mark cousins'in aynı adlı kitabından filme aldığı 15 bölümlük belgesel serisi.
bölüm 1: sinemanın doğuşu (1900-1920)
bölüm 2: hollywood rüyası (1920ler)
bölüm 3: dışavurumculuk, izlenimcilik, gerçeküstücülük: dünya sinemasının altın çağı (1920ler)
bölüm 4: sesin gelişi (1930lar)
bölüm 5: savaş sonrası sineması (1940lar)
bölüm 6: cinsellik & melodram (1950ler)
bölüm 7: avrupada yeni dalga (1960lar)
bölüm 8: yeni yönetmenler, yeni biçim (1960lar)
bölüm 9: 70lerin amerikan sineması
bölüm 10: dünyayı değiştiren filmler (1970ler)
bölüm 11: multiplekslerin gelişi ve asya anaakımı (1970ler)
bölüm 12: güce karşı savaş: sinemada protesto (1980ler)
bölüm 13: yeni sınırlar: afrika, asya ve latin amerikada dünya sineması (1990lar)
bölüm 14: yeni amerikan bağımsızları ve dijital devrim (1990lar)
bölüm 15: günümüz sineması ve gelecek (2000ler)
ben şimdilik ilk on bölümünü seyrettim gerçekten muazzam bir yapıt. sinemayla bir şekilde ilgisi olanların mutlaka seyretmesi gerekiyor.
vamos bien bestesidir. fenerbahçeli olduğunu bildiğimiz rahmetli ali ismail kardeşimiz anısına bestelenmiştir, bana kalırsa adını yaşatmak adına güzel bir çalışmadır.
önce yayın tarihi ertelenmiş şimdi de ertelenen tarihten de 4 gün geçmesine rağmen yayınlanmamış dergi. zaten az olan takipçiler de artık hepten takip etmeyi bırakacaklardır. neyse hayırlısı olsun üç öykülük bir macera oldu benim için, en azından iyi tarafından bakalım.
kayra on numara bir insan, bu şarkıda kendini de aşmış, farazi de harika bir iş çıkarmış vinyl obscura da şahane scratchleri ile katkı sağlamış her yönüyle gerçek bir rap şarkısı ortaya çıkarmışlar, eğmeden, bükmeden on numara beş yıldız bir şarkı olmuş.
inanılmaz güzellikte bir filmdir, hele ki müzikleri! o ne güzellikte müziklerdir öyle, filmi izledikten sonra rembetiko müziğinin hastası oldum fakat gel gör ki kim icra eder, kimden dinlenir bu müziğin hası bilemedim bir türlü. şimdilik filmin müzikleriyle idare ediyorum ama güzel rembetiko şarkıları ve icracıları hakkında bilgisi olan varsa ışıklandırırsa mesajımı, gerçekten çok memnun olurum.
bir alevi olarak söylüyorum yanlış bir istektir esas istek köprünün hiç yapılmaması olmalıdır. ağaçlar katledilip de yapılan bir köprüye pir sultan abdal adının konulmasına da şahsım adına karşıyım, yunus'un resminin paranın üzerinde olmasına da. böyle büyük isimleri, bu güzel sevgi insanlarını ağaçların katledildiği köprüde veya dünyanın en kirli nesnesinin üzerinde yer alamaz. o köprüyü inatla yapmak istiyorlarsa da adını ne koyarlarsa koysunlar.
ha bu arada; hazır elime fırsat geçmişken alevilere hakaret edeyim, insanların hassasiyetleriyle dalga geçeyim diyenlere de kendi dilleriyle söylüyorum; alevileri de aleviliği de size yedirmeyiz!
ayrıca; yavuz'un alevileri katlettiği dönemin fetvalarında geçmektedir. iki örnek kaynak da gösterebilirim bakın mutlaka ölmezsiniz; yavuz sultan selimin iran seferi, i.ü.ed.fak. tarih dergisi sayı 22 s.17. 1968
islamiyet türkler ve alevilik, gülağ öz, s. 188, 1999 ankara
beyin ölümü gerçekleşmiş ne yazık ki... ve ne yazık ki katil hala aramızda, o silahı tutan el, o silahı tutma ve kullanma hakkını ona verenler hala aramızda ve o polisi teslim etmiyorlar... cumhurbaşkanı "polisin elinde silah yok" diyor. bu yüzsüzlük artık iyiden iyiye midemi bulandırıyor.
