güzel yaz gecesini, akşamdan beri oturduğumuz ziyafet sofrasında karşılamıştık.
ay denizin üstünde tüm parlaklığı ile kendisini kıskanan binlerce yıldızı kendi
ışığının karanlığına mahkum etmiş olsa da hemen güneyde dağların tepesinde
binlercesi halen bize göz kırpıyordu. biz yıldızlar kadar kalabalık değildik ama
modern zamanların emrine uyan pek çok insan gibi yalnız da değildik. ben ve
ailem hiç bir zaman yalnız kalmamıştık.
soframa baktım. benim soframa, kendi aileme. nebahat hanım. senin yanımda
olmadığın bir dünya nasıl bir yer olurdu hiç bir zaman merak etmedim. sensiz
herhangi bir hayatı hiç düşlemedim. bu yeni filmlerde bulabileceğiniz ve
sinemadan çıktıktan bir iki gün sonra unutacağınız bir aşk hikayesi değil. o ve
ben hiç bir hikayenin konusu olamayacak sıradanlıkla görücü usulü evlenmiştik.
annem ki şimdi hemen yanımda oturduğu yerde uyuklayan yaşlı melek tıpkı daha
önce birilerinin kendisini babam için beğenmiş olduğu gibi onu benim için
beğenmişti. yüzüklerimizi cami imamının yaptığı nikahtan hemen sonra taksak
da belediye nikahından önce onun tenine hiç dokunmadım. bu yüzükler bir daha
hiç çıkmadı parmaklarımızdan. sıradan altın alyanslar mı? hayır değiller. eğer siz
de bir yüzüğü benim kadar uzun süre takarsanız inceldiğini ve zamanla
parmağınızla bir bütün olduğunu görürsünüz. şimdi bu yüzükleri
parmaklarımızdan çıkarıp binlerce benzerinin arasına atsanız bile değil görerek
dokunarak bile bulabilirim. insan kendi elini pek bilmez belki ama bir başka eli
benim kadar uzun süre tutarsanız onun her kıvrımını her bir çizgisini ve her
bir parmağının boyunu ezberlersiniz. buna son yıllarda iyice beliren kahverengi
lekeler dahil.
evet nebahat ile benim evliliğim ve tüm bu serüven boyunca yaşadıklarımızı hiç
bir filmde bulamazsınız çünkü hiç bir film 43 yıl sürmez. aşk dediğiniz şeyin ne
olduğunu tam olarak bilemem ama eğer bu bir kadına şiir yazmak ise ben
nebahat için hiç şiir yazmadım. bu ona hiç aşık olmadığım anlamına gelir mi?
ben işten her çıkışımda eve hızlı adımlarla dönerim. bu onunla geçirdiğimiz
zamanı bazen sadece beş on dakika arttırır. ama bunu çalıştığım 35 yıl ve her iş
günü için düşündüğünüzde onunla fazladan geçirdiğim bir kaç yıl hesabı ortaya
çıkar ki çocuklarımın ilk ikisi bu yılların mahsülü.
tam dört evlad verdi bana. her birinin ne zaman onun rahmine düştüğünü bile
bildiğim dört melek. allahıma şükürler olsun ki ben hiç evlad acısı görmedim.
belki de bir oğlum olsa belki de askerde. allah korusun iki erkek torunum var.
iki damadım da iyi çocuk. her ikisini de pek sevmem. meleklerimi benden çalan
iki yabancı. neden sevmem gerekiyor? bu dünyada benden başka kim kızlarıma
daha iyi bakabilir ki. hiç kimse. ne zaman sabahlamışlar hemen
yanıbaşlarında ateşleri çıktığında. hangi gece kalkıp kontrol etmişler nefes alıyorlar mı?
ne zaman ağlamışlar onlar için? mesala doktor;
-apandisiti şişmiş, ameliyat lazım
dese dizleri boşalır da nefes nefese kalırlar mı?
bu dünyada en büyük mutluluğun çocuk sahibi olmak olduğunu sananlar vardır.
ben de eskiden öyleydim. ilk torunumun kulağına ezan okuduğumda anladım ki o
nun mucizeleri hiç bitmiyor. bu uzun ve mutlu hayatı bana hediye eden allah'ım
sanki bana;
- dur bakalım rasim daha iyisi var.
der gibiydi. bunu size anlatmam çok zor. o bebeği kucağınıza aldığınızda artık
biliyorsunuz ki bu dünyaya sadece bu mutlu anı yaşamak için gelmiş olsanız bile
buna değer.
-annem uyudu kaldı rasim.
-efendim?
