mark cousins'in aynı adlı kitabından filme aldığı 15 bölümlük belgesel serisi.
bölüm 1: sinemanın doğuşu (1900-1920)
bölüm 2: hollywood rüyası (1920ler)
bölüm 3: dışavurumculuk, izlenimcilik, gerçeküstücülük: dünya sinemasının altın çağı (1920ler)
bölüm 4: sesin gelişi (1930lar)
bölüm 5: savaş sonrası sineması (1940lar)
bölüm 6: cinsellik & melodram (1950ler)
bölüm 7: avrupada yeni dalga (1960lar)
bölüm 8: yeni yönetmenler, yeni biçim (1960lar)
bölüm 9: 70lerin amerikan sineması
bölüm 10: dünyayı değiştiren filmler (1970ler)
bölüm 11: multiplekslerin gelişi ve asya anaakımı (1970ler)
bölüm 12: güce karşı savaş: sinemada protesto (1980ler)
bölüm 13: yeni sınırlar: afrika, asya ve latin amerikada dünya sineması (1990lar)
bölüm 14: yeni amerikan bağımsızları ve dijital devrim (1990lar)
bölüm 15: günümüz sineması ve gelecek (2000ler)
ben şimdilik ilk on bölümünü seyrettim gerçekten muazzam bir yapıt. sinemayla bir şekilde ilgisi olanların mutlaka seyretmesi gerekiyor.
Suphi, iş hanından çıkıp Taksim Meydanı'na adımını attı. Hava çok sıcaktı, bir bankada yaptığı iş görüşmesi için zoraki giydiği kravatı çıkarıp ceketinin iç cebine koydu, gömleğinin üstten iki düğmesini açtı, şimdi biraz daha iyi nefes alabiliyordu. Gezi Parkı'na doğru yöneldi. Aklında iş görüşmesinin ayrıntıları vardı, işe kabul edilmemiş olmasını umut ediyordu. Bankalardan nefret ederdi, gülümsemek zorunda olan banka çalışanlarından, yükselmek gibi ne idüğü belirsiz bir istekle ve büyükçe bir hırsla birbirinin omzuna basmaktan çekinmeyen insanlardan nefret ederdi, aslında elinden gelse Aylak Adam romanındaki C. gibi biri olmak isterdi ama gerçek hayatın böyle bir şey olmadığını ne yazık ki öğrenmek zorunda kalmıştı. insan bir yerden sonra ister istemez bu devrin adamı olup çıkıveriyordu. Hayatta kalma zorunluluğu onu da alt etmişti, diğer bütün insanlar gibi.
Gezi Parkı'nda konuşlanmış çevik kuvvet otobüsünü görünce parka gidip, çimlerde oturup bir sigara içme isteğinden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu devre ait diğer her şey gibi devletin kolluk kuvvetlerini de görmeye dayanamıyordu. Metro istasyonuna inen asansörün önünde, biraz dinlenmek için durdu. Taksim'i yaran devasa çukura baktı. -Bu çukur bir gün hepimizi yutacak! Sıkıntıyla ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkardı, bir sigara yakıp, çukurun üstüne emanet yapılmış köprüden tedirginlikle geçen insanları seyretti. Önünden çuvaldan yapılma karton arabasıyla bir kartoncu çocuk geçti. Çocuğa bakıp tekrar iç geçirdi. - insanın insana bakıp şükretmesi ne kötü şey!
Nereye gideceğini ne yapacağını şaşırmış gibiydi, eve gitmek istemiyordu, bu sıcak Mayıs gününün keyfini çıkarmak istiyordu ama yine de ne yöne gideceğini kestiremiyordu. Bu havalarda hep böyle hissederdi zaten, hep dışarıda olması gerektiğini düşünürdü, sağına soluna bakmadan, sadece güneşin, bir parça yeşilin ve bir parça denizin olduğu herhangi bir yerde bulunmak isterdi ama nereye gideceğini bir türlü kestiremezdi. Tercih yapmakta zorlanıyordu, bir yanda Kadıköy, Moda, bir yanda Eminönü, Haliç, diğer yanda Sarıyer sahili ve daha nice güzellik vardı bu şehirde, tek seferde herhangi birini seçmek zor geliyordu. Böyle düşüncelere daldığı zamanlarda boş gözlerle alık alık etrafı seyrederdi. Annesi, bu özelliğinden dolayı Suphi'yi hep aklı beş karış havada olmakla itham ederdi. Suphi ise bu ithamdan hiç alınmaz, aksine memnun olurdu zira aklı havada olmayıp da başında olanları hiçbir zaman sevememişti. ikinci sigarasını yeni yakmıştı ki kararını verdi, Eminönü'ne gidecekti, Galata Köprüsü'nün altında, yosun kokusu eşliğinde soğuk bir bira içmek istiyordu.
Yola koyulmuştu ki Meydandaki çiçekçiler aklını çeldi, çiçeklere bakmak için yolunu değiştirdi. Karanfil, gül, menekşe, orkide ve daha nice çiçek sergileniyordu burada. Yanında belirip sürekli ne istediğini soran satıcı olmasa kendini bir panayırda bile hissedebilirdi. Satıcı aynı soruyu altıncı kez tekrarladığında, öğrencilik zamanlarında alıp bir hafta geçmeden soldurduğu sardunyaları hatırladı. Sardunya... sardunya istiyorum. dedi çiçekçiye. Çiçekçi renk seçimi için sorduğunda ise Fark etmez herhangi birini ver. dedi. Adam, küçük saksısında güzel kokulu sardunyasyı şeffaf poşete koydu, ne kadar su vermesi gerektiğini söyleyip, bereket diledi.
Suphi, uzun bir süreden sonra yeniden mutlu olduğunu hissediyordu. Neşeyle tekrar yola koyuldu. Şimdi aklında ne iş görüşmesi, ne personel alımından sorumlu, ince topulu ayakkabı ve döpiyes giyen, zoraki bir nezaketle konuşan kadın, ne de hayatıyla ilgili yükümlülükleri vardı. Tek düşündüğü bir an önce eve gidip Sardunyayı biraz daha büyük bir saksıya almak ve her an görebileceği bir yere koymaktı. Onun bu halini görse annesi, yine onu aklı beş karış havada olmakla suçlardı. Derken cebinde olduğunu bile unuttuğu cep telefonu titremeye başladı. Telefonu cebinden çıkarıp baktı, arayan anessinin amcasının oğlu ibrahim'di. Telefonu açtı ve açar açmaz pişman oldu. ibrahim, vakti varsa Çemberlitaş'ta buluşmak istediğini söylemişti. Biraz kem küm etse de kabul etti.
Suphi, Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ne ulaştığında ibrahim'i orada göremedi. Sigara içilebilen masalardan birine oturdu, sardunyayı poşetinden çıkarıp masaya koydu.
