eylem alanı genişliğinden duyulan rahatsızlık, dinin; insanlar üzerinde çizdiği sınırlayıcılıkların bir kalabalığın elinde bulunması arzusu ile ilintilidir.
islamiyet; bir fıkıhın, mezhebin, tarikat liderinin ve hatta kuran-ı kerim'in sınırlayabileceği bir alan değildir.
bir kişi çıkar, ''ben kuran'ı zahiri şekilde yorumluyorum'' der. bir diğeri çıkar ''ben kuran'ı batini şekilde yorumluyorum.'' der. ötekisi ''ben elimizdeki kuran'ı kerim'e inanmıyorum, bu kuran'ı kerim; osman tarafından bozulmuştur, bu yüzden dolayı bizim terminolojimizde 'osman kuranı.' olarak geçer. ben peygamberimiz ve dolayısı ile hz. ali'nin soyundan gelenlerin allah'ın kelamlarına ulaşmak için doğru bilgiyi taşıdığına inanıyorum'' der.(bu örnek coğrafyamızdaki alevi-bektaşiler'in bir çoğu için reeldir. dedelik müessesi bu sebep ile atadan geçme önkoşulludur.)
işin özü, herkes işine baksın. din polisciliği oynamanın bedellerinin ne kadar vahim olabileceğini defalarca gözlemledik. bunu devam ettirmenin kimseye en ufak bir faydası namevcut.
genel anlamda doğrudan demokrasi denemesidir.
dar anlamda gelecekteki avrupa birliği politikalarının; bünyesindeki müslümanlar, müslüman yoğunluklu ülkeler ve gelecekteki olası göçmenlerle alakalı önsağlamasıdır.
ayrıca avrupa çapında telaşa da mahal yoktur. referandum sonucu çıkan her halk yönlendirmesi devletler tarafından sorgusuz sualsiz kanunlaştırılamaz. anayasa dediğimiz kavram bu sebeple var.
halkın bizzat istekleri veya temsili demokrasi aracılığı ile atadıkları hükümet görevlileri çoğunluk diktasını şapadanak kuramaz.
ne tesadüf ki bizde de bu anayasalardan bir adet mevcut. hem de en askeri olanından.
yurdum entelektüeli mevcut anayasayı sivilleştirerek ve bireye yönelik hale getirerek kanuni hareket alanımızın genişletilmesindense, kürt milliyetçiliği, amerikancılık, siyasal islam ile işbirliğine giderek alan geliştirmeye çalışmak gibi abuk sabuk işlerle uğraşıyorlar.
idealizm ve idealist uşaklığı ahanda böyle bir meret.
bir de işin en sevimli yanı; kendi çoğunluk diktasını işlevselleştirmekten zerre çekinmeyen siyasal islamcı çoğunluğun, aynı durum dindaşlarının başına arada devlet dahi olmadan bizzat halk tarafından yapıldığında aldıkları şekilsiz biçim.
siyaset ikiyüzlülük kaldırır, orasına eyvallah.
lakin insanlık ikiyüzlülüğü kaldırmaz.
kendisiyle alakalı yapılan, aşağı yukarı bütün antolojiler ciddi karışıklıklar içermektedir.
bunda;
yapılan seçkilerin kategorize edilmesi, hatta abartılıp kategorizasyon gruplarının;
-hayatındaki olaylara ait (dair) şiirler,
-tabiat ve hayata dair şiirler,
-didaktik şiirler,
-aşk şiirleri,
şeklinde belirlenmesi etkendir.
pir sultan bir yöre-kültür mitidir. içinde mahlası geçen şiirler dahi kendisine mal edilmemelidir.
taraftarları, yoldaşları, öğretisini takip edenler tarafından onun adına, kendini onun yerine koyarak şiirler yazılmış, bunlar her ne hikmetse bütün olarak pir sultan'a mal edilmiştir.
hele ki; tabiat ve hayata dair şiirleri ile aşk şiirlerini ayırarak kategorize etmek ciddi anlamda hatadır.
pir sultan abdal'ın şiiri; aynı bakış açısıyla farklı konuları inceler şekilde değil de bir bütünü aynı yalın bakış açısıyla inceler şekilde yorumlanmalıdır. öğreticiliğinde aşk olduğu gibi, aşkında öğreticilik vardır.
diyalektik materyalizm ile savaşından galip çıkan idealizmin, kendini daha güçlü şekilde idame ettirme arzusu.
