doğumdan sonra zirvede başlarız hayata, yiyecek lokmamız olmasa bile, içine doğduğumuz hanenin göz bebeği oluruz... zamanla dibe doğru ilerler, karanlıkta kaybolur, ölür gideriz... düşerken, ışığı ararız...
kafanı kaldır ve bak dünya'ya. bir an için olan her şeyi görmeye çalış. libya'da, mısır'da, ırak'ta ve daha bir çok ülkede savaş... etiyopya'da açlık... japonya'da nükleer felaket... eriyen buzullar, değişen iklim... şu anda dünya tam bir kaos durumu içerisinde... peki kimin umurunda? dünya üzerinde açlık çekenlerin sayısı bir milyara yakın... kimin umurunda? siyasetçi ve politikacılar kanlarımızı emmeye devam ederken bizlere "demokrasi ve insan hakları" nidaları atan o aday adayları nerede? kimliğinden sıyrıl, herhangi bir dine, etnik kimliğe, milliyete mensup olmadığını, sadece insan olduğunu düşün. birbirimizi neden yiyoruz? ihtiyacımız olan şey sadece yemek ve su değil mi? biz değil miyiz yüz milyonlar yaşındaki gezegeni son iki yüzyılda iflasın eşiğine getiren? biz değil miyiz, daha fazlası için birbirini öldüren? bu felaketin küreselleşmiş boyutu...
bunun daha münferit olanı da var tabi...
dünya üzerindeki her bir bireyin içine düştüğü kendine ait kuyuları var... isteyerek veya istemeyerek kendimizi kuyulara atıyoruz... ve işin en saçma tarafı, hayatımızdan o kadar çabuk vazgeçiyoruz ki, kendi cenazemizin başında yıllarca ağlayabiliyoruz... bizim neslimiz, kayıp bir nesil, bizim neslimizi tarih yazmayacak, dünya üzerinde kayda değer hiç bir b*k yapmadık... dünya'yı bırak, kendimiz için bile kayda değer bir b*k yapmadık... hepimizin kendi yaşam hatlarıvar... iş-ev hattı, para-sex-alkol hattı, yatak-bilgisayar hattı... bu aradaki mesafe kadar işte bizim yaşamımız...
daha da özele, kafamızın içine kadar girersek eğer;
yenilgileri kabul ediyoruz arık, "benden bir b*k olmaz" deyip, kesip atıyoruz... hayata küsüyoruz zamanla, aldığımız her darbe yara bırakıyor zihnimizde ve bu yaralar kanamaya başlıyor gün geçtikçe... bir gün o kadar kan kaybetmiş oluyoruz ki, insanlığımızı unutup birer zombi oluyoruz. televizyon başında magazin haber kollayarak, başkalarının açıklarını arayarak, insanlarla dalga geçerek, anlamsızca gülerek aklımızı yitiriyoruz... yada belki de aşık oluyoruz, hak etmeyen insanlara anlamsız değerle yüklüyoruz, hiç 'o' olmayan onlara yüreğimizi veriyoruz... terk ediliyoruz... aşağılanıyoruz... deliriyoruz... depresyona giriyoruz... bunalıyoruz... üzerimize geliyor her şey... binalar, kitaplarımız, sevdiğimiz insanlar, her şey ama her şey! saklanıyoruz... kendimizi, yine kendi ellerimizle kazdığımız o kuyulara atıyoruz... yıllarca o karanlıkta vicdan muhasebesi yapıyoruz... ve bu sessizliğin ortasında içimizde solmayan o tek çiçek sayesinde hayatta kalıyoruz... umut. bu yokuşun sonu hayat olacak bizim için... karanlık diyarlarda ışığı arıyoruz... ve sonunda o haykırış geliyor en derinlerden: "ışığa ihtiyacım var" diyoruz... çıkışı arıyoruz...
işte hayat bundan sonra başlıyor... çıkışı ararken...
benim, senin, hepimizin; ışığa ihtiyacı var... tünelin ucundan gelen ışığa... aydınlık yollara... umuda... yarına...