"dünya bir kültür bahçesidir. Orada binlerce çiçek yetişir ve her çiçeğin kendi rengi ve kokusu vardır. Dünyamız bu bin çeşit çiçeklerle çok güzeldir. Kültürler bunlarla daha da güzelleşirler. Ama bir çiçek yok edilirse o zaman rengi ve kokusu da dünyada biter." yaşar kemal
söykü'nün yeni sayısı. (tanım biraz zorlama oldu mazur görün)
bir haftadır öyle çiçekler açıyor ki bu ülkede çiçek öykülerinin tamamını okumaya bir türlü fırsatım olmadı. üzerimdeki yorgunluğu atmak için bugün oturup bu güzelim öyküleri okuyacağım.
öldüğü yönündeki haberler yalandır. az önce arkadaşlarıyla görüştüm, ailesiyle de görüşülmüş durumu hala sabit, kritik durum aşılamamış ama hala yaşamaya devam ediyor. lütfen öldüğü yönündeki haberler itibar etmeyiniz. ayrıca amcası posta kodu rumuzuyla ekşi sözlük'te yazıyor ve bilgilendirme yapıyor, onu da takip edebilirsiniz.
yüz yüze tanıştığım, evimde misafir ettiğim bir güzel adam, ethem, biz taksim'deyken yaşanmış bu olay, haberim olmadı, az önce ekşi sözlük sol frame'inde görünce yüreğim ağzıma geldi. az önce yakınlarıyla görüştüm, yoğun bakımdaymış, kurtulma ihtimalinin çok yüksek olmadığını söylediler ama ethem direnir, benim tanıdığım ethem direnir ve ayağa kalkar. umarım kalkar ve bu şiddetin hesabını hep birlikte sorarız.
zamanında tezer özlü "burası bizim ülkemiz değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi" demişti o günden bugüne değişen bir şey yok, katil polis katilliğine devam ediyor. burayı tekrardan bizim ülkemiz yapmak adına diren gezi parkı eylemlerine katılın! bu iş artık siyasi bir iş olmaktan da sırf gezi parkı için yapılan bir eylem olmaktan da çıktı, bu bir onur mücadelesi, insanlık onuru için bu eylemlere katılın!
bir kere bile gerçekten oraya gidip ne olup bittiğini anlamaya bile yeltenemeyenlerin, bilgisayar karşısında oturmaktan başka bir boka yaramayanların hezeyanıdır bu. bir kere kıçını kaldırıp gidebilse o arkadaşlar işin öyle olmadığını anlayacaklar yada biliyorlar da gerçeği görmek işlerine gelmiyor. gezi parkı'nda bu memleketin ne sorunu varsa dillendiriliyor, çok büyük bir kitle orada bu memlekette olup biten hakkında söz haklarını kullanıyor. bu arkadaşlar suyu bulandırmaya çalışıyor, yok efendim tatlı su solcuları, yok efendim halk olduklarını zannedenler yok efendim bilmem ne falan diye tertemiz suya çamurlarını karıştırmaya çalışıyorlar ama şükür ki biz de göz de var kulak da var zihin de var, görüyoruz, duyuyoruz algılıyoruz. bunlar saldırganlaştı çünkü korkuyorlar çünkü oradaki direniş artık sadece gezi parkı için olmaktan çıktı, orada rahatsızlık duyulan her şey dillendiriliyor şu anda, üçüncü köprü de reyhanlı da alkol yasağı da dillendiriliyor. ha velev ki sadece gezi parkı için olsun "biz kararımızı aldık!" şeklinde insanlara kendi yapmak istediklerini, yapacaklarını dikte eden insanların karşısında ayakta duruyor oradakiler. rahatsız oluyorsunuz, rahatsızlığınızı gidermek için oradakilerin hepsini beyaz türk vs. ilan ederek yapılan direnişin üstünü örtmeye çalışıyorsunuz ama bunu ancak siz yersiniz.
