Türkiye'nin, isterseniz onlarca örnek verebilirim; Osmanlı'nın da, onun öncesinde Selçuklu'nun da Dünya'ya entegre olamaması, çağdışı kalması, gelişememesi, ekonomi sosyal her alanda yaşadığı çöküşün tek bir nedeni vardır...
Ne olduğunu pat diye söylemeyeyim de bazı süper zekâlılar ne dediğimizi anlasın.
Örnek: Osmanlı'da ıslahat-yenilik hareketleri, çıkan ıslahat fermanları, yeniden yapılanmalar yüzünden ayaklanma isyanlar ile kafası kesilen vezirler, sadrazamlar, komutanlar, idareciler, boğulan öldürülen padişah şehzadeler...
Günümüzde ise Türkiye'de görevinden edilen, görevden alınan, görev verilmeyen yetişmiş ehil insanlar...
Tüm bunlar basit bir iktidar savaşı değildir.
Bu iktidar savaşında çöken yozlaşan toplum devlet yapısı demek basitliktir.
Aslında Osmanlı'da da Türkiye Cumhuriyeti'nde de olan aynıdır. Sadece bu iktidar halk Savaşı'nda aktörlerin konumu değişti.
Örn: Osmanlı'da iktidar yaşanılan çöküşün farkındaydı. Halk ise yaşanılan çöküşün farkında değildi. Yok oluşa giden yolda halk gününü düşünüyordu. Hiç bir zaman bu yenilik hareketleri içinde talep eden ve içinde olan, yön veren itici güç halk olmadı. Bunun için yapılan her yenilik dünya'ya entegrasyon çabaları sonuçsuz kaldı.
Osmanlı'da halk idarenin belirlenmesinde rol oynamadı.
Cumhuriyet ile halk idarede yön veren idareyi tayin eden güç olunca yenilikçi karşıtlığı iktidar oldu.
Selçuklu Osmanlı Türkiye Cumhuriyeti döneminde bu topraklarda cehalet hep kazandı.
Avrupa yuvarlak hesap 350-400 yıl süren bir mücadele ile toplumun teba, kişinin kul olduğu yapıyı yıktı.
Din, krallık, soyluluk zincirinin son halkası olan ideoloji (faşizm) halkasını Avrupa'da halk, ispanya'da 1973 de el caudillo (franco) rejimini yıkarak yok etti.
Evet, Avrupa kıtasında en son din krallık soyluluk ideoloji zinciri 1973 de parçalandı (italya da Mussolini, Almanya'da hitler diyen de olabilir) daha dün Avrupa toplumun eşit vatandaş, kişinin birey olduğunu yaşadı.
Hâlâ Avrupa Vatikan da din, ingiltere'de Hollanda vb yerde krallık ile genetik sömürge kültürü yansıması olan faşizm tehditleri içinde ama halk 350-400 yıl süren kanlı geçmişinin kazanımlarını koruyor.
Avrupa (hristiyan) ile Anadolu (islâm) açısından coğrafya-insan bazında konuya yaklaşırsak idare sosyal yapı ile ahlâk, sorumluluk vb kriterlerde yaşamı insanı belirleyen tanımlayan düzenleyen en büyük etken din olmuştur.
Kimlik ideoloji rejim ise bu din yapısının üzerine bina edilmiştir.
Hristiyan ve islâm açısından inanış farklılıkları (mezhep tarikat cemaat) olmuş ve olacaktır da, bunlar yaşanacak, normaldir.
hristiyan inanış farklılıkları tartışmaları genelde hep teolojik yapıda olmuştur.
Yaratıcı tasviri ve insanın yaratıcı tasarrufunda yaşanılan ayrılıklar dinin yorumu olarak teoloji açısından yaşanmıştır. Bunun için Avrupa kültürünün biliminin gelişmesinde mihenk taşları diyeceğimiz çoğu insanın aldığı eğitimin alt yapısı din eğitimidir.
Oysa islâm açısından dinin yorum farklılıklarının çıkış noktası teolojik değil de ideolojik olmuştur. ideoloji ve din aslında birebir aynı tutucu kalıplar barındıran insan aklınının hapishanesi olarak tarih içinde örnekler sergilemiş olsa da ideoloji akıl için daha da yıkıcı etki yaratır, hele ki din ile etkileşimde bulunup reaksiyon gösterirse...
