bana göre tarihin en büyük ayarıdır. edebi dile, hicivlere ve betimlemelere dikkat.
nâzım hikmet!
nafile çabalıyorsun.
sana kızmıyorum. kızmayacağım.
hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklıyan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. merhamet ediyorum.
sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. insan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. sen mazursun.
çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.
o kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. o kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi greta garbo esrarına aykırı bulurdun. şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kimbilir nelere baş vuruyorsun? fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. şimdi o da yok. bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş. ne hazin bir manzaran var. akşamları, beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. artık nefret vermiyorsun. zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.
bundan bir kaç ay evvel bâbıâlide, ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:
ben - gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?
sen - ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. başka ne yapabilirim?
ben - kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
sen - potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler.
kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmıyan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. sana selâm verdim. sana acıdım. bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.
şimdi bana -tam da senden bekliyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlık reklâm açık gözlülüğünü... senin nene mukabele edeyim?
aynı ideoloji içinde vaktiyle sarma dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. bana ne düşer?
işte açıkça söylüyorum: ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. sana acıyorum. fakat elimden ne gelir?
çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktile vermediğim şerefi veriyorum. seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. fakat hepsi bu kadar. dediğim gibi sen, bence artık mazursun. seni affediyorum, ve ne yapsan affedeceğim. bu vaade güvenerek istediğini yap! sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim.
ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.
benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman...
fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.
işte görüp göreceğin rahmet!
nazım hikmet ve necip fazıl ramazan ayında arabayla gidiyorlarmış.
tabi necip fazıl oruç ama nazım hikmet değil.
nazım hikmet necip fazıl ile dalga geçmek için yolun kenarındaki zayıf bir ineği işaret ederek necip fazıl'a demiş ki:
-'şunun haline bak,oruç tutmaktan ne hale gelmiş' demiş.
tabi necip üstad altta kalırmı hemen cevabı yapıştırmış:
-'aaa nazım sen bilmiyormusun hayvanlar oruç tutmaz.
bir gerizekalı, zavallı islamcının cehennem korkusuyla dine sarılıp ona buna ayar vermeye kalkmasıyla ortaya çıkmış ama her zamanki gibi hüsranla sonuçlanmıl mektup.
iq'su minimum olanlar için sağlam ayardır yalnızca.
ne ölümden korkmak ayıp , nede düşünmek ölümü der nazım hikmet . bazıları gibi korkularına köle olmamaış doğru bildikleri uğruna yıllarca hapis yatmış üstadın , hiç takmadığı mektuptur .
asıl bu şiir üstadın o dönemde susan herkese ömürlük ayarıdır .
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Hainliği teğet geçeceksek eğer N.Fazılın açık ödenekten yediği paraları da teğet geçmek icap eder.
Soner Yalçın'ın Efendi kitabına baktığımız da en büyük miktarlar Necip Fazıla verilmiş.
Güneş balçıkla sıvanmaz.
(bkz: Soner Yalçın- Efendi)
sözlüğe yeni gelmiş bazı liseli militan sağcı arkadaşların vazgeçemedikleri ve klişe başlık ve entrylerle sözlüğü doldurdukları 3-5 mevzudan biridir. halbuki böyle kavga dövüş mevzularına dalmak yerine necip fazıl'ın edebi eserlerini de okusalar, nazım hikmet'in edebi eserlerini de okusalar; böyle edebi güzelliklerle sözlüğü şenlendirseler, hem kendileri, hem bizler, hem de sözlük açısından ne hoş olur.
dünya edebiyat tarihindeki yerlerine bakarak, kimin kime ayar verdiği rahatlıkla anlaşılabilir.
tabi bunu anlayabilmek için en azından 90 iq gerekir. anlayamıyorsan zorlama, mektupla tatmine devam et.
--spoiler--
ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum.
--spoiler--
"Üstad" böyle yazdıysa eğer görmüyorum değil, görüyorum yazmalıymış.
Ya ben bu ülkeden utanıyorum artık ya. Sevdiğimiz şairi bile ideolojimize uyduğu icin seviyor, bir digerini ideolojimize uymadığı icin, bizim gibi düşünmediği icin karalıyoruz. Bir sanatçıyı, piyano çalan bı adamı açıkladığı fikirleri nedeniyle ölümüne destekliyor ya da düşmanlık ediyoruz. Sadece yaptıgı işle gündeme gelmek isteyenler ise arada kaybolup gidiyor belkide. Sadece en usta olanları barinabiliyor. Öte tarafta sanat anlamında ortaya koydukları bir hiç bile olsa siyasetten, ideolojiden bahseden korkunç destek görüyor. Bunları okuyan, izleyen bı cocuğa nasıl anlatabilirsin ki işine odaklanmasını ve işinde çok iyi olmasını. Gördüyse tribünlere oynayanın efor sarfetmeden kazandığını, nasıl alikoyabilirsin ki onu çalışmadan tribünlere oynamaktan? Bir başlıkta konuşuluyordu neden süper güç olamıyor turkiye diye. iste bir sebebi de bu...