Medrese'nin çay bahçesi olarak kullanılan bahçesi tıklım tıklım doluydu, bu büyük kalabalığın oluşturduğu uğultu, çay kaşığı gürültüleri ve nargile fokurtuları Suphi'nin hiç dikkatini çekmedi. Tek ilgilendiği şey sardunyaydı. Mor renkli çiçeğe hayranlıkla bakıyordu, yine dalıp gitmişti. Neden sonra cep telefonu tekrar çaldı, arayan yine ibrahim'di. Suphi, telefonu eline alıp, bakışlarını mekanın giriş kapısına yöneltti, ibrahim'i görünce el salladı. ibrahim, telefonu kapatıp, Suphi'nin olduğu masaya doğru geldi, Suphi'nin elini sertçe sıkıp, kendine çekip sarıldı ve gürleyen bir ses tonuyla Nasılsın amcaoğlu ya? Biz aramasak arayıp soracağın yok amına koyayım. deyip sırıttı. Suphi, zoraki bir gülümsemeyle Vallah hayat işte unutuyoruz ibrahim. dedi cılız bir sesle. Suphi, oldu olası ibrahim'den pek hazzetmezdi çünkü Suphi neyse ibrahim tam tersiydi, Suphi'yle akranlardı, üniversiteyi beraber kazanmışlardı, Suphi, hava her güzel olduğunda alıp başını istanbul'un herhangi bir sahiline giderken ibrahim, üniversitenin kariyer kulüplerinden çıkmazdı, Suphi, mezun olduktan sonra zorundalıktan özel bir şirkette basit bir memuriyetle uğraşırken, ibrahim, Uluslar arası bir şirkette çoktan yönetici pozisyonuna kadar çıkmıştı. ibrahim, hırslıydı, bu devrin adamıydı, siyasetle kendi işine yaramadığı sürece uğraşmazdı, gece gündüz borsayla, şirketle, kariyerle ilgili düşünür; tüm hayatını buna göre kurgulardı. ibrahim, tatile çıkmazdı, sadece arada bir güneye veya yurt dışına kaçardı, ibrahim, eski olan hiçbir şeyi kullanmazdı; zengin olmak için zengin görnmek gerektiği görüşündeydi ve hayattaki tek önemli şey hayattan payına düşeni koparmak, zengin olmaktı, bu yüzden markası olmayan, iş adamlarının tercih etmediği hiçbir şey kullanmazdı. ibrahim, kitap okumazdı, şiiri gereksiz bir duygusallık gösterisinden başka bir şey olarak görmezdi, romanların ise nasılsa filmi ve dizisi çekiliyordu, ona göre böyle şeylerle uğraşmak aptalcaydı, bu hayatta neler dönüyordu, ancak aklı beş karış havada insanların bu çeşit zevkleri olurdu. Aslına bakarsanız ne ibrahim, Suphi'yi ne Suphi, ibrahim'i tasvip ederdi, akrabalık bağları, belki de Suphi'nin annesinin hala hayatta olması onları bir arada tutuyordu.
ibrahim, oturur oturmaz bir nargile bir de Türk kahvesi söyledi.Üzerinde şık bir lacivert takım elbise, kolunda da pahalı marka büyük bir kol saati vardı. Suphi, hayatı boyunca büyük kol saati kullananlardan çekinmişti, böyle adamlar -Suphi onlara iş bitiriciler diyordu- gözünü korkutuyordu, böyle bir adama dönüşmektense yaşamamayı tercih ederdi. Suphi, ancak ibrahim'in dürtmesiyle gözünü saatten alabildi.
- Annen aradı. Üzüyormuşsun kadını yine.
- Hadi ya...
- işten ayrılmışsın. Niye haber etmiyorsun oğlum? Kadın mahvolmuş, Suphi orada tek başına ne yapar diye ağlayıp duruyordu.
- Doğrudur işten ayrıldım da niye beni aramamış?
- Boşver oğlum şimdi...
ibrahim'in cep telefonu melodisi konuşmayı böldü, bir izin bile istemeden, bir konuşmanın ortasında olmasına rağmen umursamadan telefonu açtı, bir yandan işle ilgili bir şeyler konuşuyor bir yandan da nargileden büyük nefesler çekip duman tabakasını Suphi'ye doğru üflüyordu. Suphi, ibrahim'in hal ve hareketlerindeki aceleciliği düşündü. - Hem acelesi varmış gibi, her an kalkacakmış gibi oturuyor hem de nargile içebiliyor... Suphi, buna çok şaşırıyordu, hem her yere aceleyle giden, sandalyelere yarım oturan, bir saniye durup etrafına bakmayan hem de nargile ve Türk kahvesi içebilecek kadar keyfine düşkün insanların varlığına çok şaşırıyordu. Düşüncelere daldı, ibrahim'in telefonda ne konuştuğunu duymuyordu bile, çevresine bakındı, burası öğrenciliğinde her zaman uğrak mekanı olmuş yerlerden birisiydi. Arka masalardan birinde on sekiz yaşındaki Suphi'yi gördüğünü zannetti; on sekizlik Suphi, orada, masaların üzerine yığılmış kitapların arasında hararetle bir şeyler tartışan bir öğrenci grubunun içindeydi, şiir üzerine konuşuyorlardı, tüm bunları izlerken otuzluk Suphi, eliyle sardunyanın çiçeklerini okşuyordu. ibrahim'in sesiyle yeniden dünyaya döndü.
- Bu çiçek ne lan? Hayırdır manita durumları falan mı var?
Deyip sırıttı ibrahim. Suphi'yse biraz bozulmuş bir suratla yanıt verdi:
- Hayır, eve aldım. Bir şey anlatıyordun?
- Ha evet, annen aradı. Bak Suphi, çocukluk ediyorsun, para kolay kazanılmıyor koçum, niye bıraktın gül gibi işini?
- Bilmem. Sıkıldım biraz.
- Hiç değişmemişsin oğlum ya! Sıkıldım diye iş mi bırakılır amına koyayım?
- iyi bir iş değildi ibrahim. Hem bugün yeni bir yere başvurdum.
- Nereye?
- Bankaya.
- Oğlum bankada nasıl yükseleceksin, çok zor oralarda yükselmek...
Derken ibrahim'in telefonu yine çaldı. Suphi, gözündeki nefreti saklamak için başka yerlere bakmaya başladı. Birazcık cesareti olsa ibrahim'e şöyle derdi; Bak ibrahim, ben sen değilim, sengillerden değilim. Olamam da... sizin sürekli bir hakaretmiş gibi söylediğiniz şeyim ben, aklı bir karış havada gezen biriyim, bana bir tane sardunya ver sabah akşam sardunyayla konuşayım, bir kadeh rakı ver tüm günü geçireyim, siz insan eti yerken ben küçük dünyamda bir sardunyayla yaşamaya razıyım ibrahim. Sen her devrin adamısın, hangi dönemde yaşasan bir şekilde voliyi vurmanın, yırtmanın bir yolunu ararsın, hayattaki tek gayen bu olduğu için keyif alarak değil sürekli stres ve hırs içinde boğularak yaşarsın. Ben sengillerden değilim ibrahim, ben gönül adamıyım, ben bir dize şiir için yaşarım. Boşver ibrahim beni, anneme de söyle üzülmesin, tanrı beni böyle cezalandırmış diye düşünsün, sen de benim halime bakıp şükret ibo, ben artık otuz yaşından sonra büyümeyi reddediyorum. ama demeye cesareti yoktu. Bu duruma üzüldü iç geçirdi, elinde çay dolu tepsiyle çay dağıtan adamdan çay istedi ve bir dilim limon. Limonu çaya sıkarken ibrahim, telefonu kapatıp geri döndü.