-çocuklar da uyudu hadi çıkalım artık yukarıya.
bu yazlığı emekli olduktan bir kaç yıl sonra almıştık. benim gibi çok da para
kazanamayan insanlar için yapılan bu siteleri her kim yapmışsa allah onlardan
razı olsun. feribotla istanbula bir saat olması da cabası. böylece hem kızlarım
hem de torunlarım haftasonu bize gelebiliyorlar. evet deniz çok temiz değil ama
torunlar buradaki arkadaşları ile hemen biraz ilerde ki havuzda saatlerce
oynayabiliyorlar. hem böyle toplandığımız geceler sahildeki bu kamelyelerde
kocaman masalar kurabiliyor ve gece geç saatlere kadar da sofra başında oturup
sohbet edebiliyorduk. evet her kim düşünmüşse bunu allah onlardan razı olsun.
evim küçük. ama sitenin en iyi apartmanında yani denize en yakın olanı. ikinci
kat hem giriş değil hem de çok merdiven çıkmadan eve girmemiz de... bu evi
almakla ne iyi etmişim.
kızlar, nebahat, ben ve annem sofrada ki herşeyi tek seferde yukarı taşıdık.
torunları taşımak damatlara kaldı. yaz ayının bir güzelliği de o küçük evde on bir
kişi rahatlıkla uyuyabiliyor olmamız. torunlar bizimle aynı yatağa geldimi işlem
tamam. gece saat neredeyse üç. torunlar zaten uyuya kaldılar, ben ise
daha ayaklarımı yeni uzattım ki;
-mangalı söndürdün mü?
-sönmüştür.
-su dökseydin.
-hanım mangala su dökülmez.
-geçen necatiye laf ediyordun mangalı yanık bırakmışlarda kamelyenin direği
kavrulmuş diye.
-yahu şimdi bir daha mı ineyim aşağıya.
-e o zaman sen de başkalarına laf etme sonra.
yalan değil. ben de sevmem başka insanlarla paylaşılan alanlarda
kuralları çiğnemeyi. nasıl da unuttum. şimdi desem ki hanım seni ve bana hediye
ettiğin bu mükemmel hayatı düşünüyordum diye bir şey değişmeyecek. gene de
inmem ve o mangalı söndürmem lazım.
aşağı indim. mangalın başına kadar gittim.evet sönmüştü. külleri ise birden
havalandı.
ay neden durmuyorsun olduğun yerde. neden titriyorsun. yıldızlar neden
dökülüyorsunuz başıma. yer neden kükrüyorsun. ben neden eve koşamıyorum.
neden düşüp duruyorum. evim neden yerin dibine doğru batıyor. insanlar neden
bağırıyor. allah'ım cehennem neden böyle amansızca yeryüzüne indi. gözlerim
görmesin artık. allahım ne olur bitsin bu azabın.
yüzümde bir pike örtülmüş olarak uyandım. önce gördüklerimi kabus sandım ama
bu kısa sürdü. pike nefes almamı engelliyor üstünde yattığım çakıl taşları her
yerime batıyordu. üstümdeki örtünün hemen üstünde güneş tüm sıcaklığı ile
yakıyordu beni. kesinlikle evimde yatağımda ve yanıbaşımda nebahat ve torunlar
olduğu halde uyuyor olamazdım.
pikeyi yüzümden çektim. olduğum yerde doğruldum. doğrulmaz olaydım.
cehennemi gören gözlerimi kapattığımda bayılmışım. herkes gibi beni de öldü
zannetmişler.
ayağa kalktım. hiç kimse normalde bir ölünün canlanmasına vereceği tepkiyi
veremedi bana. mahşerde herkes kendi derdindeydi. artık ne olduğunu
biliyordum. yıkıntılara doğru gittim. onu bulmak için. dışarıda sıra sıra dizilmiş
vucutlara bir baktım. hepsinin üstü örtülü idi ama hiçbiri o değil di. onu tanırdım.
üstü bir bezle değil toprakla bile örtülü olsa onun tanırdım. eskiden daha beş
altı saat önce evimin olduğu yıkıntılara çıktım. ilk tahmin ettiğim yeri eşeledim.
çok da değil bir kaç tuğla ve tozdan sonra ona ulaştım. onun o güzel eline.
yüzüğümü çıkardım. onun eline bıraktım ve sımsıkı kapadım. parmaklarından
öptüm. ona söz verdim. hemen yanınıza geliyorum.
beni bu depremden kurtaran mangalın yanından geçerken bir kez daha baktım
emin olmak için. evet sönmüştü. artık denize doğru yürüme zamanı.
yaratan, bana verdiğin her şeyi bir kaç dakikada benden alan yaratan. bize
bildirdiğin en büyük günah neydi ? intihar mı. işte senin güneşinin altında, senin
denizine yürüyorum. bana bu yaşadığımdan daha büyük ne gibi bir azab
verebilirsin ki ateşten cehenneminde.
-rasim amcaaa!!
kimin sesi ki bu?
-rasim amca senin küçük kızı çıkardılar iki saat önce, yaşıyor. hastaneye
götürdüler.
yüzüğümü geri almak için döndüm. o'na kızım iyileştiğinde geleceğim demek için.