belki başarılı olamayacak, belki orası yıkılacak, belki hükümet devrilmeyecek ama az da olsa bu memlekette ayağa kalkabilen, iktidarın görmekten, duymaktan ödünün koptuğu şeyleri dillendirebilen insanların var olduğunu bilmek bile yetiyor.
umarım verdiğimiz bu rahatsızlık daha da uzun sürer, daha uzun süre diken üzerinde oturursunuz. biz size verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dilemeyeceğiz.
keşke olsalar ama "reyizlerinden" izin çıkmadan hiçbir işe kalkışamayacak oldukları için sadece bir hayaldir. bir de bunun ötesinde o "akp'yi yıkacak" denilen mhp'nin hemen hemen her olayda akp'ye destek çıktıklarını da unutmamak gerek. bir de şu komplo teorilerinizi kendinize saklayın zira komik oluyorsunuz, olayı nasıl çarptısam da bir şekilde sırrı süreyya önder'e laf edebilsem diye baya zorlamışsınız.
velhasılı kelam mhp'nin akp'nin stepnesi olduğunu bilmeyen bir insanın hayalidir.
dün coşkulu bir kalabalıkla dört bir yanı kaplanmıştı. son dönemlerdeki en görkemli protesto eylemlerinden birine sahne oluyor, umarım bu direniş kırılmadan büyüyerek devam eder zira geri adım atması gerekenler gezi parkında direnenler değil.
eylemi değersizleştirmeye çalışanların göremeyeceği amaçlardır. oradaki asıl amaç, haksızlığın, zulmün karşısında sus pus olup oturmamaktır.
ayrıca müslümanlar da oradadır. orası öyle bir yerdir ki; "mülk allah'ındır" şeklinde bir pankart da asılıdır, "ağaçlar allah'a secde ediyor. rahman.6" şeklinde bir pankart da asılıdır. inançlı biri olduğum söylenemez, hangisi gerçek müslümanlıktır, gerçek islam nedir adını ben koyamam ama böyle müslümanlar da var. direnişe omuz veren bu adamlara bakıyorum bir de burada "üç beş kıçı kırık rerörerö" diyenlere bakıyorum, haksızlığın karşısında susup dilsiz şeytan olmayan ilk grup daha sempatik geliyor.
bir kere bile gerçekten oraya gidip ne olup bittiğini anlamaya bile yeltenemeyenlerin, bilgisayar karşısında oturmaktan başka bir boka yaramayanların hezeyanıdır bu. bir kere kıçını kaldırıp gidebilse o arkadaşlar işin öyle olmadığını anlayacaklar yada biliyorlar da gerçeği görmek işlerine gelmiyor. gezi parkı'nda bu memleketin ne sorunu varsa dillendiriliyor, çok büyük bir kitle orada bu memlekette olup biten hakkında söz haklarını kullanıyor. bu arkadaşlar suyu bulandırmaya çalışıyor, yok efendim tatlı su solcuları, yok efendim halk olduklarını zannedenler yok efendim bilmem ne falan diye tertemiz suya çamurlarını karıştırmaya çalışıyorlar ama şükür ki biz de göz de var kulak da var zihin de var, görüyoruz, duyuyoruz algılıyoruz. bunlar saldırganlaştı çünkü korkuyorlar çünkü oradaki direniş artık sadece gezi parkı için olmaktan çıktı, orada rahatsızlık duyulan her şey dillendiriliyor şu anda, üçüncü köprü de reyhanlı da alkol yasağı da dillendiriliyor. ha velev ki sadece gezi parkı için olsun "biz kararımızı aldık!" şeklinde insanlara kendi yapmak istediklerini, yapacaklarını dikte eden insanların karşısında ayakta duruyor oradakiler. rahatsız oluyorsunuz, rahatsızlığınızı gidermek için oradakilerin hepsini beyaz türk vs. ilan ederek yapılan direnişin üstünü örtmeye çalışıyorsunuz ama bunu ancak siz yersiniz.
belki başarılı olamayacak, belki orası yıkılacak, belki hükümet devrilmeyecek ama az da olsa bu memlekette ayağa kalkabilen, iktidarın görmekten, duymaktan ödünün koptuğu şeyleri dillendirebilen insanların var olduğunu bilmek bile yetiyor.
umarım verdiğimiz bu rahatsızlık daha da uzun sürer, daha uzun süre diken üzerinde oturursunuz. biz size verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dilemeyeceğiz.
iktidar denen şey böyledir işte, zamanında süleyman demirel de "çorumu bırak fatsa'ya bak" demişti, benziyor biraz. gerçeğin üzerini bu şekilde spekülatif hareketlerle örtmeye çalışmak iktidar sahiplerinin en bilinen, en klasik yöntemidir.