- Ne diyodum. He! Boşver oğlum banka işini falan. Seni de gel bizim şirketin muhasebesine aldıralım, şef pozisyonunda aldırırım, oradan yükselirsin işte. Mis gibi maaşın olur.
- Bir düşüneyim ibrahim.
- Düşünme oğlum düşünme ya! Zaten düşünmekten bu hallere düşüyorsun, düşünme siktir et. Sen gel beni dinle, mülakata bile aldırmam seni. Bak senin annen benim de annem gibidir az emeği geçmedi üzerimde, hem yazık kadına baban öldükten sonra seni de ablanı da tek başına okuttu büyüttü. Kadının kalbine indireceksin Suphi, mis gibi iş işte sana.
- Öyle... yani ben... ne bileyim ibrahim, şu banka işi olursa rahat rahat ben kendimi geçindiririm.
- Sen bilirsin Suphi, sonra amcamın oğlu ibrahim bana yardım etmedi deme.
- Yok ibrahim, estağfurullah.
Bir süre bir sessizlik oldu. ibrahim telefonunun dokunmatik ekranını dürtükledi, sağa sola baktı, nargilesinden büyük nefesler çekip duman kütlesini havaya üfledi, Suphi de bir sigara yaktı bu sırada. ibrahim, lafa girdi.
- Bari sana hayırlı bir kız bulalım Suphi. Yengenin teyzesinin kızı var Serpil, bir görsen bir içim su. Kıyak olur ha! Akrabalığımız pekişir.
- Şimdilik öyle bir niyetim yok.
- Otuz yaşına geldin be oğlum! Bak bu anan yaşlı, benden söylemesi, kendine biraz çeki düzen ver, benim kapım her zaman açık ne zaman istersen gel başla. Sıkıntı etme. Anan da gider ayak eniştenin eline bakmasın, sonuçta el oğlu.
- Haklısın ibrahim. Biraz düşüneyim amca oğlu.
- Tamam koçum. Ben kalkıyorum. Bir sıkıntın olursa ara. işi de iyice düşün.
Kalktılar, ibrahim, Suphi'nin elini sertçe sıktı, Suphi'yi kendine doğru çekip sarıldı, sırtına bir iki şaplak attı. Sonra da hesabın hepsini ödeyip gitti. Suphi, masada kalan sardunyaya içli içli baktı.
Yoldan, ton balığı, beyaz peynir ve kavun alıp eve gitti, buzdolabında yarım şişe rakısı duruyordu. Özenle yemek masasını hazırladı, sardunyayı da masanın tam ortasına koydu. Suphi'nin evinde televizyon ve bilgisayar yoktu, bahçe katı adıyla kiralanan fakat aslında düpedüz bodrum katı olan bir daireydi burası, havada bir nem ve küf kokusu vardı her daim, bu nedenle sık sık hatta pencereyi hiç kapatmamasına havalandırmak gerekiyordu. Soluk yeşil renge boyanmış duvarların ve direk yola, gelip geçen insanların ayaklarına açılan pencerelerin de hiç iç açıcı olduğu söylenemezdi. Odada bir yemek masası, birkaç tane tahta sandalye, iki tane çekyat, bir doğalgaz sobası, ev sahibinden kalma Suphi'nin kitaplarını doldurduğu ha devrildi ha devrilecek gibi emanet duran bir vitrin ve bir de duvarda asılı bir bağlama vardı. Suphi'nin küçük dünyası bunlardan ibaretti, şimdi o dünyaya bir de sardunya katılmıştı.
Suphi, son olarak rakıyı, buz kabını ve sürahiyi içeriye getirdi. Üç aydır hiç dokunmadığı bağlamasını alıp masaya oturdu, bağlama kucağında kadehine önce rakıyı sonra suyu koydu, suyun rakıyı beyaza çevirmesini ilk gördüğü andaki şaşkınlığıyla izledi. Buz kalıbını ters çevirip masaya vurdu içinden çıkardığı buz küplerinden iki tanesini rakı kadehine atacakken aklına ibrahim geldi; on yedi yaşındalardı, istanbul'da görüştükleri bir gün beraber rakı içeceklerdi, masa kurulduktan sonra rakılar doldurulmuştu, Suphi tam kadehe buz atacakken ibrahim, eliyle dur işareti yapmıştı Dur oğlum buz, rakının tadını bozar. Bu anı aklına gelince bir hışımla buzları rakı kadehine bıraktı, rakının bir kısmı masaya döküldü. O günden beridir rakıyı hep buzlu içtiğini fark etti. Bu ufacık başkaldırısıyla gurur duydu. Rakıdan bir yudum aldı, sardunyanın yapraklarını incitmemeye çalışarak okşadı. Bir gün sen de solacaksın, senden önceki de solmuştu. dedi. Senin sonun solmak, benim sonum ölmek... böyle dönüyor bu dünya. Bil ki sen solduğunda ben de ibrahimgillerin, iş görüşmesindeki kadının dünyasına girmiş olacağım yani ki gerçek Suphi ölmüş olacak. Seni ne kadar geç soldurursam o kadar iyi... diye ekledi, rakısını fondipleyip kadehini tazeledi. Bağlamasının akortlarını tamamladıktan sonra, tellere vurup bir türkü çalmaya başladı ve kötü sesiyle söylemeye başladı : Har içinde yatan gonca güle minnet eylemem/Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem/ Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi / iblisin talim ettiği yola minnet eylemem
O geceden sonra Suphi, bir süreliğine verdiği sözü de tuttu, her akşam iki kadeh rakısını alıp sardunyasına bağlama çaldı, türküler söyledi, Edip Cansever'den, Cemal Süreya'dan, Cahit Zarifoğlu'ndan, Can Yücel'den ama en çok da Turgut Uyar'dan dizeler okudu, sevgiyle, incitmeden yapraklarını, çiçeklerini okşadı, sulamasını zamanlıca yaptı, söz verdiği gibi onu yaşattı fakat bir gün, o melun gün, Suphi, bakkaldan dönerken evine gelen bir sarı zarf, bu güzel günlerin bittiğini haberdar etti. Kredi kartı borçlarından dolayı eşyalarına el konulacağı bildiriliyordu. Suphi, o gece sabaha kadar bomboş gözlerle yerdeki halıyı seyretti, ne yapması gerektiğini düşündü durdu. Ertesi gün öğlen, içi kan ağlayarak, parmakları kırılırcasına ibrahim'in numarasını tuşladı.
altyazı sinema dergisi yazarlarından güzel bir adam. emek sineması protestosuna gözaltına alınanlardan birisiydi, sonra duyduk ki 6 yıla kadar hapis istemiyle yargılanabilirmiş, "emek yıkılmasın dediği için, tamamen demokratik hakkını kullandığı için 6 yıla kadar hapis cezası alabilir yani. pardon filminde geçen bir laf vardı "demek ki adalet dediğiniz o kadar da adil bir şey değilmiş." şeklinde. işte bu tarz olayları duydukça tek düşündüğüm şey bu oluyor. demek ki adalet dediğimiz şey sandığımız kadar adil değilmiş.