şöyle ki; güç sahipleri; bireyleri kontrol altında tutmak için, idealizmin mitlerine ihtiyaç duymaktadır. ama elindeki gücün kendini yenilemesi için de diyalektik materyalizmin dünyayı algılama methodlarına ihtiyaç duymaktadır. bu çözümsüzlüğün cevabı da elbet birey bazında getirilmelidir.
şöyle kısa ve öz bir hale getirmek gerekirse;
'machiavelli gayet faydalı, lakin erasmus da işime geliyor.' demenin, devletçesidir.
stiltskin'in 1994 yılında çıkan ilk ve tek albümü.
vakt-i zamanında; albümün de çıkış şarkısı olan inside, levis reklamlarıyla ortalığı tarumar etmiştir.
yurdum bilinçaltında gördüğü tam destek; ne kültür alışverişinden, ne dünya üzerinde önemli ve bilinen bir coğrafya olmamanın ezikliğinden, ne de iktisadi getirilerinden ileri gelir. elbet bu sayılanlar yadsınamaz gerçekler olmasına rağmen, mevzuya, hakan günday yapılabilecek en buralı yorumu getirmiştir;
'akdeniz'i kaplamış esmerlerin açık tenleri morartmaları.'
psikiyatri camiasını türlü karmaşalara sürüklemiştir.
eksen 1 içinde tanımlayanlar, kendisini 'dissosiyatif kimlik bozukluğu' olarak nitelerken, eksen 2 (diğer tüm kişilik bozuklukları gibi) dahilinde inceleyenler, 'dissosiyatif kişilik bozukluğu' olarak nitelemektedir.
özellikle seksenli yıllardan sonra ortaya atılan görüşlerde bipolar spektrum bozukluğu ile ilişkilendirilmiş ama eksen 1 ile bağıntısı reddedilmemiştir.
çocuklarda hiperaktivite ile karıştırılabilir. ebeveynlerin uyanık olması zaruridir.
eldeki çoğu vak'a travma sonrası gözlemlenmiştir.
bu mekanı kerteriz alarak çizeceğimiz, 5 metre yarıçaplı dairenin dışında kalan her yerde tavuk dönerine; martı döner denir.
bu benzetme elbet fiyatının cüziliği, ve ayaküstü yapılan fiyat-maliyet hesaplarının çözümsüzlüğünden ileri gelir.
unutmadan belirteyim, bu benzetmenin müsebbibi kal tayfasının fukara yatılılarıdır.
yalnız kadıköy gecelerini; kendisi yerine, iki adım ilerdeki havuzun karşısındaki kaşe'de bitirmek daha akla yatkın bir sonlandırma metodudur.
her ne kadar, bir dönem yerli dizileri ağalı-konaklı-beyli formata sokarak domine etmiş olsa da kendinden hiç beklenmeyecek şekilde; bünyesinde yer verdiği tecavüz sahnesi ile yurdum semalarında straw dogsvari infiallere sebep olmuştur.
not: çağan ırmak bildiğiniz ahmet altan'dır. orası başka mevzu tabi.
yurdum semalarında, ortaokul seviyesinde okutulmasına ses çıkmamasının sebebi; george orwell'ın, dava arkadaşları tarafından ihanete uğramış, sol görüşlü bir yazar olmasından ileri gelir.
bu türkünün sözlerine dikkat edildiğinde, bekir hoca'nın o günün adalet sisteminde (ilk cumhuriyet dönemi) suçsuz bulunmasına rağmen, halkın gözünde kendini aklayamadığını rahatlıkla görebilirsiniz.
yoksa harput kozmopolit ve harput koleji nedeniyle çevreye göre daha ilerici bir yöre olmasına rağmen, eşini aldatan bir kadına sempati duyarak, türkü doğuracak bir coğrafya değildir. içinde yaş farkı barındıran evliliklere ve sonuçlarına duyulan kinin, bu türkünün yakılmasında etkisi büyüktür.
ayrıyetten bunda mamoş'un mertliği ile bilinen ve çevre tarafından sevilen bir delikanlı olmasının da etkisi vardır.
bunu bazı farklı biçimlerinde geçen;
'evlerinin önü kavak,
mamoş yürür\gezer savak savak.'
kısmından da yakalayabiliriz. savak savak yürümek; elazığ'da; genellikle genç ve bıçkın delikanlılara yönelik bir yürüyüş biçimidir. mertlik ve serkeşlik ihtiva eder.
james masterson tarafından bir bütüncül gelişimsel yaklaşım ile the narcissistic and borderline disorders kitabında; narsisistik kişilik bozukluğu ile ilişkilendirilmiş, günümüze kadar sanılanın aksine; dişilere has olmayan kişilik bozukluğu.
ve bu meretten muzdarip dişiler cidden ıstırap işetirler, uzak durun.
hayatımda gördüğüm, duyduğum, bildiğim en mucizevi istanbul tanımlamasını; birkaç repliğe sığdırabilecek egzantrik kalem.