özgürlüklerin altını açıp kısarak insanların tepkisini başka yöne çekmeye çalışmak da iktidarın, otoritenin en bilinen özelliklerinden birisidir. lakin bütün bunların işe yaramayacağı zamanlar da gelecek. yakındır.
velhasılı kelam yemezler sayın erdoğan, yemiyoruz yani. kıyak kafayla da görüyoruz yapmaya çalıştığınız şeyi.
Suphi, iş hanından çıkıp Taksim Meydanı'na adımını attı. Hava çok sıcaktı, bir bankada yaptığı iş görüşmesi için zoraki giydiği kravatı çıkarıp ceketinin iç cebine koydu, gömleğinin üstten iki düğmesini açtı, şimdi biraz daha iyi nefes alabiliyordu. Gezi Parkı'na doğru yöneldi. Aklında iş görüşmesinin ayrıntıları vardı, işe kabul edilmemiş olmasını umut ediyordu. Bankalardan nefret ederdi, gülümsemek zorunda olan banka çalışanlarından, yükselmek gibi ne idüğü belirsiz bir istekle ve büyükçe bir hırsla birbirinin omzuna basmaktan çekinmeyen insanlardan nefret ederdi, aslında elinden gelse Aylak Adam romanındaki C. gibi biri olmak isterdi ama gerçek hayatın böyle bir şey olmadığını ne yazık ki öğrenmek zorunda kalmıştı. insan bir yerden sonra ister istemez bu devrin adamı olup çıkıveriyordu. Hayatta kalma zorunluluğu onu da alt etmişti, diğer bütün insanlar gibi.
Gezi Parkı'nda konuşlanmış çevik kuvvet otobüsünü görünce parka gidip, çimlerde oturup bir sigara içme isteğinden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu devre ait diğer her şey gibi devletin kolluk kuvvetlerini de görmeye dayanamıyordu. Metro istasyonuna inen asansörün önünde, biraz dinlenmek için durdu. Taksim'i yaran devasa çukura baktı. -Bu çukur bir gün hepimizi yutacak! Sıkıntıyla ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkardı, bir sigara yakıp, çukurun üstüne emanet yapılmış köprüden tedirginlikle geçen insanları seyretti. Önünden çuvaldan yapılma karton arabasıyla bir kartoncu çocuk geçti. Çocuğa bakıp tekrar iç geçirdi. - insanın insana bakıp şükretmesi ne kötü şey!
Nereye gideceğini ne yapacağını şaşırmış gibiydi, eve gitmek istemiyordu, bu sıcak Mayıs gününün keyfini çıkarmak istiyordu ama yine de ne yöne gideceğini kestiremiyordu. Bu havalarda hep böyle hissederdi zaten, hep dışarıda olması gerektiğini düşünürdü, sağına soluna bakmadan, sadece güneşin, bir parça yeşilin ve bir parça denizin olduğu herhangi bir yerde bulunmak isterdi ama nereye gideceğini bir türlü kestiremezdi. Tercih yapmakta zorlanıyordu, bir yanda Kadıköy, Moda, bir yanda Eminönü, Haliç, diğer yanda Sarıyer sahili ve daha nice güzellik vardı bu şehirde, tek seferde herhangi birini seçmek zor geliyordu. Böyle düşüncelere daldığı zamanlarda boş gözlerle alık alık etrafı seyrederdi. Annesi, bu özelliğinden dolayı Suphi'yi hep aklı beş karış havada olmakla itham ederdi. Suphi ise bu ithamdan hiç alınmaz, aksine memnun olurdu zira aklı havada olmayıp da başında olanları hiçbir zaman sevememişti. ikinci sigarasını yeni yakmıştı ki kararını verdi, Eminönü'ne gidecekti, Galata Köprüsü'nün altında, yosun kokusu eşliğinde soğuk bir bira içmek istiyordu.