iletişim yayınları'ndan çıkan bir kitap. kitabın arka kapağı şu şekilde: "gençler türkiyede yakın geçmişte yaşananlar hakkında ne düşünüyorlar? özellikle otuz yıla varan savaşın şiddet ortamı, onların zihninde nasıl bir tortu bırakmış? asıl önemlisi, türkiyenin doğusundaki ve batısındaki gençler, türkler ve kürtler, birbirleri hakkında ne düşünüyorlar? leyla neyzi ve haydar darıcı, diyarbakırlı ve muğlalı gençlerle yaptıkları derinlemesine söyleşilerde, birbirini anlamanın haritasını seriyorlar önümüze. önyargıların, kaygıların, öfkelerin, kitlenmelerin ama aynı zamanda empatinin, dostluğun, alış verişin haritası birbirini ve ötekini tanımanın insanı nasıl genişlettiğine dair, genç seslere kulak vermek için "
kitabı henüz okumadım ama yapılması elzem olan bir çalışmanın vücut bulmuş hali gibi duruyor, bu şekilde doğrudan sahaya inilerek yapılan çalışmaları gerçekten değerli buluyorum. üstelik son 30 senedir toplumsal yaşantımızı doğrudan doğruya etkileyen bir konuda yapılmış olması da gerçekten önemli.
okuyunca daha kapsamlı bir yorum da yaparım gerçekten değerli bir çalışmaya benziyor, okuyup görelim.
bu haberi siyasi bir şova döndürme niyetinde değilim açıkçası siyasetinin amına koyayım ama çok can yakan bir haber bu, tam adem elmanızın olduğu yere esaslı bir yumruk yemişsiniz gibi acıtan bir haber bu. gel de isyan etme.
aile ve sosyal politikalar bakanı fatma şahin'in beyanatı. türkiye'de yalnızca 24 sokak çocuğu varmış şu an ama içiniz rahat olabilir çünkü o 24 çocuk da bakanlık hizmetlerinden yararlandırılmış. bu pişkinlik için ne denilebilir bilemiyorum. bu arada diğerlerine başka isim koymuşlar "sokakta çalıştırılan çocuklar" diye ondan dolayı bu rakamın azlığı.
"şahin'in verdiği bilgiye göre 2007'de 775, 2008'de 474, 2009'da 197, 2010'da 101, 2011'de 106 ve 2012'de 24 çocuğun sokakta yaşadığı tespit edildi ve bu çocukların bakanlık hizmetlerinden yararlandırılması sağlandı."
filmlerle sosyoloji isimli eserinden tanıdığımız sosyolog bülent diken'in metis yayınları'ndan çıkan yeni çalışması. kitabın tanıtım yazısı şöyle: "Bir zamanlar siyasetin ve eleştirel düşüncenin en önemli kavramı olan "devrim" artık hükmünü yitirmiş gibi görünüyor. Radikal değişimi tahayyül bile edemeyen "tek boyutlu" bir toplum bizimkisi. Halbuki toplumsal yaşamın gerçek anlamda eleştiri ve değişimin nesnesi olabilmesi için insanlar farklı bir toplum imkânı hayal edebilmelidir. En basit anlamıyla özgürlük, var olan ile mümkün olan arasındaki bağla deneyler yapmak değil midir?
Diğer taraftan, paradoksal bir biçimde, bugün herkes düzenli olarak radikal değişim buyruğuna tabi. Radikal dönüşümlere uyum sağlamak, yaşam stratejilerini piyasanın esnek taleplerine göre ayarlamak gerektiği fikrini kanıksamış durumdayız. Bu bakımdan, radikal değişim veya devrim fikri istisnai koşullara atıfta bulunmuyor artık, normalleşip gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiş durumda. Devrimin böylesine sıradanlaştırılmasına olanak sağlayan yasağı, bugünün hâkim ideolojisinin tek ve en önemli buyruğunu Badiou şu iki kelimeyle özetliyor: Fikirsiz yaşa!
Bülent Dikenin kitabı ise birbiriyle ilişkili üç fikre, isyan, devrim ve eleştiriye inancı devam ettirmeye yönelik bir deneme. Kafeinsiz gerçeklik çağında bu fikirlerin ne anlama gelebileceğini soruyor."
sadece türkiye'ye özgü değil tüm dünyada var olan ve etkisini giderek arttıran bir faşizm çeşididir. tehlikesi farkedilemediği için pek dillendirilmiyor lakin oluşan tek tip nesiller ve güzel, yakışıklı olarak işaret edilen insanlara dönüşmek için hayatlarını mahveden ve psikolojik bir baskı altına alınan genç kızlar ve erkekler ortaya çıkmasına neden olacak. zaten meyvelerini de vermeye başlamış durumda, zayıflama haplarından dolayı ölen genç kızlar hala aklımızda.
antep fıstığı ağaçlarında bulunan sakızdır. eğer ki hayatınızda bir defa bile olsa fıstık topladıysanız (gaziantep ağzında yada bizim köyün ağzında tam bilemedim fıstık siyirmek denir.) başınız bu sakızla mutlaka belaya girmiştir. uzun ve yorucu bir işlem olan fıstık toplama sırasında eller bu sakızdan dolayı kapkara olur ve günlerce o karalık çıkmaz ama en fenası saça yapışan fıstık sakızıdır, o sakızı saçtan çıkarmanın imkanı yoktur. tek çare kafayı kazıtmaktır. çocukluğum ve lise hayatım boyunca çok çektim ben bu sıkıntıyı o zamanlar zayıf olduğumdan fıstık ağacının yüksek kısımlarına ben çıkardım ve sakızla en çok ben muhattap oldum ve her eylülde şekilsiz olduğu halde üçe vurulmuş saçlarla patates gibi okula başlardım. yani siz siz olun eğer antep fıstığı toplayacaksanız saçlarınızı üçe vurup öyle toplamaya başlayın.
Hüseyin, Tarlabaşı'nda tabuttan hallice, ufacık, kirli ve rezil bir pansiyon odasında, elinde tuttuğu allahlık altıpatların horozunu çekti, hafifçe irkilmişti, silahın namlusunu şakağına dayadı. Oda yerden tavana kadar yüksekti ama ensizdi, kuzeyden güneye on adım, doğudan batıya beş adım, devasa bir kuş kafesi gibiydi. Tavandan sarkan ahizesiz, tasarruflu ampülün aydınlatıcı beyaz ışığı yerine başka türden bir ampül kullanılsaydı bu intihar girişimi çoktan gerçekleşirdi. Odanın içindeyse eşya namına iki adi plastik sandalye, bir tane süngeri artık işlevini yitirmiş, boyası dökülmüş çelik karyolalı yatak, bir adet televizyon sehpası niyetine kullanılan tahta komodin, komodinin üzerinde üç- dört kanalı ancak çeken bir televizyon, banyo kapısının karşısında duran eski bir vestiyer, elbise dolabı karışımı dolap, bir çelik yemek masası ve masanın hemen karşısına asılmış adi plastik çerçeveli bir tarafı kırık bir ayna var. Ayna, pansiyonun diğer odalarında yok, Hüseyin'den önce kalanlardan birinin Hüseyin'e bıraktığı bir armağan yani Hüseyin için bir şans.