bugün sol cenah tarafından allanıp pullanan ve "yüce şair", "büyük usta" diye pazarlanan nazım hikmet'in, üstad necip fazıl'ın yanında hiçbirşey olduğunun açık bir delilidir.
yanlış anlaşılmasın, nazım hikmet'i severim; ama necip fazıl gibi bir dev ile boy ölçüşebilecek biri asla olamaz, olamadı da...
sevgili nazım,
seninlen az kadeh tokusturmadik. sanat musikisi esliginde yaz aksamlari denize karsi az dertlesmedik. simdi ben oldum dindos, sen kaldin ayni. cok ozluyorum be nazim. sovyet iscileri icin gece gunduz konusup fikir urettigimiz gunleri cok ozluyorum. simdi ugrastigim konular cok sıkıcı.
kib aeo opt.
'komik' mektuptur...
Ben imla hatalarına takılmadım zira bundan onlarca yıl önce imla noktalama vs çok farklıydı. Şu an bile üç günde bi değişiyor.
Ben, necip fazıl'ı birkaç şiiri dışında aşırı şakirt ve dinci biri olduğu için hiç sevmezdim. Görüyorum ki, bunların dışında bir de bencillik, ukalalık, acayip bi kendini beğenmişlik, riyakarlık, egoistlik varmış adamda. Sevmemekte haksız değilmişim yani...
Tanım: eğer gerçekten nfk yazdı ise bize kendisinin gerçek yüzünü gösteren mektuptur.
--spoiler--
hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklıyan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz
--spoiler--
üstadın tek tek sıçış yaparak giriş yaptığı mektuptur.
***ameliyat masasında müdahale ederken doktora bağırdı diye doktor " ben muayene etmiyorum arkadaş başkası etsin dedikten sonra hastanın saldırdığı konya da gerçekleşen olay en basit birinci örnek"
*** "parmaklıklar arasından "deli" diye bağırmadığı halde, aklı selim binlercesine tecavüz, taciz ve işgence yapan 12 eylül gardiyanları, polisleri, işgencecileri en basit ikinci örnek"
***"ayrıca darağacında küfürler saruna kızmayı bi kenara bırak, sadece bir ülke için temennilerini dile getiren mahkuma bile izin vermeyip, "vurun sandalyesine" şeklinde idam edilenleri biliyoruz."
yanlış anlama da üstad! bi git buralardan, sen kiiim, nazım a ayar vermek kim?
üstad'ın nazıma verdiği ayarmış. tövbee hakket sövdürücekler bu sefer.
necip fazıl'ın düşüncelerine cevaben bakalım dönemin diğer şairlerinin düşünceleri ne imiş, ki nazım usta'nın sadece türkiye'de değil dünyada gördüğü kıymeti anlayabilelim. kapak niyetine.
louis aragon
hayır, yazamam, şimdi olmaz rica ederim. bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastalığın, ne yaşın etkileyebildiğu bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam. şimdi olmaz. daha sonra. söz veriyorum size, yazacağım, hattâ bu dergide, daha başka bir konu üzerinde: -ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim. pentecote yortusu için sayfiyeye giderken cumartesi sabahı satn aldığım znamia dergisinin son sayısını da götürmüştüm, dergide nâzım'ın les romantiques (romantikler) adlı romanının son bölümü vardı. yortu sırasında herkes onun değil, papa xxııı. jean'ın ölümünü bekliyordu. her saat, radyoların başında. ve pazartesi sabahı sabahı papa daha yaşıyordu... nâzım'a gelince, hiç bir şey bizi uyarmamıştı, can çekişmedi, şöyle ayakta, bir merdiveni çıkarken, ansızın ölüverdi. yaşarken öldü. bir ağaç gibi devrildi. bırakın da benim için bütünüyle ölsün. o zaman yazarım derginize, burada yazarım, belki gelecek ay, yaza kadar izin verin. bundan on sekiz yıl önce hapisanede, büyük türk mistiği mevlâna celâleddin ya da iran'lı ömer hayyam gibi rubai biçiminde yazdığı şu dört mısranın bir kehanet olmaktan çıktıklarını anlayacak kadar vakit bırakınn bana:
"paydos..." - diyecek bir gün bize tabiat anamız,-
"gülmek, ağlamak bitti çocuğum..."
ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:
görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat...
yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşüşünden bir iki saat sonra, telefon. nâzım. ey ölüm, günümüzde ne de hızlı gidiyorsun! iki saat evinde bulmuş, yüreğime işlemiştin, ey ölüm, telefonla gelen, görünmeyen, düşünülmeyen, daha bir sözcükten, bir addan başka bir şey olmayan ölüm, ve hayır diyorum, nâzım olamaz. evet. o. nâzım... ta kendisi, başkası değil. bütün insanlar gibi o da. ve şiirindeki bir çocuğu ansıdım:
recep, damdan düşer gibi karıştı söze:
"harbe girdiğin zaman, bir gâvur öldürüp
bir yudum içersen kanını
korku kalmazmış."
ben onun kanından birr damla içmeyeceğim. konuşmayan... uçsuz bucaksız hayat... hazım, senden bana ilk 1934'te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şey yazabildim. dostluğumuz otuz yıl sürmeyecekti. ne kadar az, otuz yıl. 1950'de, bizler, yani türk halkı, dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldın. ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin... hapisane dışında on üç yıl, ya da buna yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam bu. on üç yıl, çok şey. hapisane dışında öldün, bu da çok şey. çünkü öldün. bu fikre alıştıracağız kendimizi. "insan manzaraları"nı sensiz hayal etmeye çalışacağız... senin deyiminle, manzarayı bu ağaç olmadan hayal etmeye çalışacağız. uçsuz bucaksız hayat'ı...
alfred kurella
sanat silâhı idi onun. 1921 yılında devrimci eylemlerinden dolayı yapılan ilk kovuşturmalardan önce türkiye'den kaçmak zorunda kalmış ve moskova'da daha genç olan sosyalist gerçekçi şiirle ve özellikle de vladimir mayakovski ile yakından tanışmış ve bundan böyle yaşamı sanata, kendine dünya çapında ün kazandıran savaşçı bir sanata adamıştı.
onun şiirleri yıllardır yurdunda ağızdan, ağıza dolaşıyor ve el yazısı kopyalar, gizli baskılar evden eve, köyden köye, kentten kente iletiliyor. bir kaç yıl önce nâzım hikmet, leipzig'te bir öğrenci toplantısında yaptığı konuşma sırasında bir ş iirini türkçe o kumuştu. onu dinlerken hepimiz büyülenmiş gibiydik. bu dilde böylesine bir müzik zenginliği bulunduğundan o zamana kadar hiç birimizin haberi yoktu. tek sözcük anlamamıştık. fakat yine de, böylesine dizelerin insanın kulağına ve yüreğine işleyebileceğini, hele o şiirlerin konusunu açkıladığı zaman daha yakından kavradık.
nâzım hikmet'i çağımızın en büyük ozanlarından biri olarak tanımlamak abartma olmaz. kendi yurdu dışında gerçek yanları ile daha gereği gibi tanınmıyor o. tiyatroları, destanları ve bazıları bizim sahnelerimizde oynanmış bulunan çağdaş dramlarıyla daha şimdiden büyük bir etki yaratmış bulunuyor. oysa ki, onun gerçek büyüklüğünü yansıtan eserleri, şiirleridir. şiirlerinin asıllarındaki düşünce deliği ve güzellik üzerine yaklaşık bir görüş sağlayabilecek, aslına yaklaşık bir çeviri yapılması için belki biraz daha zaman geçecektir.
nâzım hikmet'in yüreği artık çarpmıyor. kurtarılmış yurduna birkez daha dönebilmek için taşıdığı ateşli istem, içinde kor gibi yanan yaşam istemi, yokluk, ikence ve zindanlarda geçirdiği uzun yıllardan yıpranan vücudundaki yaşam alevni canlı tutabilmek için ona güç vermişti. bu alev şiirlerinde ve tiyatrolarında yanmaya devam ediyor. bu alev, onun köklü devrimc inancı, kendini barış ve sosyalizmi davasına adamşı bir insanın değiştirme gücüne duyduğu inanç ile besleniyordu. ve bu alev, aynı ülküler uğruna yanmak için daha bir sürü insanda hayranlık uyandıracaktır.
jean-paul sartre
büyük ozan nâzım hikmet'e duyduğunuz saygıya bu mesajla katılmak istiyorum. yazdıklarının güzelliğini ve güçlülüğünü başkaları benden iyi anlatacak. ben her şeyden önce onun insan olarak büyülüğünü ve kabına sığmaz enerjisini hatırlatmak istiyorum. onu, ağır hastalığı sırasında tanımış, yaşamak ve savaşmak iradesi karşısında şaşıp kalmıştım. ama beni asıl etkileyen onun hüzünlü ve alaycı uyanıklığı oldu. eziyetlerden, ölümlerden kaçıp kurtulan bu dam - başkalarının yapacağı gibi - dinlenmiyordu. biten hiç bir yoktu onun için. dıştaki düşmanla savaşması ve de içteki dostların hatalarına karşı kardeşçe bir savaşı sürdürmesi gerekiyordu. herkesle birlikte barış uğruna, emperyalizme ve faşizme karşı savaştığı sırada bile, moskova'da oynanan bir piyesinde, bürokrasinin tehlikelerine karşı arkadaşlarını uyarıyordu. ne militan dsiplininden geçti ne de yazar eleştiriciliğinden. bu çelişmeyi sonuna kadar yaşadı. bu sürekli gerginliktir ki, son yıllarda, mahpusluktan arta kalan güçlerini de yedi bitirdi. ama asıl bu yönüyle bugün bir örnek insan olarak kalıyor aramızda.
vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek istemiyordu. biliyordu ki, insan yapılacak bir şeydir ve hiç bir yerde yapılmamıştır. gerekli olan, durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratmıştır; sözün kısası, pascal'ın hrıstiyan için dediği ve bugün militan için, nâzım hikmet dolayısıyla aydın militan için denebileceği gibi, "asla uyumamak" gerekliydi. o asla uyumadı. harikulade olan şudur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu.
durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da sizin için aynı işi yapıyor.
peter hamm
türk ozanı nâzım hikmet, çok uzun zaman bilmezlikten gelindi.
türkiye ile federal almanya arasında bir kaç yıldan beri bir kültür anlaşması yapılmış bulunuyor. tuhaf görünürse de, şurası da bir gerçektir: en önemli türk ozanının eserlerinin uzun yıllar bize ulaşmasına engel olan da bu anlaşmadır. çünkü: nâzım hikmet'in adının bile anılması, türkiye'de bir zamandan beri yasaktır (oysa dünyanın herhangi bir köşesinde türk kültüründen söz edilse, biricik ad olarak onun adı anılır.) türkiye hükümeti ve yönetici üst tabakası; hapisanelerinde (toplam on yedi yıl) yatan ve daha sonra da, yaniden tutuklanma eşiğinde iken, 1951 yılında bu ozanın yurdundan temelli ayrılmış olmasını ve moskova'ya ekzile gitmiş olmasını sindirememiş görünüyorlar.
nâzım hikmet, daha önce de bir kaç kez türkiye'den ayrılmak zorunda kalmıştı. ancak, yurduna duyduğu özleme dayanamayarak acele, hem de zamansız denecek kadar acele, her defasında yurduna dönmüştü. zamansız dı çünkü: yöneticilerin aklına, ülkenin bu en değerli ozanını kovuşturmak ve onu tutuklamaktan başka bir şey gelmiyordu. ne var ki, bir blaise cendrar'ın, ya da jean genet'in aşırı yaşam biçimlerinden bazı bakımlardan daha maceralı geçen hikmet'in yaşamı ve çektiği acılar, döndü dolaştı, yine de türkiye'deki bu efendilerin çocuklarını başına belâ oldu, onlar için bir kâbus oldu. böylesi de iyidir.
tristan tzara
şiirin büyüklüğü evrenselliğinin içinde hüküm sürer. ozan, yaşayanların dünyasında bir bütün olmak için kendi kişisinin çerçevelerini aşan, içinde taşıdığı evrenin ölçüsünde büyüktür. ozan, bu dünyaya herkes için ortak bir görüntüye cevap veren, kendi görüş biçimine de uygun, yeni bir görünüm verir. böylece ozana özgü, her insanın içinde acılarını ve umutlarını bulduğu oldukça yoğun ve güçlü bir anlatıdır bu.
şurası açık ki, ancak çevirilerinden, okuyup tanıdığımız nâzım hikmet'in şiirinin kendine özgü akıcılığını kuran şey bize ulaşamıyor. bununla birlikte, çevirinin kusursuz olamayacağına karşılık, dilin verdiği güzellikten bile bu şiir öyle insansı bir güçle yüklüdür ki, etlenip canlanır ve içimizde dokunaklı titreşiminin bütün tazeliğiyle biçimlenir.
nâzım'ı, dünya görüşünü alelâdeden alıp yüksek bir düzeye çıkarmayı bilen bir ozan olarak görür ve ele alırsak şu nokta kesinlikle anlaşılır ki, nâzım bütünüyle yaşama sevgisi üstüne tasarlanmış duygusunun yetkinliği olan bir ozandır ve bu duygu yetkinliğini, şiirine kendini veren coşkuya borçluyuz. kişisel deneyi insanlığın deneyiyle ölçüşür. aydınlık bir geleceğe yönelmiş insanlık, toplumsal bir yöntemin ve yok olmuş bir uygarlığın iflasına bağlanan türk ulusunun bağımının hangi noktada olduğunu anlamak için türkiye'nin tarihsel ve coğrafyasal ayrıntılarını öğrenme gereğini duymuyor. baştan başa türk ulusunun umutlarını soluyarak nâzım hikmet'in şiiri bütün ulusların ortak dileklerinin alabildiğine insansı anlatımını kucaklıyor. bu anlamda, nâzım'ın şiiri günümüz insanının etkisl alanının sahibidir ve tarihsel değerinin gürlüğüyle sürekli bir hakikat değeri kazanır.
