hiç şüphesiz komik diyaloglara sahne olan bir durumdur. minik ve bir o kadar da meraklı bücürümüz bir gün sandıkların birini karıştırırken en son ne zaman tükürüklendiği belli olmayan eski moda bir flütü bulur ve bir çoban misali parmaklarını nefesinin çıktığını hissettiği her boşluğa götürür. mesela;
+ abla/abi!?
- efendim canım?
+ bu ne?
- flüt canım o.
+ hmm. o zaman bu şey nasıl kullanılıyo?
- şey şimdi her parmağını belli boşluklara götürüp tutucaksın flütü. sonra güzel notalarla güzel sesler çıkacak. anladın mı bilmiyorum ama..
+ anladım tabi. bunda anlanmayacak ne var, salak mıyım ki ben?
- estağfurullah ufaklık. peki öyle olsun, bir çal bakayım.
+ hemen.
tahmin edileceği üzere ufaklık hiç iyi çalmamaktadır. tam beklenildiği gibi toy bir şekilde tıngırdatmaktadır adeta canım flütü.
- hani anlamıştın ufaklık?
+ ımm. şeey..
- hahaha, gel buraya sıpa.
"hayat beni unutsa da, sen unutma.
adımı unutacak kadar kaybettim kendimi."
bazen bir veda cümlesi, bazen bir yalnızlık şarkısı. bazense dudaklardan dökülen son buse olarak kalan tek serzeniş.
peki, ne konuşuyor bu insanlar?
hepsi farklı bir hayatı yaşarlar dünya'nın satranç tahtasında. tek fark var. bu satranç tahtasının her bir karesine eşit piyon düşmüyor sadece. aslında tıpkı gökteki yıldızlar gibi. birbirlerine asla kavuşamazlar mesela. halbuki aralarında bir adımlık gibi kısa bir mesafe varken, onlar bu mesafeyi her zaman uçurumlar kadar uzak görürler.
ucuz, basit ve sıradan bir hayat için koşuştururlar son sürat monotonluğa. ve onları uzaktan seyreden kuşlar, gördüklerinde kaçmayacaklardır gölgelerinden. çünkü onlar da artık sıradan bir hayatı yaşamaya mahkum kuşlardan farksız olacaklardır...
şu aralar her zamankinden biraz daha boşluktayım. önceleri 1-2 saat de olsa uyurdum. şimdi bütün gecelerimi odamın penceresi önünde sana veda mektubu yazmaya uğraşmakla geçiriyorum. bunu yaparken bir yandan yıldızları sayıyorum. tıpkı insanlar gibi fazla ve yalnız olduklarını farkediyorum. sıra sıra dizildikleri halde hiçbiri birbirinin yüzüne bile bakamıyor. yan yanalar ama aslında birbirlerine uçurumlar kadar uzaklar. belki de kavuşmaktan acizler...
sana bu satırları karalamak için yanlış zamanı seçmişim meğersem onca zamandır. evet, yeni anlıyorum bu gerçeği. şimdiyse kulağımda kulaklık, son ses james blunt'ın goodbye my lover şarkısı çalıyor. hayır, yanlış anlama hemen. kesinlikle duygusallığa muhtaç değilim. aksine.. içimdeki duygusallık yalnızca yazarak bedenimden atılıyor. gerçi, sensiz bir duygusallığa da ihtiyacımın olduğu söylenemez.
-
"Im so hollow, baby, Im so hollow."
"çok kötüyüm bebeğim, çok kötü." diyor şarkıda. evet, belki ben de öyleyim. direk, okunduğu gibi. biri bana nasılsın dediğinde "iyiyim" taklidi yapmaktan da bıktım. bu arada, geceler boyunca adam gibi bir mektup yazmak için kendimi çok kastım. şimdiyse içimden gelenleri yazıyorum. umarım bana kızmazsın..
sen ve ben. 2 ayrı saksıda büyüyen 2 çiçek. asla "biz" olamayan 2 insan. 2 farklı şehir, 2 farklı dünya. film gibi değildi belki. masal gibi de değildi. gerçek bir rüyadan ibaretti sadece. biri çimdik attı ve "uyandık"...
***
o kadar dedin, "yanıma gel, mutlu olursun." diye. gitmedim. gidemedim. sorumlusu hiçbir zaman sen olmadın. sen, başıma gelen en güzel şeydin. ama 5 aylık uzun bir uyku sonrasında da gerçeklerle yüzleşmek kolay olmadı. o 5 ay içinde sadece sen vardın sanki benim için. etrafımda binlerce insan dönüyordu belki. ama benim umursadığım tek kişi sendin. gerçi değişen hiçbir şey olmadı. o güzel rüyanın bitmesi dışında hiçbir şey değişmedi. yoksa sen benim için hala kafamda çizdiğim o mükemmel varlıksın! gülüşü güzel, kendisi güzel...