Hüseyin aynanın tam karşısında oturmuş durumdaydı şimdi, şakağında içi dolu ikinci el adi bir silah vardı ve mütemadiyen elleri titriyordu. Görüntüsüne son bir kez baktı, gözlerindeki duyguyu tanımaya çalıştı; korku mu endişe mi yoksa adını bilemediği bir başka duygu mu? Adını koyamadı. Günlerini düşündü, birbirinin kopyası günlerini, geçip giden zamanı düşündü ne duruyorsun? Çeksene artık tetiği! Yapamadı. Biraz daha zaman. Bir sigara... sigara paketi orada duruyordu, içinde altı tane sigara kalmıştı. En azından şu paketi bitireyim. Masanın üzerine, odanın her tarafına saçılmış kağıtlara baktı. Bir türlü tamamlayamadığı öyküler, bir türlü yayımlatamadığı öyküler... Her taraf öykülerle doluydu. Bir uzun gece başlıyordu, gün henüz dönmüştü. Günlerden neydi? -Boşversene çek hadi şu tetiği! Sigaram, önce sigaramı bitireyim. -Yine vazgeçeceksin. Vazgeçmek niyetinde değildi. Cebinde haftalığı vardı, paketinde elinde yanan sigarayla birlikte altı tane sigarası kalmıştı, sadece bunları da bitirmek istiyordu. Her tarafa dağılmış kağıtlara tekrar baktı. Bir intihar mektubu yazmalı mıydı? Kimi suçlayacaktı, on bir yaşından beridir vasıfsız işçi sıfatıyla çalışmasını mı? Rest çekip, geride bırakıp istanbul'a geldiği ailesini mi? Yahut Ölümümden kimse mesul değildir mi yazacaktı veya Öldür Allah sevmelere gidek mi? Nerede okumuştu bu sözü? Belki de kitapları suçlamalıydı. Ona bu yazma ve yaşama hevesini veren kitapları... Sigarasına doymak istiyordu, daha ortaokulda ilk başladığı günlerdeki gibi asılıyordu sigaraya, dumanı ciğerine değil de midesine gönderiyordu. Peki ya çalıştığı yer, patron, cep harçlığını çıkarmak için kendisiyle beraber çalışan öğrenciler ya müşteriler, o kıvırcık saçlı kız mesela. Nasıl da ağlıyordu onu ilk gördüğünde. Cam kenarındaki masada oturmuş, iç çeke çeke ağlıyordu. Peçetesi, Hüseyin'in sümkürdüğü peçeteler gibi dağılıp gitmiyordu, dörde katlıydı, gözyaşına ve sümüğe bulanmıştı ama şekli dağılmıyordu. Bu nasıl mümkün olabiliyordu ki? Aynı peçete Hüseyin'in ellerinde bir sümkürmede kullanılmayacak hale gelirken o kıvırcık saçlı kızın ellerinde formunu koruyabiliyordu. O akşam Peçete adında bir şiir yazmaya çalışmıştı, olmadı, kağıdı yırttı attı, sonra kızın titreyen dudaklarını düşündü, sonra dolgun memelerini ve kız hesabı öderken baktığı dar pantolon içerisindeki kalçasını. O akşam her zaman yaptığı işi yaptı, süngerinin içi geçmiş yatağına uzanıp kendini tatmin etti. Yine her zamanki pişmanlık duygusuyla baş başa kaldı. Garip duyguydu şu mastürbasyon sonrası gelen pişmanlık. Oysa kimseye ama hiç kimseye zararı yoktu ki, tanrıya bile inanmıyordu ki hesabını veremeyeceği bir iş yapmış olsun. Sadece kendi kendine bir ihtiyacını gideriyordu ama her zaman, o eylemden hemen sonra o pişmanlık hissini yaşıyordu. Belki de o pişmanlık hissini suçlamalıydı intiharına sebep olarak. Sigarası bitti, yere atıp ayağındaki sarı, plastik tuvalet terliğinin ucuyla iyice basarak izmariti ezdi. Normalde sigarasını hep demir küllüğe söndürürdü, bu defa neden böyle yaptığını anlayamadı.
Silahı orada bırakıp ayağa kalktı, rengi solmuş kot pantolonunu giydi, sonra da işyerinde giydiği siyah beyaz çizgili gömleği. Cüzdanı pantolonun arka cebindeydi. Karnı acıkmıştı, canı bir şeyler içmek istiyordu. Dışarıda akıp giden hayatın nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyordu, belki de intihardan vazgeçmek istiyordu. Kapıya yöneldi, kapının hemen yanında duran vestiyerden paltosunu ve ayakkabısını aldı, paltosunu sırtına, ayakkabısını ayağına geçirdi. Kapıyı kilitleyip aşağıya inen merdivenlere yöneldi. Aşağıda resepsiyonda hep beraber televizyon izleyen pansiyon müşterilerine ve pansiyonu işleten adama selam verip, kendini nemli Tarlabaşı sokaklarına attı.
Hüseyin'e Tarlabaşı sokakları hep dumanlıymış gibi gelirdi. Yerden yukarıya doğru yükselen dumanlarla kaplanmış gibiydi burası, geceleri bir korku filmi sahnesi gibiydi. Burada geçen dizilerde ve filmlerde de hep böyle resmedilirdi. Yukarı doğru yavaş yavaş tırmanmaya başladı, korku filmi sahnelerinden, romantik komedi filmi sahnelerine doğru yol almaya başladı. On dakikalık bir yürüyüşten sonra Balo caddesindeydi. Ehli Tat Lokantası'na girdi, senelerdir yemek yediği bu lokantada, her zaman parasından kısarak, canının istediğini değil de hep parasının yettiğini yediğini düşündü. Bu defa canının istediğini yiyecekti, tepsisini aldı, önünde sıralanan yemeklere bakıp ızgara köfte, pilav ve yoğurtlu kızartma sipariş etti. Kasaya doğru ilerlerken tatlıların olduğu bölümden kendine bir de kabak tatlısı aldı. Hesabı ödedikten sonra geniş dükkanın içinde tepsisiyle ayakta dikilip, gözleriyle oturabileceği bir yer taradı. Dükkan alabildiğine kalabalıktı. Kendisi gibi yalnız olan birinin karşısına oturdu, adama afiyet olsun deyip yemeğine başladı. Bunca zamandır ızgara köfte yemediğine pişman olmadı, içi tam pişmemişti, etler kayış gibiydi. Yemeğini ve tatlısını yedikten sonra beklemeden kalktı.