her ne kadar yadsınamaz bir özgünlüğü de olsa, nâzım'ın şiiri çağdaş batı şiirinin yapısına yabancı değildir. özellikle de mayakovski ve garcia lorca'nın yapı çizgisindedir.
maykovski'nin devrimci coşkunluğunun dayanağı olarak kullandığı teklifsiz edayı, ve garcia lorca(nın şiirini ispanyol toprağına has bir lutuf gibi besleyen, halktan gelm esini nâzım'ın şiiri söz konusu olunca hatıra getirmek yerinde olur. nâzım'ın şiiri halkın dileklerini herkese açık bir şekle sokmayı başarmakla kalmamış, aynı zamanda yüksek ve çağdeş bir özle türk şiirinin alanını da yenileştirmiştir. bu yeni tükr şiiri dünyayı ve çağımızı yansıtmaktadır. nâzım, çağdaş dünya düzeyinde uulusal ekinin iyice derinine demir atmış geleneklere yer değiştirerek bir yenilik getiricilik yaptı. memleketinin ozanlarıın üstüne yaptığı etki iyice görüldü. hapisanede bile adaletsizlik ve zulümle çarpışan cesareti onu vatandaşlarının gözünde daha da büyüttü. nâzım'ın mmleketinin edebiyatında oynadığı tarihsel rolün bilincine varanlar artık biliyorlar ki, nâzım'ın adı, yığınların karşıdevrimin karanlık kuvvetlerine karşı yapmakta olduğu gürültüsüz ama güçlü savaşla bağlantılıdır.
eğer, 1923 yılında cumhuriyet'in gelişinden sonra, türk dili konuşulduğu gibi şiirde gözüktüyse bunda, bütün gürlüğünü bu akıma veren nâzım'ın rolü vardır. nazmı bunu, okumuşlarla çevrili bir ortamda kendine yer bulmuş içi boş bilgiççe deyimleri şiirden kesinlikle atarak yapmıştır. bazı kez bu devrimci, geleneğin, hem de ortaçağ iran şiirinin kaynağından gelen bu geleneğin en yumuşak başlı sürdürücüsü de olmuştur.
ama bu, özellikle memleketinin folklorunun verdiği kaynakları derin götürererk olmuştur. kaynaklara gündelik birgeçerlik kazandırarak onlaradan bazı anlatım biçimleri aldı. nâzım, yaşamanın tadına da sahip, zulme karşı başkaldırmaya ve adalete yapılan çağrıları içinde taşıyan insanı sıcaklığından yaratılmış şiirin içeriğiyle kaynakları birleştirmeye gelmişti. halk şiiri nâzım'a, mgelerle dolu dilinin öğeleri içinde, özgürlük duygularını alabildiğine geniş biriktirebileceği bir bilinç verdi. halkın gönlü burada yüreğini kandıracak besini, çektiği acıyı ve duyduğu sevinci çıkarır.
nâzım'da dilin görevi, şiirsel imge bir eğretileme ve bir uzakta kalmış terimler yakınlaşmasından çok, şiirsel bir olgudur. şiirlerinde çoğunlukla destansı kişiliğinin çizgilerini çizen budur. denebilir ki, şiiri bir eylem şiiridir ve şiirini dayanaklık eden durumda her yükseklikteki bütün insanların deney payı vardır. karşılıklı bağımlılıkları göz önünde tutulursa nâzım'ın şiirlerinin içeriği ve biçimi teknik yönden olduğu kadar insanın geleceği yönünden de birbirinden ayrılamazlar. bu bakımdan, temel ve biçim sorunlarının artık olmadığı yerde şiirin başladığı ileri sürülebilir. şiirin sağlamlığının da işareti olan ve şimdilerde doğan yeni gerçek, bundan böyle insanlığın etkinsel zenginliği içinde kendini bütünleyebilir ve dünyanın biçim değişimi içinde önemli bir çark gibi hareket edebilir.
nâzım'ın hayatının en güzel yılları hapishanelerde geçti. orada da şiir yazıyordu. bursa hapisanesinin duvarlarının kalın ve sağlam olması onun sesinin duyulmasına ve bize kadar ulaşmasına engel olamadı. özgürlüğe düşkün kimselerin çabası ve büyük ozana karşı türk hükümetinin giriştiği şiddet hareketinin bütün dünyada uyandırdığı hoşnutsuzluk nâzım'ı ağır ağır bırakıldığı ölümden çekip kurtardı. ozanları ortadan kaldırma isteğine karşı çıkma hırsının nereden geldiğini aramaya kalkmak yersizdir. olayların baskısı altında şiirin bir kurtuluş silahı olduğu, ozanların yazdıklarının etkinliğinin en iyi örneği değil midir?