***
elini tutamadan sana dokundum.. yüzünü göremeden gözlerinin derinliğinde kayboldum.. sesini işitmeden en güzel şarkıyı senin söylediğine inandım.
benim için hala öylesin aslında "bebeğim." en azından bunu okuyorsan..
günümüz teknolojisinin alıp başını gittiği bir çağda insanoğlunun yeniliklere ayak uydurabilmek için başvuracağı olası kolaylıklardan biridir. örneğin, her evde bir bilgisayarın ve internet bağlantısının var olduğunu düşündüğümüzde ev ahalisinin tüm bireyleri kendi aralarında messenger* üzerinden şöyle bir diyalog geliştirebilir;
--
* baba oturum açtı. ***
anne:
hoşgeldin bey. baba:
hoşbuldum hanım. valla çok yorgunum. bana şöyle güzel bir yorgunluk öpücüğü ver bakim. anne:
"öpücük" ve "kırmızı rujlu dudak" ** göz kırpmaları yolladı. baba:
iyi geldi valla hanım mouse'una sağlık, allah tıklamalarına zeval vermesin. * anne:
önemli değil bey. bak bizim kız da onlayn**mış. katam mı konuşmaya? baba:
kat kat çoklu konuşma berekettir. ***
* anne kişisel iletisini "yoğum gari yazmayın" olarak değiştirdi. *
--
bütün bu diyaloglar tamamen hayal ürünü olmakla beraber 3 oda 1 salonlu bir evde gerçekleştirilmesi uygundur. ***
şehrin yoğun kalabalığından ve kuru gürültüsünden uzakta insana huzur veren bir eylem.
gemilerin denizde yarattığı pervane köpüklerinde bir simit için oynaşıp duran martıları seyretmek, gün batarken kızıla boyanan güneşin gölgesindeki şekilli bulutların hareket edişine hayretle tanık olmak, akciğerlerdeki bronşlar hafif yanana dek denizin o mis gibi tuz kokusunu içine çekmek...
gözlerin feri sönmüş, beynini düşünceler kemirmiş, zihnin çökmüş ve sen hüznün yamacına yaslanmışsın!
sakin bir bankta oturup hayatından geçen bütün anları kısa süreliğine de olsa film tadında hatırlamak...
dost. 4 harften öte bir kavram. tanım yaparsak, karşındaki insan verdiğin değere layık hareket edebiliyorsa, dostundur.
öyle lafta kalmayacak bir insandır bu dost kişisi. sadece iyi zamanlarında yanında olmayıp en dertli, kederli, sıkıntılı olduğun zamanlarda bile herkese ve herşeye rağmen senin yanında olmaktan vazgeçmeyecek insandır en basitinden.
canın sıkıldığında saatlerce konuşabileceğin bir insan aradığın zaman akla ilk gelen ismin çağrıştırıcısı insandır dost. ne olursa olsun, diğer insanlardan farklıdır. neden?
çünkü ne sevgiliye benzer, ne de aileye.
sevgiliden farkı, yanında olduğunuz zaman davranışlarınıza fazla dikkat etmenize gerek kalmamasıdır. çünkü karşınızdaki dost sıfatıyla nitelediğiniz insan, sizi olduğunuz gibi sever. yapmacık davranışlarınıza ihtiyacı olmadığı gibi yanı başınızda fazla kasmadan ve özgürce hareket edebilme ortamı sağlar.
aileden farkı, anne-babanıza bile söylemekten çekindiğiniz tüm sırları diğer insanlardan farklı bulduğunuz o kişi ile bütün sırlarınızı ikinizin arasında kalacağından şüphe etmeden ve onun güveninden de emin olarak birbirinizle paylaşabilmenizdir.
dost, yitirilmeyi en son hak edecek olan umut, gökyüzünden kayan en son kuyruklu yıldız ve bir insanın farketmeden dalından koparacağı en son çiçektir. bir kişiye göre de dünya'da kaybedeceği son şey dost olduğu sürece dostluk kavramı insanlar arası ilişkilerde değer bulabilecektir.