Yola koyulmuştu ki Meydandaki çiçekçiler aklını çeldi, çiçeklere bakmak için yolunu değiştirdi. Karanfil, gül, menekşe, orkide ve daha nice çiçek sergileniyordu burada. Yanında belirip sürekli ne istediğini soran satıcı olmasa kendini bir panayırda bile hissedebilirdi. Satıcı aynı soruyu altıncı kez tekrarladığında, öğrencilik zamanlarında alıp bir hafta geçmeden soldurduğu sardunyaları hatırladı. Sardunya... sardunya istiyorum. dedi çiçekçiye. Çiçekçi renk seçimi için sorduğunda ise Fark etmez herhangi birini ver. dedi. Adam, küçük saksısında güzel kokulu sardunyasyı şeffaf poşete koydu, ne kadar su vermesi gerektiğini söyleyip, bereket diledi.
Suphi, uzun bir süreden sonra yeniden mutlu olduğunu hissediyordu. Neşeyle tekrar yola koyuldu. Şimdi aklında ne iş görüşmesi, ne personel alımından sorumlu, ince topulu ayakkabı ve döpiyes giyen, zoraki bir nezaketle konuşan kadın, ne de hayatıyla ilgili yükümlülükleri vardı. Tek düşündüğü bir an önce eve gidip Sardunyayı biraz daha büyük bir saksıya almak ve her an görebileceği bir yere koymaktı. Onun bu halini görse annesi, yine onu aklı beş karış havada olmakla suçlardı. Derken cebinde olduğunu bile unuttuğu cep telefonu titremeye başladı. Telefonu cebinden çıkarıp baktı, arayan anessinin amcasının oğlu ibrahim'di. Telefonu açtı ve açar açmaz pişman oldu. ibrahim, vakti varsa Çemberlitaş'ta buluşmak istediğini söylemişti. Biraz kem küm etse de kabul etti.
Suphi, Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ne ulaştığında ibrahim'i orada göremedi. Sigara içilebilen masalardan birine oturdu, sardunyayı poşetinden çıkarıp masaya koydu.
Medrese'nin çay bahçesi olarak kullanılan bahçesi tıklım tıklım doluydu, bu büyük kalabalığın oluşturduğu uğultu, çay kaşığı gürültüleri ve nargile fokurtuları Suphi'nin hiç dikkatini çekmedi. Tek ilgilendiği şey sardunyaydı. Mor renkli çiçeğe hayranlıkla bakıyordu, yine dalıp gitmişti. Neden sonra cep telefonu tekrar çaldı, arayan yine ibrahim'di. Suphi, telefonu eline alıp, bakışlarını mekanın giriş kapısına yöneltti, ibrahim'i görünce el salladı. ibrahim, telefonu kapatıp, Suphi'nin olduğu masaya doğru geldi, Suphi'nin elini sertçe sıkıp, kendine çekip sarıldı ve gürleyen bir ses tonuyla Nasılsın amcaoğlu ya? Biz aramasak arayıp soracağın yok amına koyayım. deyip sırıttı. Suphi, zoraki bir gülümsemeyle Vallah hayat işte unutuyoruz ibrahim. dedi cılız bir sesle. Suphi, oldu olası ibrahim'den pek hazzetmezdi çünkü Suphi neyse ibrahim tam tersiydi, Suphi'yle akranlardı, üniversiteyi beraber kazanmışlardı, Suphi, hava her güzel olduğunda alıp başını istanbul'un herhangi bir sahiline giderken ibrahim, üniversitenin kariyer kulüplerinden çıkmazdı, Suphi, mezun olduktan sonra zorundalıktan özel bir şirkette basit bir memuriyetle uğraşırken, ibrahim, Uluslar arası bir şirkette çoktan yönetici pozisyonuna kadar çıkmıştı. ibrahim, hırslıydı, bu devrin adamıydı, siyasetle kendi işine yaramadığı sürece uğraşmazdı, gece gündüz borsayla, şirketle, kariyerle ilgili düşünür; tüm hayatını buna göre kurgulardı. ibrahim, tatile çıkmazdı, sadece arada bir güneye veya yurt dışına kaçardı, ibrahim, eski olan hiçbir şeyi kullanmazdı; zengin olmak için zengin görnmek gerektiği görüşündeydi ve hayattaki tek önemli şey hayattan payına düşeni koparmak, zengin olmaktı, bu yüzden markası olmayan, iş adamlarının tercih etmediği hiçbir şey kullanmazdı. ibrahim, kitap okumazdı, şiiri gereksiz bir duygusallık gösterisinden başka bir şey olarak görmezdi, romanların ise nasılsa filmi ve dizisi çekiliyordu, ona göre böyle şeylerle uğraşmak aptalcaydı, bu hayatta neler dönüyordu, ancak aklı beş karış havada insanların bu çeşit zevkleri olurdu. Aslına bakarsanız ne ibrahim, Suphi'yi ne Suphi, ibrahim'i tasvip ederdi, akrabalık bağları, belki de Suphi'nin annesinin hala hayatta olması onları bir arada tutuyordu.