max jacob, benjamin fondane ve pierre unik'den giderek, saint-paul roux ve desnos dan bu yana şiir masumane bir oyun olmaktan çıktı. ama, collioure'da sürgünde ölen bir başka büyük ispanyol ozanı antonio machado'nun dediği gibi, eğer "granadasında" frankocuların garcia lorca'yı öldürüşü ve bu öldürme, ölüler listesini uzatamadıkları için teselli bulamayan faşistlerin suç zincirine başlangıç olduysa bu, işe girişen zekânın da şerefi oldu. işe girişen, nâzım hikmet'in cezaya çarptırılan acılarıydı da. ve gelişmenin büyüyen güçlerinin ışığında, bu şerefi kurtarmayı başarmış olan dünya bilinici için bu öyle pek entipüften bir utku değildir.
ılja ehrenburg
nazım hikmet'in dedesi paşa ve vali idi. torun ise daha genç yaşta komünist oldu ve sonuna dek de öyle kaldı. yirminci parti kongresi'nden sonra, bazıları şaşkınlığa ve hatta kuşkulara kapıldıkları zaman o şöyle demişti: "şimdi herkesin yüreği biraz hafifledi, sanıyorum." bir paris yolculuğundan geri döndüğü zaman da şunları anlatmıştı: "tuhaf insanlar var. suskunluk zamanlarında inançlıydılar; şimdi ise, gerçek söylendiği zaman, sallantıda kaldılar. komünizm bir tutku, bir yaşamdır. böyleleri için ise, dakikalarca süren bir sohbet ya da alışılmış bir hizmettir."
nazım'ın inanmış bir komünist ve büyük bir ozan olduğunu hepimiz biliyoruz. kendisi ile karşılaşanlar, onun son derece iyi yürekli bir insan olduğunu da bilirler. bir kez ona, eluard'ın oradour olayı'nı duyduktan sonraki ilk anlarda, hitlercilerin gerçekten çocukları bir okula doldurup orada yakmış olduklarına inanamadığını, anlattım. bunun üzerine nazım şöyle dedi: "onu anlıyorum. bizde, türkiye de de vahşi insanlar vardır; sık sık korkunç katliamlar olur. fakat birisi çıkıp da, çocukların da birlikte katledildiklerini anlattığı zaman, bunun belki de bir masal ya da en azından bir abartma olduğuna inandım her zaman."
roma da onun eserlerinden iki cilde gözatmıştım. bunlardan birini guttuso, ötekini de nazım'ın arkadaşı paris'te yaşayan türk ressamı abidin resimlendirmişti. abidinle buluştuğumu söyledim ona; nazım'ın gözleri parladı. kendi şiirlerinden söz etmeyi bir yana bıraktı, sadece dostundan sözetmek istiyordu. onun çeşitli ülkelerden sayısız dostu vardı: pablo neruda, aragon, nezval, bronevski, carlo levi, amado; saymakla bitmez hepsi. bir kez bana, eluard üzerine şunları söylemişti: "ilginçtir, onun şiirlerinden bir kaçını okuduğum zaman, diyorum ki, aynı konuda ve tam da bu biçimde yazmayı bende istemiştim gibi geliyor."
şaşılacak bir şeydir ki, hikmet'in ustasının mayakovski olduğu gibi bir görüş yaygnlaşmıştır. onun için mayakovski'nin insana özgü, yürekli bir eylem örneği olduğunu, şiirde ise kendisinin başka bir yol izlemekte olduğunu, hikmet kendisi sık sık söylerdi. kafiyeyi bir yana bırakmıştı ve, aralarında her ne kadar yakınlık varsa da, şiir sanatını müziktn oldukça ayrıldığını, sestn önc uyumun şiir için gerekle olduğunu, söylerdi. halk türkülerini, deyim doğruysa, genişletme çabası, ona çok sade ve açık, kendine özgü bir biçim buldurmuştu. kendi şiirlerini türkçe olarak okurken dinledim onu, şiirlerinin fransızca verusça çevirilerini okudum. bir ozanı tam olarak değerlendirmek için bunlar azdır elbette, ancak bana öyle geliyor ki, kendisini de inandığı gibi, hikmet öncelikle eluard'a yakındır.