Örn: harre vak'ası ve Kerbela. Bir inceleyin, öldürülen peygamber torunları, tecavüz edilen sahabeler, yıkılan yakılan Mekke Kabe, tecavüz edilen sahabe kadınlardan doğan çocuklara Evlâdü’l-Harre denmiş vb nice rezaletleri bir inceleyin.
Dün bunlar yaşandı bugün de yaşanıyor.
Allah'u ağbar diye bağırarak kafa kesenler ve kelime-i şehadet getiren kafası kesilenler, din adına yaşananlar.
Böyle coğrafyada gelişmek...
Binlerce yıldır devam eden cehalet içinde tartışmak...
(bkz: kemalizm) denen yıkık ideolojidir. bunların ülkeye bi çivi çaktığı olmadığı gibi ak partinin yaptığı yerleri yeniden açar biz yaptık derler böyle yüzsüz kişilerdir. inanmayan ibb ye baksın görsün.
medeniyet dediğimiz veya gelişme dediğimiz, örnek göstereceğimiz toplumlarına bir bakın.
bu toplumlar tarihsel süreç içinde bu seviyeye gelmek için yaşadığı acıları göz önüne alın.
örn: kadının incil okuması bile yasak olduğu, kadının sosyal hayat içinde bir hiç olduğu, kadına değer veren ve değerli kılan tek şeyin taşıdığı kan-asalet-aile bağı olup (bu durumda bile) kocası ölünce ne miras ne makam ne mevkisi kalmadığını göz önüne alırsak...
sıradan kadının durumunu siz hesap ediniz.
avrupa'nın kadın hakları açısından bu duruma gelmesinde çektiği acıları düşünürsek; türkiye, bu topraklarda kadınlar haklarını altın tepside hiç bir mücadele etmeden kazandı.
oysa avrupa tarihinde cadılık gerekçesiyle, kafirlik gerekçesiyle, en büyük günahın kaynağı (adem'in cennetten kovulmasında ve dünya'da erkekleri tanrı yolundan alıkoyması vb gerekçelerle) kadınlar diri diri yakıldı. yetmedi, kediler bile yok edildi (farelerin neden olduğu veba salgını vs değinmeye gerek yok) kadının sesi bile haram kılındı ki bu durum misogyny olarak ingilizce de literatüre girmesinde engisizyon-kilise etkisi tartışılmaz.
kilise papalık karşısında çaresiz kalan krallar (örn: ingiltere kralı) evlilik için bile karar verirken istediği kadın ile evlenemiyor kilise papalık onayını alıyordu. bunun için teolojik açıdan dinde tartışmalar bölünmeler kaçınılmaz olup ülkeler mezhep değişikliği sürecinde kanlı süreçlere maruz kalıyordu.
krallar bu halde iken sıradan kadın ne durumda olurdu siz hesap edin.
avrupa kadın hakları açısından geldiği durumun altında diri diri yakılan kadınların külleri bulunur.
oysa ülkemizde kadınlar haklarını altın tepside onlara sunulmuş buldu.
avrupa'da yönetici idareci dine karşı, halk desteği ile bu haklar kazanıldı.
türkiye'de halka ve dine karşı, yönetici idareci desteği ile bu haklar verildi, dikkat ediniz kazanılmadı.
bunun için birileri çıkıp 1000 yıl önce ki sistemi, çok eşlilik ikinci eş olma ikinci sınıf insan olma hakkını ekranlarda meydanlarda savunur.
bu açıdan bakarsanız, türkiye'de her şeyi devletten bekleyen ve kadın hakları örneğinde olduğu gibi emek uğraş olmadan kazanılan bir hak için daha da geliştirilmesi için mücadele uğraş olur mu?
edinilen hakların kıymeti bilinir mi?
bu durumu ister bilime, ister teknolojiye, ister felsefeye uyarlayın.
bu topraklarda idareciler hep halka karşı gelişmeyi yeniliği getirmeye çalıştı.
demokrasi ile halk iktidar olduğuna göre ve kendisini temsil eden kişileri seçtiğine göre...
oturup fazla teknik (felsefe tarih) terimler kullanmadan, neden bu ülke gelişemez diye ilkokul çocuğunun anlayacağı seviyede nasıl açıklarım diye kafa patlat.
kalite, arz talep dengesinin yansıması olarak ortaya çıkar.
