şükrü erbaş

    26.
  1. ömür hanımla güz konuşmaları şiirinin sahibi sair.
    *
    ...ve güz geldi ömür hanım. dünya aydınlık sabahlarını
    yitiriyor usul usul. insanın içini karartan bulutların seferi var
    göğün maviliğinde. yağmur ha yağdı ha yağacak. in-
    cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
    hüznün bütün koşulları hazır. nedenini bilmediğim bir
    keder akıyor damarlarımdan. kalbimin üstünde binlerce
    bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
    yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir
    engebeler atlası. yaşamak bir can sıkıntısı mıdır ömür
    hanım?

    her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? acıyı
    görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek
    kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan,
    umuttan, sevinçten ne anlar? göğü görmeden, denizi gör-
    meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? bir güz dü-
    şünün ki ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış,
    böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? başlamanın bir
    anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa
    başlangıcı olmak değil midir? yaşamı düz bir çizgide tut-
    mak tükenmektir. yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı
    aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların
    sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik
    olur tükenmek değil de?

    yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin
    boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...ve ben sonsuz
    bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
    diyorum. seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
    tından?

    dönelim...dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır
    çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü
    kabuklarına sığınmaktır...olsun dönelim biz yine de. bi-
    lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var.
    evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın
    görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
    nelim. ölçüsüz yaşamak bize göre değil ömür hanım.
    büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. küçücük
    avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın
    binlerce engeli yığıldı önümüze. hangi birini yenebilirdik
    bunca olanaksızlık içinde. umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi
    öğrendik böylece.

    yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı ömür hanım.
    bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden.
    sahi nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık
    yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır
    yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum umut
    karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka
    ne ki? yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi
    içine alan kocaman bir yanılsama... değil mi yoksa?

    öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim,
    özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni
    oluşturdu ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım
    eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi
    avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
    yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice
    eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
    rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...

    oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının
    eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla
    dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek
    ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
    gınlığımdan her döndüğümde...bir ben ki tüm ilişkilerin
    perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
    kınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir
    ömür hanım?

    susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür hanım, şiiridir, beni
    konuşmaya zorlama ne olur. sözün sularını tükettim ben,
    kaynağını kuruttum. geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
    reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...yalnızım
    ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
    ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...sularım
    toprağa sızıyor bak. yüzümü geceler örtüyor. binlerce taş
    saklanıyor içimde. kim kimin derinliğini görebilir, hem
    hangi gözle?

    kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
    nuşuyorlar ki...bir söz insanın neresinden doğar dersiniz?
    dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? düşlerinden
    mi yoksa gerçeğinden mi? ve kaç kapıdan geçip yerini
    bulur bir başka insanda? yerini bulur mu gerçekten? sözü
    yasaklamalı ömür hanım yasaklamalı...kimsenin kimseyi
    anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne
    işe yarıyor ki? olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
    nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten
    olurdu. aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. yanılıyor
    muyum? olsun. yanıldığımı biliyorum ya...

    yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. kurşun
    aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan.
    belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. sessizlik
    sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü,
    iç zenginliği verir insana. dünyanın usul usul ağaran o
    puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin
    akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. anlık
    izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü,
    kalıcı ömürlüdür...alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi,
    bizi değişmek çirkinleştirir de.

    kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir
    adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz
    olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı
    yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
    şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız,
    ne yerinde ne yersiz...


    biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
    çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. en büyük hü-
    nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı
    kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...kıyılarımız duy-
    gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir;
    ufuklarımızsa sisler içinde...o kıyısız gökyüzü nasıl sığar
    küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
    cereye...nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? ve nedir
    ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir
    içimize. çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek,
    bu ezbere yaşamla.