istiklal Caddesi her haftasonu olduğu gibi kalabalıktı, bütün hafta çalışan insanlar iplerini koparmışçasına Cuma günleri buraya doluşurdu. Hüseyin, kalabalığa bakıp derin bir nefes aldı ve kalabalığın içine daldı. Bir süre ne yapacağını bilemeyerek etrafına bakındı, yüzlerce, binlerce hatta belki milyonlarca insanın suratlarına baktı. Bir umut o kıvırcık saçlı kızı görmeyi düşündü. Kız, Hüseyin'in çalıştığı kafeye ilk gelişinden sonra da sık sık gelmişti, sonrasında hiç ağlamamıştı, peçeteleri hiç ıslatmamıştı. Hüseyin'e karşı hep kibardı ama hiç muhabbet etmemişlerdi, daha çok Hüseyin'in patronuyla konuşuyordu galiba oraya da patron için geliyordu. Hüseyin'in patronu henüz otuzlu yaşlarında, uzun boylu pos bıyıklı bir adamdı. Gelen müşterilerin çoğu onu tanırdı, bir tane edebiyat dergisi editörü de vardı bu sürekli müşteriler arasında, Hüseyin, bir cesaret bir öyküsünü paylaştığında o adam yukarıdan bakan bir edayla öyküyü sert bir dille eleştirmiş, hatta yetmezmiş gibi Hüseyin'e bu işlerle pek ilgilenmemesi gerektiğini söylemişti. Hüseyin, uzun süre o adama öfke duymuş ve ondan nefret etmişti ama şimdi adamın haklı olduğunu düşünüyordu. - Yanlış bir uğraş benimkisi. Yanlış hayat doğru yaşanmaz. sözü aklına geldi. Bir süre bunu nerede okuduğunu düşündü. - Ne önemi var? Adam haklı işte yanlış hayat doğru yaşanmaz, madem doğru yaşamayacaksın o silahı şakağından çekmeye hakkın yok! Hüseyin, içindeki o susmak bilmeyen, intihar etmesi gerekliliğini sürekli haykıran öfkeli sesi duymamaya çalışarak, Tünel meydanına doğru yol aldı. Beşir Fuad'ı, Kemal Taştekin'i ve Sergey Yesenin'i düşündü, hiçbirisiyle arasında bir benzerlik kuramadı. Kendi kendine, ağır adımlarla arkasından aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışan insanların yürümelerine engel olurken, kimsenin asla duyamayacağı bir fısıltıyla Yanlış hayat doğru yaşanmaz. diye mırıldandı. Yapı Kredi Yayınları'nın yanından geçerken yüzüne bakan haftanın yazarı: Vüs'at O. Bener posterine baktı. Bu adamı tanıyorum. diye düşündü, mor renkli suratında dostça bir ifade gördü zaten kitabının adı da Dost'tu. Bir süre durup postere baktı, sonra omuzlarını silkip yoluna devam etti. Biraz sonra Tünel Meydanı'nın yakınlarında bir yerde sokak müzisyenlerini gördü, santur çalan kıvırcık saçlı adamı bir belgeselde izlediğini anımsadı. Tanıdık yüzler görmek biraz olsun neşesini yerine getirmişti. Santurun o büyülü tınılarını içine çekti, santurla ilk defa hangi romanda karşılaştığını hatırladı, Aleksi Zorba'nın çaldığı bu büyülü enstrümanın nasıl bir şey olduğunu o kitabı okuduğu dönemde hep merak etmişti, ilk defa istanbul'da yine istiklal Caddesi'nde iran'dan gelen top sakallı bir adamın çaldığını duyunca bir buçuk saat boyunca ayakta dikilip dinlemiş ve o gün işe geç kalmıştı. Hatıralar, ölmeye yakın bir insanın gözlerinin önüne gelmekte ve onu yaşama bağlamaya çalışmakta pek ustadırlar. Sonra işe geç kaldığı için sinirlenen patronunu düşündü, o kibar adamı, müşterileriyle her daim arkadaşça ifadelerle konuşan o adamın geç kalan çalışanına karşı takındığı tavrı hatırladı. Galiba onlarınki doğru yaşanan doğru bir hayat, ben asla bunu yapmazdım. diye düşündü. Hatıralardan uyandığında santur susmuştu. Bir süre durup etrafına bakındı, bir aralık sanki o kıvırcık saçlı kızı patronunu öperken gördüğünü sandı. Bunun gerçek mi hayal mi olduğunu anlamadı. Aynı yöne tekrar baktığında gerçek olduğunu gördü, kıvırcık saçlı kız ve bıyıklı patron kolkola, birbirleriyle oynaşarak ve neşe içinde, yeni sevgili olmuşlara özgü bir neşe içerisinde Taksim Meydanı'na doğru gidiyorlardı. Hüseyin de tıpkı bir sansar gibi peşlerine takıldı. Bir süre takip ettikten sonra hızlarına yetişemedi ve onları kalabalığın içinde kaybetti, milyonlarca kıvırcık saçlı kızın ve milyonlarca bıyıklı patronun arasında kaybolup gittiler, Hüseyin, hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğunu seçemedi. Bir süre daha ne yapacağını bilemeden dolaştı, San Antoine kilisesine girmek istedi, isa'ya yalvarmak istedi, girişler kapalıydı. Neden sonra, her daim içerdekilerin çok eğlendiklerini düşündüğü bir bara girdi. Oturacak yer yoktu, yanına yaklaşan komiye yer sordu, komi kaç kişi olduklarını sordu, Hüseyin, bir arkadaşım gelecek diye yalan söyledi. Bir süre daha ayakta bekledikten sonra komi gelip ona barın en az ışık alan noktasında bir masayı gösterdi. Hüseyin, itirazsız masaya oturdu ve bir kadeh kırmızı şarap istedi.
Hüseyin şarapla başladığı gecesine cin tonikle devam ederken -hep tadını merak etmişti- burada hep eğlendiğini düşündüğü insanların aslında hiç eğlenmediğini fark etti. Hepsi kendisini eğlenmek için zorlayan lakin yüzlerindeki acı ifadesini bir türlü silemeyen insanlardı, belleri ve el bilekleri kıvrılırken gözlerinde yaş biriken insanlar, hayatlarının muhasebesini oryantal müzik eşliğinde yapan insanlar... Bir yandan da sürekli suratlar gözünün önünden geçip duruyordu; tanıdığı suratlar, patronu, kıvırcık saçlı kız, annesi ve babası, kardeşleri ve yeğenleri, arkadaşları, pansiyonda birlikte yaşadığı insanlar, pansiyonun resepsiyonuna bakan adam, köşedeki tekel bayii, iş arkadaşları, eski öğretmenleri, herkes. Hayal kuruyordu, öldükten sonra ne olacağını düşlüyordu. Hayır, öldükten sonra kendisi için ne olacağını değil biraz önce yüzlerini hatırlamak için kendini zorladığı insanlara ne olacağını düşlüyordu. Nasıl tepki vereceklerini. - Annem mutlaka ağlar, galiba başka da ağlayan olmaz. Sonra birden bütün bunları düşlerken, kötü müzik kulağını doldurmuşken, cin toniği asla sevmeyeceğini anlayıp bira istediğinde, anlamadığı bir şekilde, daha önce başına hiç gelmeyen bir şekilde, tıpkı bir şimşek çakar gibi birkaç hoş dize beynine geldi. Aklından geçen bütün şeyleri, intiharı ve geride kalanları, bir türlü eğlenemeyen insanları ve galiba aşk duyduğu kadının patronunun kollarında olmasını aklından uzaklaştırarak yeni dizeleri aklına davet etti. Bedenini kaplayan heyecan ne kadar tatlı gelmişti. Hemen ceketinin cebindeki adi sarı plastikten mürekkep adi garson kalemini çıkardı ve komiden biraz peçete istedi. Bir heyecanla aklına gelen dizeleri eline döktü, elinden de kalem vasıtasıyla peçetelere. Üç peçete uzunluğunda şiirini tamamladı. -Yoksa intihar etmekten vaz mı geçtin ahmak herif? - Hayır! Bilmiyorum, belki.