yirmi yıllarını sanatına karşı duyduğu sevgi, onun özyapısı ve estetiği ile yakından ilgilidir. o, şiirinde, her türlü edebiyat okuluna bağlı olmaktan kendini kurtarmıştı. buna karşılık, onun tiyatro eserlerinde biraz eski tiyatronun izlerivardır; bu eserlere artık ölmüş olan bir tiyatronun sanat unsurlarından yararlanır. o, resmi çok severdi ve bu sanatın, iç dünyayı yansıtıcı bir sanat olması bakımından, en güç sanat dallarından biri olduğunu, "cezanne'ın elmalarının tadı" bilmecesini çözmenini kolay olmadığını söylerdi. bunu başarmak için, zengin bir resim kültürüne sahip olmak gerekliydi, ona göre. yirmi yıllarının başkaldırıcılarından olan o, elli yılarında, fırçayı akademik kullanma biçimine sırt çevirme eğilimi gösteren her sovyet resimcisini bütün gücüyle savunma eğilimi taşırdı.
roma'da karşılaştık onunla; onun şiirlerini okuyacağı bir akşama gitmiştim. sanattan kolay anlaşılırlık beklemenin yersiz olduğunu anlattı uzun uzun. kimi zaman onunu şiirlerini herkesin anlayabileceğini, bunlardan birinin ötekilerden üstün sayılmasına her zaman karşı çıkacağını anlattı. "bütün güllerin bakımı, bir gülyağı fabrikasınını müdürüne bırakılamaz. her yıl yeni gül çeşitleri yetiştirilir; yalnızca gülyağı çikarmak değildir amaç; güllerin rengi ve kokusu da olduğunu unutmamak gerek. bazıları için ise, gül demek, büyük bir bütçede küçük bir rakam demektir." bunları anlatırken, birden bir çiçekçinin önünde durdu ve: "şu güllere bakın bir kez" dedi.
umutsuzluğun bir mahkumu nasıl kolaylıkla pençesine alabileceğini bilirim. oysa nazım hikmet, zindan parmaklıkları arkasında on üç yılını umutla başbaşa geçirdi. "insan manzaraları "nı hapiste yazdı; türk halkının yazgı tarihi, türkiye'de ki yöneticileri korkutmuş, ve hâlâ da korkutmakta olan, insancıl dizelerdi bunlar. nazım iki kez açlık grevine yattı. zincirler altında bile, insan onuru için savaşımını sürdürüyordu.
dış görünüşü bakımından, bir türk'ten çok kuzeyli bir insana benzerdi; uzun boylu, yapılıydı; açık renk saçları, mavi gözleri vardı. her yerde özgür his- sederdi kendini: moskova'da ve roma'da, varşova'da olduğu kadar paris'te de . ancak, türkiye'ye hasretti her zaman. evindeki divanı türk kumaşı ile kaplamıştı.bir kez "baku" lokantasına gittik birlikte: "buranın yemekleri biraz bizimkine benziyor" dedi. dünya barış konseyi'nin bir toplantısında bir türk'le karşılaşsa, ondan koparmak mümkün olmazdı onu. bir kez bana şöyle demişti: "şiirlerimin izlandaca çevirisini gönderdiler bana. hayret!... ve türkiye'de basmıyorlar. ve bassalar bile, kendileri için yazdıklarımın çoğu yine de okuyamayacaklar bunları; çünkü okuma yazma bilmiyorlar"."vasiyet" adlı şiirinde şöyle diyor:
"yoldaşlar, nasib olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
hasan beyin vurdurduğu
ırgat osman yatsın bir yanımda
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani"
1952 yılında, tedirginlik içinde, hepimiz birbirimize soruyorduk: "nazım'ın sağlığı nasıl? " kendisi daha sonra şöyle yazdı:"paramparça bir yürekle, dört ay sırtüstü yatıp ölümü bekledim." ağır bir infarktüs geçirmişti. kurtarmışlarıd onu, ancak o zamandan beri ölümle kapıkomşu yaşadı. daça'da benim yanımdayken, neşeli neşeli bir şeyler anlatıyordu. birden yüzünü iri kar taneleri kapladı. şiirlerinde sık sık ölüm düşüncesine dönerdi:
"yağmurun altında yürüyordu bahar incecik yeşil ayaklarıyla
moskova asfaltında
lâstiğe motora kumaşa deriye taşa sıkışıktı
kardiogıramım çok bozuk çıktı bu sabah"
"bizim avludan mı kalkacak cenazem?
nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
asansöre sığmaz tabut,
merdivenlerse daracık."