ibrahim, oturur oturmaz bir nargile bir de Türk kahvesi söyledi.Üzerinde şık bir lacivert takım elbise, kolunda da pahalı marka büyük bir kol saati vardı. Suphi, hayatı boyunca büyük kol saati kullananlardan çekinmişti, böyle adamlar -Suphi onlara iş bitiriciler diyordu- gözünü korkutuyordu, böyle bir adama dönüşmektense yaşamamayı tercih ederdi. Suphi, ancak ibrahim'in dürtmesiyle gözünü saatten alabildi.
- Annen aradı. Üzüyormuşsun kadını yine.
- Hadi ya...
- işten ayrılmışsın. Niye haber etmiyorsun oğlum? Kadın mahvolmuş, Suphi orada tek başına ne yapar diye ağlayıp duruyordu.
- Doğrudur işten ayrıldım da niye beni aramamış?
- Boşver oğlum şimdi...
ibrahim'in cep telefonu melodisi konuşmayı böldü, bir izin bile istemeden, bir konuşmanın ortasında olmasına rağmen umursamadan telefonu açtı, bir yandan işle ilgili bir şeyler konuşuyor bir yandan da nargileden büyük nefesler çekip duman tabakasını Suphi'ye doğru üflüyordu. Suphi, ibrahim'in hal ve hareketlerindeki aceleciliği düşündü. - Hem acelesi varmış gibi, her an kalkacakmış gibi oturuyor hem de nargile içebiliyor... Suphi, buna çok şaşırıyordu, hem her yere aceleyle giden, sandalyelere yarım oturan, bir saniye durup etrafına bakmayan hem de nargile ve Türk kahvesi içebilecek kadar keyfine düşkün insanların varlığına çok şaşırıyordu. Düşüncelere daldı, ibrahim'in telefonda ne konuştuğunu duymuyordu bile, çevresine bakındı, burası öğrenciliğinde her zaman uğrak mekanı olmuş yerlerden birisiydi. Arka masalardan birinde on sekiz yaşındaki Suphi'yi gördüğünü zannetti; on sekizlik Suphi, orada, masaların üzerine yığılmış kitapların arasında hararetle bir şeyler tartışan bir öğrenci grubunun içindeydi, şiir üzerine konuşuyorlardı, tüm bunları izlerken otuzluk Suphi, eliyle sardunyanın çiçeklerini okşuyordu. ibrahim'in sesiyle yeniden dünyaya döndü.
- Bu çiçek ne lan? Hayırdır manita durumları falan mı var?
Deyip sırıttı ibrahim. Suphi'yse biraz bozulmuş bir suratla yanıt verdi:
- Hayır, eve aldım. Bir şey anlatıyordun?
- Ha evet, annen aradı. Bak Suphi, çocukluk ediyorsun, para kolay kazanılmıyor koçum, niye bıraktın gül gibi işini?
- Bilmem. Sıkıldım biraz.
- Hiç değişmemişsin oğlum ya! Sıkıldım diye iş mi bırakılır amına koyayım?
- iyi bir iş değildi ibrahim. Hem bugün yeni bir yere başvurdum.
- Nereye?
- Bankaya.
- Oğlum bankada nasıl yükseleceksin, çok zor oralarda yükselmek...