Biradan sonra neler içtiğini hatırlayamıyordu, bir şiir yazmış olmanın zaferiyle sünger gibi çekmişti içkileri. Yaşama sevinci dolmamıştı ama en azından sarhoştu, hayal edemeyeceği kadar sarhoştu. Az sonra komiye eliyle hesap işareti yaptı. Kominin getirdiği hesap kağıdına baktı, ödeyemeyeceği miktarda bir hesap gelmişti. Uzun zamandır kavga da etmediğini hatırlayarak hesaba itiraz etti. Kasadaki adamla bir süre bağrışarak tartıştılar, cebinde olan tüm parayı çıkarıp kasaya fırlattı. Kasadaki adam bu harekete iyiden iyiye sinirlenip Hüseyin'in yakasına yapıştı. Hüseyin, karşılık vermedi, hemen elini ceketinin cebine atıp üç adet peçeteye yazdığı hayatının şiirini sıkıca kavradı ve adama okkalı bir küfür etti. Küfürle birlikte burnuna bir kafanın inmesi bir oldu, Hüseyin ellerini kullanamamanın da dezavantıjıyla kendini yerde buldu. Galiba burnu kırlımıştı, akan kanı durduramıyordu, çevredeki insanların, hem endişeli bir ifadeyle hem de Kim ulan bu Cuma gecemizi mahveden hıyar. diye bağıran ifadelerini bulanık birer silüet olarak gördü. Midesinin bulandığını hissediyordu, bir türlü yerden doğrulamıyordu, birden ağzına dolan bir tükürük ve midesinden yükselen bir öğürtüyle kustu. Komiler ve garsonlar kasiyeri zaptetmeye çalışırken kavganın etrafında müşterilerden oluşan çemberden iki kişi Hüseyin'i yerden kaldırıp barın dışına bıraktılar, kasadaki adam hala bağıra bağıra küfretmeye devam ediyordu. Hüseyin'i dışarıya çıkaran adamlardan bir tanesi cebinden bir kağıt peçete çıkarıp Hüseyin'in burnundan akan kana tampon yaptı ve Birader çabuk uzaklaş buradan. diye telkinde bulundu. Hüseyin boğuk bir sesle Sağol kardeş. deyip uzaklaştı. Attığı adımı nereye attığını tam olarak bilemeden tamamen içgüdüleriyle pansiyona doğru yol aldı. istiklal Caddesi'nin uğultusu her adımda biraz daha azalıyordu. Tarlabaşı'nın dumanlı yollarına adımını attığında sanki sarhoşluğu biraz daha geçmişti, peçetelere yazdığı şiirini terli elleriyle sıkıca kavramıştı.
Hüseyin, soğuk klozet taşına uzun uzun ve gürültülü öğürtülerle ağzında sadece safra tadı kalana kadar kusmuş, sonra da tuvaletin soğuk fayansında sızıp kalmıştı. Uyandığında burnundaki ağrıyı iyice hissetti, tüm bedeninde sancılı bir sızlama hissediyordu. Başı zonklayıp duruyordu. Doğrulup bir süre soğuk fayansta oturdu, bağırsaklarının iyiden iyiye hareketlendiğini hissediyordu, midesi açlıktan ağrıyordu. Ayağa kalktı, ayakta zor duruyordu. Pantolonunu ve donunu indirip soğuk klozete oturdu, bağırsaklarından süzülen ishali hissediyor ve ağzına yeniden tükürük dolduğunu fark ediyordu. Tuvaletteki işlerini bitirdikten sonra toparlandı, yüzünü iyice yıkayıp, odasına doğru yol aldı. Eklem yerlerindeki sızlama gitgide artıyordu, başındaki ve midesindeki ağrı geçmek bilmiyordu. Neden sonra adi garson kalemiyle yazdığı şiiri hatırladı ceketinin ceplerini kontrol etti, peçeteler hala yerinde duruyordu lakin elinin terinden dolayı peçeteler yine formunu kaybetmiş ve dağılmış, şiir kaybolup gitmişti. Hayal kırıklığı ve bedensel acı ve hepsinden daha çok ruhsal bir bulantı içinde kendini plastik sandalyeye attı. Silah olduğu yerde duruyordu, ayna olduğu yerdeydi, yeniden başladığı yere dönmüştü. Aynadaki görüntüsüne uzun uzun baktı. Yerde her tarafa dağılmış olan kağıtlardan bir tanesini alıp önüne koydu, ceketinin cebinden de kalemi çıkardı, dağılmış peçetenin içinde duran şiir de orada duruyordu. Bir süre kaleme, silaha ve kağıda baktı, bir seçim yapması gerekiyordu. Kalemi seçti, bir süre boş kağıda ne yazacağını düşündü, dün geceki şimşeğin yeniden çakmasını bekledi. Şimşek çakmadı ama kalem tutan eli kağıda uzandı ve adi plastik kalem ilk cümleyi yazdı : Hüseyin, Tarlabaşı'nda tabuttan hallice, ufacık, kirli ve rezil bir pansiyon odasında, elinde tuttuğu allahlık altıpatların horozunu çekti, hafifçe irkilmişti, silahın namlusunu şakağına dayadı.
not: söykü dergisi 17. sayısı için yazılmış bir hikayedir.
bir zaman da böyle geçsin, pusula
durmadan dönüp dursun: şimdi
neredeyim yüksek düş'ün içinde,
sarsıntı, soğuk ter, gırtlağımda
bir güz muhrü, neredeyim ki azalıyorum
gecede yükseliyor simsiyah kanım.
bir zaman da böyle geçti, pusula
durmadan döndü ve durmadan durdu
şimdi buradayım: kâğıtla kalem
arasında titrek, kararsız, bir sınır
varsa beni benden ayıracak, tam da
kanın mürekkebe dönüp kuruduğu
yerdeyim
-beşir fuad, yanlış kardeşim benim.
*5 şubat 1887: "ameliyatıı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. kan aktıkça biraz sızlıyor. kanım akarken baldızım aşağıya indi. yazı yazıyorum kapıyı kapadım, diyerek geri savdım. bereket versin içeri girmedi. bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edeniyorum. kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. baygınlık gelmeye başladı."
dizelerine sahip enis batur şiiri. bana göre enis beyin en güzel şiirlerinin en başında gelir, beşir fuad'a duyduğum yakınlıktan da olabilir bu bilemiyorum.
gaziantep'e özgü bir çeşit çorba kıvamında yemek. en önemli özelliği üzerine yağda kızdırılmış haspir koyulmasıdır.