    dünya bir testidir, de, ömür hanım, ömür bir su...sızar
    iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir
    yudum mutluluk için. ve bir gün ölümün balkonundan...
    dökülür toprağa el içi kadar bir su. yerde birkaç damla
    nem, bir avuç ıslaklık...ölümü bilerek nasıl yaşar insan,
    geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün
    acıların anasıdır, de...

    sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. değişik şeyler
    söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. yıldım ömrümün ka-
    lıplarından. beni duy ve anla.


    yağmur dindi ömür hanım. gökyüzü masmavi gülümsedi
    yine. doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. umudun
    ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi
    atlasından. ne aldanış! bulutların rengi mavi-beyaz mıdır,
    kurşuni-külrengi mi yoksa?

    gökyüzünü öpmek isterdim ömür hanım, gözlerimle değil
    dudaklarımla. yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
    maktan. delilik mi dedin? kim bilir...belki de yerde sü-
    rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir
    aykırı olmak duygusu. gökyüzü de olmak isteyebilirdim
    değil mi? kim ne diyebilir ki?

    kimseler görmedi ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim.
    içimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş
    ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim
    olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
    ben geçtim...yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir
    saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde,
    ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. beni cam kı-
    rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü
    ve dağınıklığı ile... yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.


    ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. saatlerce dayak
    yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. ürperiyorum. bir
    at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
    kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk,
    yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş
    umut ölülerini çiğneyerek. sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş,
    yanılmış bir çocukluk olmasın ömür hanım?

    ankara, güz/1983

    şükrü erbaş
    18 ...
  2. 27.
  3. köylüleri niçin öldürmeliyiz ?
    çünkü onlar ağırkanlı adamlardır.
    değişen bir dünyaya karşı
    kerpiç duvarlar gibi katı
    çakır dikenleri gibi susuz
    kayıtsızca direnerek yaşarlar.
    aptal, kaba ve kurnazdırlar.
    inanarak ve kolayca yalan söylerler.
    paraları olsa da
    yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
    herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
    yağmuru, rüzgarı ve güneşi
    birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
    düşünemezler...
    ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
    topraklarını
    büyütmeye çalışırlar

    köylüleri niçin öldürmeliyiz?
    çünkü onlar karılarını döverler
    seslerinin tonu yumuşak değildir
    dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler.
    gazete okumaz ve haksızlığa
    ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar.
    karşılığı olmadan kimseye yardım etmezler.
    adım başı pınar olsa da köylerinde
    temiz giyinmez ve her zaman
    bir karış sakalla gezerler.
    çocuklarını iyi yetiştirmezler
    evlerinde kitap, müzik ve resim yoktur.
    birgün olsun dişlerini fırçalamaz
    ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

    köylüleri niçin öldürmeliyiz?
    çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
    kendilerinden olanlarla alay edip
    tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
    devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
    devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
    yiğittirler askerde subay dövecek kadar
    ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
    ezim ezim ezilirler.
    enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
    onbir ay gökyüzünden bereket beklerler,
    dindardırlar ahiret korkusu içinde
    ama bir kadının topuklarından
    memelerini görecek kadar bıçkındırlar
    harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
    şehre giderler

    köylüleri niçin öldürmeliyiz?
    çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler
    birbirlerinin evlerine ancak
    ölümlerde ve düğünlerde giderler.
    şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
    gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
    ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
    binlerce yılın kabuğu altında
    yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
    aldanmak korkusu içinde
    sürekli birbirlerini aldatırlar.
    bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
    karılarından en az on adım önde yürürler
    ve bir erkeklik işareti olarak
    onları herkesin ortasında azarlarlar.