...
betty: belki bir daha olmaz! sana uzakları yeteri kadar anlatamam, ama biraz olsun merakını gidermek istiyorum...
bir de, her şehrin ayrı bir kokusu var sanki. meyve, yemek, yağ kokusu değil bu. farklı bir koku. anlatmak öyle güç ki!
tenten: hayır. daha doğrusu farklı farklı bir yığın koku duyuyorum bu şehirde, ama öyle belirgin, diğerlerinin üzerine çıkan bir koku yok.
betty: bu şehir yangın yeri gibi kokuyor, tenten. hani yangın söndürülür, son dumanı da yitip gider.ondan sonra bir sessizlik, bir terk edilmişlik olur. orada gezinirken bir koku duyarsın. rüzgarın etkisiyle hafiflemiş bir kokudur bu. biraz fazla olsa başın ağrır. ama tam kıvamındadır. derin derin içine çekersin kokuyu. artık onsuz yapamayacağını anlarsın.
tenten: sen mecazi kokulardan bahsediyorsun, güzelim! eğer öyle düşünecek olursan bütün istanbul nane kokuyor!
betty: nane mi?
tenten: tabii. benim içimi açan bir kokudur o. düşünsene, bütün şehir nane kokuyor! boğaz'dan hafif naneli bir esinti geliyor. iki yakaya da yayılıyor o koku. yokuşları tırmanıp kenar semtlere ulaşmaya başlıyor. varoşların insanları inanamıyorlar bu kouyu duyduklarına. alışveriş edenler, pazarlık yapanlar, mal taşıyanlar, huzurevlerinde yaşayanlar inanamıyorlar. koku şehre yayıldıkça yayılıyor. inşaatlarda çalışanlar, hamile kadınlar, maaş kuyruğundaki emekliler, son nefesini vermek üzere olanlar, çatık kaşlı hemşireler kokuya inanamıyorlar... burun deliklerinden giriyor koku... vücutlarına... hepsini rahatlatıyor. herkes bu şehri sevmeye başlıyor. ölmek üzere olanlar bile vazgeçip iyileşiyorlar.
betty: saçmalıyorsun tenten! bu, senin, olmasını istediğin koku. ama şehir aslında yangın yeri gibi kokuyor. var olanla, olması istenen arasında dağlar kadar fark var.
tenten: istersen uzlaşabiliriz. senin istanbul'un yangın yeri kokuyor, benimki ise nane. red'in istanbul'u başka kokuyordur, fatoş'unki başka. herkesin istanbul'u başka kokuyor diyelim, olsun bitsin!
betty: herkesin new york'u, fas'ı, dublin'i, kalküta'sı, londra'sı birbirinden farklı mı kokuyor sence?
'havalı tüfek ile yengeç öldürmek.' gibi saçma sapan bir aktiviteye;
ruh, şehvet, delilik, ucuz romantizm, insanlık eleştirisi-tiksintisi bir de üstüne gerçekçilik ekleyebilecek kadar dahi bir adamdır.
'....
yaralıları (yengeçleri) bir su birikintisine toplayıp askeri bir mahkeme kurdum ve onları kurşuna dizmeye karar verdim. onları teker teker su birikintisinden çıkarıp silahın namlusuna tuttuktan sonra tetiği çekiyordum. bir tane vardı aralarında, parlak renkte ve hayat dolu, bir kadını çağrıştırdı bana; döneklerin arasında bir prensesti kuşkusuz, ağır yaralı cesur bir dişi. bacaklarından biri kopmuştu, kollarından biri acınası bir biçimde sarkıyordu. yüreğimi paraladı. bir konferans daha yapıp durumun ivediliğini göz önünde bulundurarak cinsiyet ayrımı yapmamaya karar verdim. prenses bile ölmeliydi. memnuniyet verici değildi, ama öyle gerekiyordu...'