özellikle sokakta yürürken her insanın farkında olmadan karşısındaki insan hakkında beyninde değişik hükümler varsayarak hayali bir kişi profili kurgulamasıdır. vücut dilinin getirdiği bağlantılarla da kafasında yaratıp tasarladığı karakter ile karşısındaki insanın yapmadığı bir davranışı sırf laf cambazlığına dayandırarak gelecekte ne yapacağını tahmin etmeye çalışıp bilince de bireyin egosunu tatmin etme çabasıdır bir bakıma.
insanların fiziksel özelliklerine bakarak "vallahi şu adamın burnu biraz yukarıda, demek ki çok yalan söylüyor ve bu yüzden de 3 vakte kadar başına bir iş gelecek" ya da "bak bu kız mavi gözlü, çabuk aldatır diyeyim ben sana" gibi uyduruk yorumlarda bulunmak son derece yanlıştır.
ne olursa olsun, bu saplantı kimsenin gururunu incitmeyecek ve görüntüsüne-tipine bakarak yadırganmayacak seviyede tutulduğu zaman ve doğuştan sahip olunan birçok takıntının altından bireyin kendisiyle uzlaşarak altından kalkabileceği tatlı bir oyun haline dönüştürülerek de zararsız hale getirilebilir.
bireyin kendini boşlukta hissettiği zamanlarda ilgisini yoğunlaştırdığı bir insana karşı kendi içinde farklı duygular besleyip yine olmayacak anlamlar yükleyerek o insana olan yakınlığını gözünde büyütmesidir.
aşık olduğunu sandığı insan, mantıken boşluktaki insanın aşık olmak istediği kişidir. ancak karşısındaki insan hiçbir zaman hayalindeki aşık olduğu ruh ile bir olmaz, olmayacaktır da. bazen gerçek aşkı o kadar arayıp da sonunda bulduğunu özdeşleştirdiği kişi ile davranışlarını kontrol altına alıp onunkilerle eşleştirdiğinde onu öyle yüceleştirir ve kusursuz hale getirir ki, duygularının kendi bilinç altında boğulmasına yine kendisi neden olur.
hayal gücünde yarattığı kişilikle aşık olduğunu sandığı karakterin aslında birbirinden çok farklı iki beden ve aynı beden içerisinde yaşayan birer ulaşılmaz ruh olduğunu anladığında ve bu yüzden hiçbir zaman da aynı olup uyuşamayacaklarını farkettiği anda ise büyük bir hayal kırıklığı kendisini kaçınılmaz bir son olarak bekleyecektir.
haklı bir istektir. otobüs sıkış pıkış insanlarla doludur, ayakta durmak zordur. otobüs ani fren yaptığında ayaktaki yolcular oturan yolcunun yakınına geldiğinde oturan yolcu üfler, püfler.
işte tam bu durumda ordan sanki ayakta duran tek yolcu sizmişsiniz gibi bir muamele sergilemekte olan avanak bir muavin, sizi ittirmek veya ötelemek suretiyle uyarır. fakat zaten ortam iğne atsan yere düşmezdir, biraz daha ilerlenilse bile birilerinin ayağına basmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
+ birazcık daha kayar mısınız hanımefendi/beyefendi?
- nereye kayayım afedersiniz önümdeki yolcunun tepesine mi çıkayım?
+ tamam da ablacım/abicim şimdi ** biz de işimizi yapıyoruz sonuçta?!
- hep aynı bahane kardeşim. birilerini suçlayacaksan önce bu otobüsü ağzına kadar dolduran önündeki şoförü suçla.
+ ... **
ilkokulda hepimizin bildiği gibi o malum, o mavi poşetle sargılı olan, başında mis kokulu silgili kurşun kalemlerimizin uçlarını çatır çatır kıra kıra kalemtraşımızla açıp kirlettiğimiz o güzide mekan.
evet orası, sınıfın en köşe tarafında sineye çekilmiş bir çöp kutusu!
duvarlara her gün selam veren muazzam duruşuyla ve çocukluğun da verdiği hiperaktiflikle bir tekme indiresi geliyordu insanın o naçizane varlığa..
bi tane de sen vur be koridorları çığlıklarıyla çınlatan çocuk.. sen de vur, ne çıkar?
neyse.. malumumuz, bu kadar hor görülen ve ezilen bir varlığı da derslerde kalemin ucu kalınlaştığı zaman ihtiyacımız düşer ve pek değerli sınıf öğretmeniyle aramızda şöyle bir diyalog gelişiverir;
hemen akabinde, 3-5 kişi "obaaaaaa" layarak hücum etmişken...