    köylüleri niçin öldürmeliyiz?
    çünkü onlar otobüslerde ayakkabılarını çıkarırlar
    ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
    herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
    kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatır,
    yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
    bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
    ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
    gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
    zengin akrabalarından sözederler.
    kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
    ama sokağa çıkar çıkmaz hünküre hünküre
    yollara tükürürler...
    ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
    şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

    köylüleri niçin öldürmeliyiz?
    çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
    yarı gecelerde yıldızlara bakarak
    başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
    gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
    ve yaz güneşlerini, ekinlerini yeşertirse severler.
    hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
    -bu, verimi yüksek bir tohum bile olsa-
    sonuçlarını görmeden inanmazlar.
    dünyanın gelişimine katkıları yoktur.
    mülk düşkünüdürler amansız derecede
    bir ülkenin geleceği
    küçücük topraklarının ipoteği altındadır
    ve bir kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden,
    zamanın derin ırmakları önünde...

    köylüleri söyleyin nasil
    nasil kurtaralım?
    13 ...
  4. 122.
  5. Ne olurdu kokunun da fotoğrafı olsaydı.
    Sesin fotoğrafı,
    Boşluğun fotoğrafı,
    Parmak uçlarındaki karıncanın,
    Ruhtaki üşümenin fotoğrafı.
    Ölüm kimseyi bu kadar yalnız bırakmazdı…

    Şükrü Erbaş
    12 ...
  6. 88.
  7. KOŞARADIM

    Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim
    Ne bir ortak sevinciniz kaldı sizi çoğaltacak
    Ne bir içten dostunuz var acınızı alacak
    Unuttunuz nicedir paylaşmanın mutluluğunu;
    Toprağı rüzgarı denizi göğü
    O her zaman bir insanla anlamlı
    Tükenmez bir hazine gibi kendini sunan doğayı
    Unuttunuz, gömülüp günlük çıkarların
    Ve ucuz korkuların kör kuyularına
    Daraldıkça daraldı dünyaya açılan pencereniz.

    Fırlayıp ilk ışıklarıyla günün dağınık yataklardan
    Koşaradım gidiyorsunuz işinize değişmeyen yollardan
    Kurulmuş saatler gibi gün boyu çalışıp tekdüze
    Uzayan gölgelerle koşaradım dönüyorsunuz evinize.
    Ne kadar uzaksa bir felaket sizden o kadar mutlusunuz
    Unuttunuz başkalarının acısını duymayı
    Küçük çıkarların büyük kurnazları
    Alışverişe döndü tüm ilişkileriniz, hesaplı, planlı
    Sevgileriniz ayaküstü, ilgileriniz koşaradım
    Unuttunuz konuşmayı kendinizi vererek
    Düşünmeden bir başka şeyi, içten yalın dürüst
    Dışa vurmayı duygularınızı
    Unuttunuz, neydi bir ince söze yakışan en güzel davranış.

    Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim
    -Ki bu en büyük kötülüktür size-
    Yıkanmıyor bir kez olsun yüreğiniz yağmurlarla
    Denizler boşuna devinip duruyor bir çarşaf gibi
    Gerip ufkunuza mavisini, çiçekler her bahar
    Uyanışın türküsünü söylüyor da görmüyorsunuz.
    Sizin adınıza dünyanın pek çok yerinde
    insanlar dövüşüyor ellerinde yürekleri birer ülke
    Anlamıyorsunuz inançlarını bir kez düşünmüyorsunuz.
    Ömrünüzü güzelleştirecek bir şey almadan hayattan
    Bir şeyler bırakmadan ardınızda gelecek adına
    Koşaradım tükeniyorsunuz insan kardeşlerim
    Koşaradım
    Duymadan bir gün olsun dünyayı iliklerinizde...

    ŞÜKRÜ ERBAŞ
    11 ...
  8. 106.
  9. Bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz, biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz.
    11 ...
  10. 94.
  11. Yüreğimde büyüttüğüm gül güneşe çıkamaz
    Yüreğim o gülü büyütmezse ışıyamaz.

