şehirde, özellikle istanbul gibi bir metropolde yaşamak demek, sabahın ilk saatlerinde sokağa ilk adımınızı atarken soluduğunuz havanın genzinizi yakması demektir. otobüsü kaçırmamak için durağa doğru bilinçsizce ilerlemek ve caddeden geçerken günün ilk kazasını atlatmak demektir. gelen ilk otobüse zar zor orta kapıdan binmeye çabalayıp, sıkış tepiş yerleşmeye çalışırken bir an otobüsle birlikte gelen kıdemli yolculara bakıp ''bi yarım göt kaysaydık'' demek istemektir. şehrin gürültüsü, pis havası, tahammül sınırları zorlanmış insanları... ne büyük bir hengame, ne sıkıntı verici bir iklim peyda olmuş buralarda dersiniz.
işin tuhafı; bünyeniz bir süre sonra bu strese alışır, bağımlı hale gelir. tatile falan gittiğinizde hep ''bir eksik var ama...'' der, susarsınız. eksikliğin ne olduğunu söylemez cümleyi bitirmemeyi yeğlersiniz. çünkü arkadaşlarınıza ''o boktan hava, rezalet trafik olmayınca hayat bomboş lan sanki'' deseniz sopayı yeme tehlikeniz vardır.
bu acayip nevroz durumuna bir örnekte kendimden vereyim:
dışarı çıkmaksızın sığır gibi evde pinekleye pinekleye iki ay geçirdikten sonra ayrı bir strese girmiş halde kendimi dışarı attım. bir iki arkadaşla buluşup kafa dağıttıktan sonra otobüse atladım ama boştu ve istediğim koltuğa oturabildim, üstelik trafikte yoktu, cillop gibi yollarda adeta kayarak geldik. ineceğim durağa yaklaştığımda günün eksik kalan bir şeyi! olduğu kanaatine vardım. ama ismini söylemiyordum bir türlü. kendime bile...
durağa iyiden iyiye yaklaştık ama kimse "duracak" lambasını yakma teşebbüsünde bulunmuyor. gelecek durakta inecek yolcular anlaşmışçasına "kim daha sabırlı" oynamaya karar verdi adeta. bekliyorum, yaklaşıyoruz, dayının birini farkettim o an; o da bekliyor. heyecanlanmaya başladı, ben nispeten daha soğukkanlı bekliyorum öylece. yarış havasına girmiş iki rakip olarak gözgöze geldik. endişe dolu bakışlarla benden ilk hamleyi bekledi. bense koltuğuma iyice gömülerek blöf yapmayı sürdürdüm. halbuki durağı kaçırmaktan da içten içe tırsıyorum. otobüsün durağa varmasına bir kaç metre kalmıştı ki dayı dayanamadı ve gölgesini bile arkada bırakacak bir hız ve çeviklikle koşup düğmeye bastı. orta kapının önünde üç saniye bekledi ve otobüs durdu, bense yavaşça kalkıp arka kapıdan indim. üç saniye... dilekolay... üç saniye ile maraton kazanmış bir atlet edasıyla dönüp orta kapıdan inen dayıya baktım. o ise gözleriyle "bir dahaki sefere" diyordu. "bir dahaki sefere..."