örnek olarak hıyar yetiştiren bir çiftçi.
bu hıyarı alan insan kalite talep etmezse üreticinin ortaya koyduğu ürününde kalite öncelik olamaz.
bunu aile çevre toplum halk devlet açısından düşünün.
bu devletin bireyi olarak bizler kaliteyi talep etmezsek, bizi yönetenlerin ve geleceğimizi belirleyen insanların önceliği kalite olamaz.
imparatorluklar devletler halklar kültürler egemenliğini ve varlığını kalitesini aynı zamanda çöküp yok olmasını coğrafyası değil, coğrafyasında ki halk belirlemiştir.
coğrafya kader değildir ki bu sözü söyleyen insan ya cahil ya da yetersiz olmalı.
eğer coğrafya kader olsaydı, tarih boyunca medeniyetin beşiği olan coğrafyada ki ülkeler şimdi açlık yokluk sefalet cehalet ölüm içinde olup ülkesini insanlar ölüm pahasına terk etmezdi.
türkiye tarihinde darbeler ve darbe girişimi, sağ-sol ve alevi-sünni gibi yapay çatışmalar, terör ve göçmen sorunları vs. saymakla bitmez... Gelişmemiz için avantajımıza olan olguları konuşalım mesela, en azından daha kısa sürer...
taş kaya toprak deniz dere ağaç çiçek böcek hayvan olan yer mi?
etrafı sınırla çevrili bir yaşam alanı mı?
ideoloji, din, kimlik tasviri olan bir tema işlenmiş bez parçası ile temsil edilen kara parçası mı?
belli bir sosyal mutabakat yapılmış ve adına anayasa hukuk denilen ilkeler ile yönetilen bir bölge mi?
inanın bunların hiç bir anlamı yoktur.
eğer ülke yurt denen şeyin anlamı olsaydı orta asya'da göktürk uygur, hindistan'da babür, afrika'da memlük, orta doğu'da selçuk, anadolu'da osmanlı, avrupa'da hun vb 3 kıtada onlarca devlet, onlarca bayrak türk tarihinde olmazdı.
yurt kutsal olsaydı türkler-türk kültürü orta asya'dan 3 kıtaya yayılmaz, orta asya da lokal olarak kalırdı.
cumhurbaşkanlığı forsunda olan yıldızlar süs için konmadı.
ya da size espri malzemesi olan, cumhurbaşkanlığı makamında kurulan türk devletlerini temsil eden, cumhurbaşkanlığı muhafız alayından askerler bu devletlerin kültürlerini hükümranlığını temsilen üzerine giydiği formalar ile poz verdiğinde birileri "bu hangi devlet-beyliği temsil ediyor? duşakabinoğulları eheeheehe" diye kaftanı bornoza benzetmesinde unuttuğu asıl gerçek; 3 kıtada onlarca devlet kurmuş türk halkıdır.
evet, onlarca devlet kurduk ve onlarca da devlet yıktık.
ingiliz deyişi (ingilizler, hindistan'ı hintlilerden, mısır'ı da araplardan alıp sömürge yapmadı. türklerden alarak yaptılar) olan "iki yahudi bir araya gelince şirket kurar, iki türk bir araya gelince devlet kurar" gerçeğinde eksik olan "bir türk cihana bedeldir, iki türk bir birine eceldir" gerçeğidir.
neyse ki elimizde sadece bir türkiye cumhuriyeti ile kuzey kıbrıs türk cumhuriyeti ile bir kaç orta asya cumhuriyetleri kaldı da bir birimize ecel olacak kapasitemiz yok.
diyeceğim; ülke değil, insanlar önemlidir.
insan faktörünü düşünmeden ilk önce insana yatırım yapıp insanı geliştirmeden ne bilim ne din ne hukuk ne devlet ne vatan olur.
kutsal olan insandır.
bir toprak parçasını yurt yapan insandır.
o toprağı kutsal yapan insandır.
o vatanı ülkeyi gelişmiş refah seviyesi yüksek ülke yapan da insandır.
bayrağını değerli kılan da insandır.
dört duvar örüp bina yapıp ezan okuyan cami yapan da insandır, kilise yapıp çan çalan da insandır.
yanlış olguları yanlış argümanlarla tartışıyoruz ve sorunun kaynağını çare olarak görüyoruz.