    Günüm seninle başlasın istemiştim
    Çok değil ki…
    Bir içten gülüşünle ışısın gecem
    Uzun suskunlukların dilsiziydim
    Sesin aksın istemiştim dupduru
    Dağ suları gibi serin
    Yüreğimin ölü topraklarına.
    Kirpiklerin gölgelesin yüzümü
    Gözlerin ömrümün göğü olsun
    Demiştim, çok değil ki…

    Bir uzun yürüyüş düşlemiştim
    Avuçlarının ince çizgilerinde
    Öperek ürkek gülümsemeni usulca.
    Dünya tepeden tırnağa sen
    Buğulansın istemiştim ılık nefesinle
    içimin buzlu camları.
    Rüzgârda titreyen dallar misali
    -Bilsen unutmuşum nicedir-
    Ürpersin tüylerim tel tel her değdikçe
    Savrulan saçların solgun tenime.
    Çok değil ki, kırılsın acının ayazı
    Mutsuzluk dinsin biraz demiştim.

    Bir uzun güz geçmişti bin uzun hüzün
    Sevgi denilen o ilkyazın üzerinden
    Yaşamak eski sevincini çoktan yitirmişti.
    Düşsün istemiştim yüzünün sabahından
    Ömrümün akşamına bir düş inceliğinde
    Öpüşün, dudağında çiçeklenen çiy taneleri.
    Çok değil ki, çok değil ki diz çöküp
    Göğsünün köpüren pınarlarından
    içeyim istemiştim hayatın can suyunu
    Ağzının pembe ufuklarında soluklanarak.
    Bir dem barışık olsun can ile ten demiştim
    Bir dem iliklerimde duyayım yaşamayı
    Uyumun mutluluğunu sende bularak.
    10 ...
  12. 79.
  13. karanfilli şiirler yazmış yazar.

    Konuşuyorsun, kanatlı bir karanfil dudakların.
    Gözlerin iki dağ suyu güldükçe köpüklenen
    indiriyorsun kirpiğini upuzun bir güz.
    Bir kapı önündeyim, girsem suç gitsem ayaz.
    10 ...
  14. 9.
  15. aynı kendisinin dediği durumdayız:

    "bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz.
    biçim veremediğimiz şeylerin
    biçimini alıyoruz."

    yazılması gerkiyormuş,
    ama nasıl bu kadar güzel yazılmış bilmiyorum.
    10 ...
  16. 85.
  17. Koro halinde susuluyordu ve yalnızca yüksek sesle konuşanlara inanır olmuştu insanlar. incelik yalnızlığa dönüşe dönüşe bitmişti. Şiddetin coğrafyasında elbette gökyüzü bir lükstü ve ancak yağmur yağınca anımsanıyordu.

    Şükrü erbaş
    9 ...
  18. 1.
  19. 7 eylül 1953 Yozgat doğumlu, Edebiyatçılar derneği başkanlığı yapmış, her şiiri okunulası şair.

    EĞME KiRPiKLERiNi

    Eğme kirpikleri gönlüm dolaşıyor
    Dilime garipsi bir tutukluk yapışıyor
    Gözlerim susuyor yüzünde göz göz
    Başımda bir koca kent uğultusu
    Eğme kirpiklerini ayrılık yaklaşıyor

    Durup dururken eriyor yakınlığın
    Araya bilmediğim yollar düşüyor
    Ipıslak dönüyorum bir uzun dalgınlıktan
    Soluk soluğayım soğuk odalarda
    Eğme kirpiklerini yüreğim üşüyor

    Gözlerimde salkım saçak turna bulutları
    içimden incecik türküler geçiyor
    Uzak yalnızlığımda beni bulacaklar
    Beni ışıtacaklar kesme aydınlığını
    Eğme kirpiklerini gözlerin geçiyor

    Bir ikindi serinliği kaldı elimizde
    O bitmez bildiğimiz günler bitiyor
    Şu sıralı kirpik izi yüzünde tel tel
    Şu incecik gölgeler akşamın ucudur
    Eğ ki kirpiklerini ayrılık başlıyor….

    şükrü erbaş
    10 ...
© 2025 uludağ sözlük