şöyle bir tarifi var;
MALZEMELER
500 gr. az yağlı parça et
1 su bardağı nohut
1 kg. patates
3 su bardağı süzülmüş yoğurt
1 yumurta
1 yemek kaşığı un
1 çay kaşığı tuz
Yağ
Haspir (isteğe göre kuru nane)
YAPILIŞI
Doğranmış etler akşamdan ıslanmış nohutla birlikte tuz ve su konarak iyice haşlanır. Daha önceden küp şeklinde doğranmış patatesler ilave edilerek patatesler iyice yumuşayıncaya kadar pişirilir. Diğer tarafta yoğurdun içine yumurta ve un ilave edilip iyice çırpılır. Sürekli karıştırılarak bir taşım kaynatılır. Daha sonra et, nohut, patatesin içine katılarak 1-2 taşım kaynatılıp ocaktan alınır.Üzerine ısıtılan yağ ve haspir dökülür. Yemek servise hazırdır.
bir kişinin davranışlarını ve tutumlarını kendi fikirlerine göre yorumlayıp sonuca varma eylemi. bu şekilde varılan hiçbir sonuç doğru değildir. karşıdakinin niyeti doğru okunmuş olsa bile, bu sonuç doğru değildir zira önyargı ve niyet okuma eyleminin kendisi doğru değildir. matematik öğretmeni yöntemiyle söyleyecek olursak sonuç doğru ama gittiğin yol yanlış o yüzden otur sıfır.
bu işi iyi yapanlar;
(bkz: nazlı ılıcak)
(bkz: rasim ozan kütahyalı)
(bkz: mehmet baransu)
majesteleri michael jordan'ın oynadığı son all star maçı olarak tarihe geçmiş karşılaşmadır. 9 Şubat 2003 günü oynanmıştır, iki uzatmaya giden bu maçı batı karması 155-145 kazanmıştır. maçtan unutulmayanlar; tabii ki michael jordan'ın son kez all-star karmasında olması, allen iverson ve tracy mcgrady'nin maç öncesinde jordan'a ilk beşteki yerlerini vermek istemesi, istanbul'dan fatih'in "bu maç hiç bitmesin." minvalindeki mesajının abd canlı yayınında yayınlanmış olması, iverson'un, jordan'ın, kobe'nin ve mvp seçilen garnett'in muhteşem performansları, maçı ilk uzatmada doğu kazanabilecekken jermaine o'neal'in saçma bir faul yapması ve maçın ikinci uzatmaya gitmesi gibi olaylardır. üzerinden 10 tane all star maçı geçmiş olmasına rağmen bu maçın tadını veren bir maç olmadı bu zamana kadar. 10 senedir etkisini koruyan neredeyse her anı hatırlanan bir all star maçı olması maçın ne kadar keyifli ve çekişmeli geçtiğini de kanıtlıyor.
yetkin gülmen'in dilimize kazandırdığı bir deyim. esnek ile geniş'in bir macerasında geçmekteydi. zalimce ve hunharca sevişmek gibi bir manası var zaar.
oyuncu yılmaz gruda'nın aynı zamanda şair yönü de vardır ve istanbul yıkıntısı en güzel şiirlerinden birisidir.
1.
bunca yıl sadece vardım bu evrende
hiçbirşey -ama hiçbirşey yetmiyordu bana
bir bela gibi biliyordum yetmediğini
tutup kendimi bu istanbullara attım-
oysa bu yoğun uğultuda bu istanbullarda yine sen
örneğin bir adam bir şarkıya dursa
bütün ankarayı toplayıp geliyorsun
bir mevlaymış gibi geliyorsun üstelik
ben sevmesemde yaşayacaksınişin güzeli
-seni dövüne dövüne sevdiğim mutlak-
her dönemeçte karşıma çıkacaksın sanki
sanki sen istanbulsun.
ama sen istanbul olmuşsun da ne olmuş
bu ben değilmiyim trenlerde, sokaklarda taşıdığım
değişen bir şey yok
hep aynı sığıntılık duyusu-hep aynı yoksulluk
makbulenin çocukları
ne var ki hiç bu kadar yakından bakmamışım insana
şöyle bir -yürekten güldüklerini görsem yok mu
mutlu olmam için yetecek herşey
ben yetecek diyorum-bir düşün
bu aydınlığa ulaştım demektir.
şimdi bir ev -denize bakan bir bahçe
şimdi ikide bir yaşımı sormuyor mu
eğilip hançer çiziklerine suratımın
sarmısak ve kudüs kokan ağzıyla bu orospu
kişi öyle kolay yıkılmıyor anlıyorum
bir büyük sabah dokuyorlar karanlıklarda
bu umudu çarşı pazar satabilirim artık.
2.
istanbulu soruyorlar mardiros kazasyana-
bir karo üçlüsü bulsa mardiros
blum diyecek
istanbul mu diyor
Yoktu ki olsun-
ama insan var
mücevherat gibi
limanda, tersanede, kavgada görürsün
sana ışıklar koparıp getirir yeraltından
kendi ölüsünü bile kendi getirir
bir çocuk gibi güler istasyonlarda
bir keski gibi güler yalnızlığı
bu yıkımlar pek koymaz adama
istanbulu sormasan ya
çare yok soracaksın
bu kan tükürmek istediğim haliç demişsin
bu evrenlere yuf çekmiş bir zehir zıkkım sevda
bu geçmişi kandilli beyoğlu cumaları demişsin
yani sen istanbul demiş yıkılmışsın
istanbul sana yıkılmış.
umut sarıkaya'nın şaheseri. aklıma ne zaman düşse, kaptan, profesör, maymun, şef ve gas'ın hikayeleri kendi kendime gülerim, açar okurum. gerçekten mizah dergileri içinde yazılmış en iyi hikaye olabilir, çok sevince biraz coşkulu abarttığım için olabilir diyorum. umut efendi, bütün yolculuk ve keşif kitaplarının tenten tarzı çizgiromanların klişelerini ayrıca gas hikayeye dahil olduktan sonra altına hücum zamanı amerika'sında geçen film ve kitapların klişelerini muazzam bir mizah gücüyle hikayeye yedirmiştir. bir kuple de örnek vereyim : "deliye dönünce ikisini birden önüme katıp kovaladım. el ele tutuşup kaçtılar, yakalayamayınca annesine küfrettim profesörün. durdu, uzun bir sessizlik oldu. tayfalara dönüp "haketti ama" dedim. hepsi sustu. en yaşlılarından olan nat gibson yanıma gelip "abi geçen ağlayarak anlattı, annesi yolculuktan önce ölmüş onun. ayıp ettin." diye kınadı beni."
tüm özelliklerini bilmemekle beraber, fiil çekimlerinde -iyoruz eki yerine -ok şeklinde bir kullanım vardır. şöyle ki; "gelok" "gidok". hatta kahtalı mıçı abimizin "hem gelok hem gidok" diye bir şarkısı da var.