Derken ibrahim'in telefonu yine çaldı. Suphi, gözündeki nefreti saklamak için başka yerlere bakmaya başladı. Birazcık cesareti olsa ibrahim'e şöyle derdi; Bak ibrahim, ben sen değilim, sengillerden değilim. Olamam da... sizin sürekli bir hakaretmiş gibi söylediğiniz şeyim ben, aklı bir karış havada gezen biriyim, bana bir tane sardunya ver sabah akşam sardunyayla konuşayım, bir kadeh rakı ver tüm günü geçireyim, siz insan eti yerken ben küçük dünyamda bir sardunyayla yaşamaya razıyım ibrahim. Sen her devrin adamısın, hangi dönemde yaşasan bir şekilde voliyi vurmanın, yırtmanın bir yolunu ararsın, hayattaki tek gayen bu olduğu için keyif alarak değil sürekli stres ve hırs içinde boğularak yaşarsın. Ben sengillerden değilim ibrahim, ben gönül adamıyım, ben bir dize şiir için yaşarım. Boşver ibrahim beni, anneme de söyle üzülmesin, tanrı beni böyle cezalandırmış diye düşünsün, sen de benim halime bakıp şükret ibo, ben artık otuz yaşından sonra büyümeyi reddediyorum. ama demeye cesareti yoktu. Bu duruma üzüldü iç geçirdi, elinde çay dolu tepsiyle çay dağıtan adamdan çay istedi ve bir dilim limon. Limonu çaya sıkarken ibrahim, telefonu kapatıp geri döndü.
- Ne diyodum. He! Boşver oğlum banka işini falan. Seni de gel bizim şirketin muhasebesine aldıralım, şef pozisyonunda aldırırım, oradan yükselirsin işte. Mis gibi maaşın olur.
- Bir düşüneyim ibrahim.
- Düşünme oğlum düşünme ya! Zaten düşünmekten bu hallere düşüyorsun, düşünme siktir et. Sen gel beni dinle, mülakata bile aldırmam seni. Bak senin annen benim de annem gibidir az emeği geçmedi üzerimde, hem yazık kadına baban öldükten sonra seni de ablanı da tek başına okuttu büyüttü. Kadının kalbine indireceksin Suphi, mis gibi iş işte sana.
- Öyle... yani ben... ne bileyim ibrahim, şu banka işi olursa rahat rahat ben kendimi geçindiririm.
- Sen bilirsin Suphi, sonra amcamın oğlu ibrahim bana yardım etmedi deme.
- Yok ibrahim, estağfurullah.
Bir süre bir sessizlik oldu. ibrahim telefonunun dokunmatik ekranını dürtükledi, sağa sola baktı, nargilesinden büyük nefesler çekip duman kütlesini havaya üfledi, Suphi de bir sigara yaktı bu sırada. ibrahim, lafa girdi.
- Bari sana hayırlı bir kız bulalım Suphi. Yengenin teyzesinin kızı var Serpil, bir görsen bir içim su. Kıyak olur ha! Akrabalığımız pekişir.
- Şimdilik öyle bir niyetim yok.
- Otuz yaşına geldin be oğlum! Bak bu anan yaşlı, benden söylemesi, kendine biraz çeki düzen ver, benim kapım her zaman açık ne zaman istersen gel başla. Sıkıntı etme. Anan da gider ayak eniştenin eline bakmasın, sonuçta el oğlu.
- Haklısın ibrahim. Biraz düşüneyim amca oğlu.
- Tamam koçum. Ben kalkıyorum. Bir sıkıntın olursa ara. işi de iyice düşün.
Kalktılar, ibrahim, Suphi'nin elini sertçe sıktı, Suphi'yi kendine doğru çekip sarıldı, sırtına bir iki şaplak attı. Sonra da hesabın hepsini ödeyip gitti. Suphi, masada kalan sardunyaya içli içli baktı.