x: olm burda hiçbişi yok ben oturuyorum yerime örtmen kızıcak birazdan. y: korkaksın dimi olm, korkak korkaaaaaaaak! (gülüşmeler) 2 hayal arasindaki 7 kiriklik: susun bi olm. irem'in kalem kutusunu sakladım, salak hala farketmedi, haha. z: örtmene söylerse ne yapacaksın olm? 2 hayal arasindaki 7 kiriklik: onu bunu boşver de, selin baya güzel be olm. valla bak. hani böyle renkli kalemlerim gibi, rengarenk. yani onu böyle bu kalem gibi açtıkça renkli renkli kalem açacağı çöpleri çıkıyo...
x, y, z (hep beraber): vaaaauuvvv... *
her sokağı özlem kokan büyülü şehir. her semtinde ayrı bir yalnız kalp barındıran güzide şehir.
masum bir kız çocuğu misali. eliyle gözyaşlarını silen, pamuk helvasını şapırdata şapırdata yiyen..
ah istanbul! aşkın ta kendisi...
hani "havası bir başka" derler ya, işte o cinsten. kendimi, benliğimi unutuyorum bu şehirde. trafiği, kalabalığı, gürültüsü bir yana insanlar neden her zaman kusursuz bir şey aramaya ya da hep olumsuz yanları görmeye alışık? herhangi bir kusur bulamayınca da neden hep kötüleme ve göze batırma söz konusudur ki?
oysaki sen, hakkında kötü düşünenlerin gözlerine inmiş bir perdesin bir bakıma. gözlerini kapatmışsın ve onlar senin güzelliklerini farkedemeyecek kadar körleştikleri için kendi kusurlarında boğulmaya mahkumlar be istanbul.
içinde yaşayan nüfusun bireyleri seni her gün dünya gözüyle sağlıklı bir şekilde görebildikleri için şükredecekleri yerde bardağın hep boş olan kısmını görmeyi tercih etmekteler. aslında senin değerini en iyi bilenler, senin hasretinle yanıp sana kavuşamayanlar. öyle olmasa bile, bu düşünceme olan inancım sayesinde kaçınılmaz bir gerçek olarak zihnimde yer etmiş şimdiden...
sana kavuşamamak..
oysa aramızda öyle kilometrelerce mesafe de yok. ama gel gelelim, gözümün dibindeyken sana kavuşamıyorum be istanbul. en çok da bu acıtıyor canımı...
senin şimdi sahillerinde martılarına simit atan, vapurunda manzaranı doya doya seyreden sahiplerin vardır. düşünüyorum da, içlerinden kaç tanesi senin bu güzelliklerinden faydalanmayı hak ediyor diye..
belki bir gün! belki bir gün kızkulesi'nde mehtaba karşı romantik bir akşam yemeği yiyebilecek miyim? yalnızca sen ve ben istanbul... başbaşa!
sen, bir tarihin doğup büyüdüğü ve her gün biraz daha gelişen bir şehirsin. şehirden öte, kemanıyla aşk yaşayan bir viyolist gibi.. aşkı yaşayan ve herkesi kendine aşkıyla tutsak edensin sen!
uzun lafın kısası, seviyorum seni be istanbul. aşksın, cansın, cancağızımsın. leylasına doyamayan bir mecnun misali. sen ellerimden kayıp giderken gözlerim gözlerine değiyor.. ve o an bu dünyalık bedenime bir güneş gibi doğuyorsun yeni bir günün başladığını umutla haykırarak...
saf ve temiz duygularla bezenmiş bir istanbul var karşımda. mırıldandığım ilk şarkı, hafızama kazınan ve asla unutamayacağım bir çocukluk aşkı sanki...
yıllar geçtikçe değeri artan kırmızı bir şarap misali... dudağımda bıraktığın o minik buseni özledim!
masumaneliğin resmini çizmiş çocuktur. bugünkü çocukluğunu yaşayamamış ve körpecik beyinlerini monitör karşısında patlatarak yoran minik bedenlerin aksine, ailesiyle çekirdek çıtlayıp büyükannesinin koynunda uyumuş çocuktur. soğuk kış günlerinde annesinin sobada kestane pişirişini meraklı gözlerle izleyen çocuktur. her akşam yatmadan önce süt içen, banyo yapacağı zaman da kırmızı leğende yıkanan çocuktur.
ilk bisikletini dört tekerlekli olarak kullanan ve her sürüşünde bacağındaki berelere bir yenisini ekleyen çocuktur. kanayan yaralarının kabuk bağlayan kısımlarını derisinden ayırırken canı yanmasına rağmen deli gibi sırıtabilen ve yaptığından zevk alan bir çocuktur aynı zamanda.
çocuktur her şeye rağmen. diğer çocuklardan tek farkı, çocukluğunu layığıyla yaşıyor olmasıdır.