"bir yandan şiir döktür birbirinden aydınlık
bir yandan yanındaki ölümle sohbet eyle."
altmışıncı doğum gününü kutlamak üzere yazarlar için bir akşam düzenlenmişti, yazarlar evi'nde; ve okuyucular için de, politeknik müzesi'nde ikinci bir akşam düzenlenmişti. bu ikinci akşamı ben yönetiyordum.salon tıka basa doluydu, her yanda insanlar, geçitlere, yerlere oturmuşlardı. bütün gözlerde nazım'a duyulan sevgi parıldıyordu. yavaşça sordum ona:"yorgun musun?" suçluymuş bilinci içinde cevap verdi: "biraz...fakat çok mutluyum."
yaşamı, kavgayı ve çocukları, şiiri ve kuşları, tutkuyla severdi.ölümünden kısa bir süre önce şöyle yazıyordu:
"dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullubir balon gibi verelim oynasınlar"
sevinçliydi, seviyordu, çok ıraklardaki tanganika'ya uçmuştu, orada şiirler halinde mektuplar yazdı, kara afrika üzerine, yıldızlar üzerine, savaş üzerine, sevgisi üzerine.
1962 yılında sevgilisine şiirler yazdı:
"ölüm düşüncesinden soyundum
giyindim haziran yapraklarıı bulvarların"
tam bir yıl sonra öldü: ilkyazın bir erken sabahında. uyanmış, gazeteleri almak için sofaya geçmişti ve geri dönmedi. oraya oturmuş ve ölmüştü.
işte tabutun içinde yatıyor, iyi yürekli ve güzel. yaşlı bir kadın içini çekerek yanındaki küçük kıza: "kalptenmiş" diyor. gençliğimde infarktüse böyle derlerdi. bizler ise tabutun başında duruyorduk ve şu küçük, korkunç duyguyu duydukça hepimizin yüreği duracak gibi oluyordu: nazım artık yok.
angel miguel asturias
büyük türk şairi nazım hikmet'in kişiliği latin amerika'da büyük bir heyecan yaratmıştır. onun türkiye'nin kurtuluşu için savaşımı, bizim şair ve yazarlarımızın latin amerika'nın kurtuluş için verdikleri savaşımla aynıydı. çok değişik, birbirinden çok uzak dillerde, nazımhikmet ve bizim yazınımız aynı insanca özlemde ve şiiri gerçek sorunlarından kaçma aracı olarakgörmeyi reddetmede birleşiyordu.
bu anma gününde, latin amerika'nın bulunmaması olmazdı. benim sesim ve büyük türk şairine hayranlıkla katılışım onun imgesini, hem insanı hem de halkları esirleştiren kör güçlere karşı bitmeyen, yorulmak bilmez kavgada nazım'ın taşımış olduğu ve taşıdığı anlamı yerine oturtmaya yarayacak.
pek çok kez, ispanyolca konuşulan bir ülkede, nazım hikmet'in tutsak edilmesine karşı imzalar toplandı. pek çok protestolar, imzalar... onu yalnızca kavga, protesto şiirleriyletanıyorduk ve bu bize yetiyordu. dünyanın bir yerinde, sanki aramızdaymış gibi hep aynı barbarlarla, her zaman aynı barbarlarla çatışan, şiire tutkun bir insanın varlığı, bize yetiyordu.
bütün bunları ona, paris'te birlikte geçirdiğimiz sonyılbaşında sözle söylemek fırsatını buldum. şiiri unutulmaz bir şiirse, uzun tutsaklık ve sürgünlük yıllarınınh iç bozamadığı şahsı da unutulmazdır; çünkü nazım çıngırak sesleri gibi neşeliydi. onu daha önce, moskova'da barış konusuna uygulanmış aritofan temi üstüne düzenlediği "kadınların isyanı" adlı tiyatro yapıtı sırasında tanımıştım.
biçimden daha çok esasla ilgileniyor, şiirini azar azar kabuklarından sıyırıyordu. sevdiği insanların; türk halkı, tüm dünya halkının kendisine kulak vermesi için şiirini aydınlık ve içten konuşma'ya uyarlıyordu. aslında böylece de evrenselleşiyordu.
şairi savaşçıdan ayırmamız olanaksız. şiiri, barış savaşçısının siperden seslenen sesi gibi söylenecek, haykırılacak, ezgilenecekti.
işte nazım hikmet buydu.
pablo neruda
güz çiçeklerinden nazım'a çelenk
niçin öldün nazım?
ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülmüsem olsun?
seninki gibi at eşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?
kardeşim,
öyle yeni duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya uzak toprağa düşerler.
al sana bir demet şili kasımpatlarından,
al güneş denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi döğüşümü
ve yurdumun kederli davullarınnı boğuk gürlütüsün
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen
yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, sussuzluğumu gideren, kanıma
güç veren dostluğundan yoksun.
hapisten çıkıtğında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı k uyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.
ne yapayım ben şimdi?
tasarlanabilir mi dünya
her yana ektiğin çiçekler olmadan?
nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
senin halk zekânı, ozanlık gücünü duymadan?
böyle olgun için teşekkürler,
teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.