Yoldan, ton balığı, beyaz peynir ve kavun alıp eve gitti, buzdolabında yarım şişe rakısı duruyordu. Özenle yemek masasını hazırladı, sardunyayı da masanın tam ortasına koydu. Suphi'nin evinde televizyon ve bilgisayar yoktu, bahçe katı adıyla kiralanan fakat aslında düpedüz bodrum katı olan bir daireydi burası, havada bir nem ve küf kokusu vardı her daim, bu nedenle sık sık hatta pencereyi hiç kapatmamasına havalandırmak gerekiyordu. Soluk yeşil renge boyanmış duvarların ve direk yola, gelip geçen insanların ayaklarına açılan pencerelerin de hiç iç açıcı olduğu söylenemezdi. Odada bir yemek masası, birkaç tane tahta sandalye, iki tane çekyat, bir doğalgaz sobası, ev sahibinden kalma Suphi'nin kitaplarını doldurduğu ha devrildi ha devrilecek gibi emanet duran bir vitrin ve bir de duvarda asılı bir bağlama vardı. Suphi'nin küçük dünyası bunlardan ibaretti, şimdi o dünyaya bir de sardunya katılmıştı.
Suphi, son olarak rakıyı, buz kabını ve sürahiyi içeriye getirdi. Üç aydır hiç dokunmadığı bağlamasını alıp masaya oturdu, bağlama kucağında kadehine önce rakıyı sonra suyu koydu, suyun rakıyı beyaza çevirmesini ilk gördüğü andaki şaşkınlığıyla izledi. Buz kalıbını ters çevirip masaya vurdu içinden çıkardığı buz küplerinden iki tanesini rakı kadehine atacakken aklına ibrahim geldi; on yedi yaşındalardı, istanbul'da görüştükleri bir gün beraber rakı içeceklerdi, masa kurulduktan sonra rakılar doldurulmuştu, Suphi tam kadehe buz atacakken ibrahim, eliyle dur işareti yapmıştı Dur oğlum buz, rakının tadını bozar. Bu anı aklına gelince bir hışımla buzları rakı kadehine bıraktı, rakının bir kısmı masaya döküldü. O günden beridir rakıyı hep buzlu içtiğini fark etti. Bu ufacık başkaldırısıyla gurur duydu. Rakıdan bir yudum aldı, sardunyanın yapraklarını incitmemeye çalışarak okşadı. Bir gün sen de solacaksın, senden önceki de solmuştu. dedi. Senin sonun solmak, benim sonum ölmek... böyle dönüyor bu dünya. Bil ki sen solduğunda ben de ibrahimgillerin, iş görüşmesindeki kadının dünyasına girmiş olacağım yani ki gerçek Suphi ölmüş olacak. Seni ne kadar geç soldurursam o kadar iyi... diye ekledi, rakısını fondipleyip kadehini tazeledi. Bağlamasının akortlarını tamamladıktan sonra, tellere vurup bir türkü çalmaya başladı ve kötü sesiyle söylemeye başladı : Har içinde yatan gonca güle minnet eylemem/Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem/ Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi / iblisin talim ettiği yola minnet eylemem
O geceden sonra Suphi, bir süreliğine verdiği sözü de tuttu, her akşam iki kadeh rakısını alıp sardunyasına bağlama çaldı, türküler söyledi, Edip Cansever'den, Cemal Süreya'dan, Cahit Zarifoğlu'ndan, Can Yücel'den ama en çok da Turgut Uyar'dan dizeler okudu, sevgiyle, incitmeden yapraklarını, çiçeklerini okşadı, sulamasını zamanlıca yaptı, söz verdiği gibi onu yaşattı fakat bir gün, o melun gün, Suphi, bakkaldan dönerken evine gelen bir sarı zarf, bu güzel günlerin bittiğini haberdar etti. Kredi kartı borçlarından dolayı eşyalarına el konulacağı bildiriliyordu. Suphi, o gece sabaha kadar bomboş gözlerle yerdeki halıyı seyretti, ne yapması gerektiğini düşündü durdu. Ertesi gün öğlen, içi kan ağlayarak, parmakları kırılırcasına ibrahim'in numarasını tuşladı.
söykü'ye verdiği emek gerçekten takdir edilesi. kendi yazdığı öyküler kadar yaptığı öykü incelemeleri de muazzam, edebiyatta en az yazın kadar eleştiri de büyük önem taşıyor ve liberalisticcommunist bunu gerçekten başarıyla ve özveriyle yapıyor.