Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde.
Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa.
Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde.
Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa.
Bil ki seni düşünüyorum.
Gecelerden bir gece uyanırsan apansız.
Uzaklarda elemli garip bir kuş öterse.
Bir ceylan ağlıyorsa dağlarda yapayalnız.
Ve bir gün kabrimde bir sarı çiçek biterse.
Bil ki seni seviyorum.
ölüm bir hatıra gibidir insanda;
kâh hatırlanır, kâh unutulur.
fakat bir gün, bir gün nihayet
gözle görülür elle tutulur…
şimdi taştan çıkardığım ekmekle,
çorba içmekteyiz sıcak sıcak.
fakat yarın kim diyebilir ki turgut,
hatıra olmayacak?..
unutmak istiyorum zaman zaman,
ne yapsam, ne etsem olmuyor,
kabulleniyorum,
kabulleniyorum da -gelgelelim-
içim içimi yiyor…
nasıl ki, unutamaz insan
bir kez gerçekten sevdi mi...
senin anlayacağın elâ gözlüm şimdiden
alıştırıyorum kendimi…
işte ben hep böyle garip mahzun,
bir şey beklermişçesine yaşıyorum.
bazen öyle günlerim oluyor ki, elâ gözlüm,
ne oldu, nasıl bitti şaşıyorum..
bazı bilmem, gün nasıl başladığında,
kayıp kayıp gidiyor dünya bıkkın bakışlarımdan.
yaşıyorum, yaşıyorum da bitmiyor,
bir tutam sakız oluyor ağzımda zaman..
yaşamak ne kadar çekilmez gelse de ara sıra.
bu görmek, bu sevmek, bu aziz sıcaklık tende.
bu bir nimet, bu bir nimet, bu elâ gözlüm,
bu yaşamak bir şiir; harikulâde.
sen ki, saçından tırnağına kadar
bir hürriyete bedelsin,
bu ılık saçlar, bu gözler; fakat her şeyden önce
yaşadığın için güzelsin..
işte böyle yeşil bulutlar misali senelerce,
oradan oraya elinde kaderin.
kimbilir kaç kere üstünden geçtim,
şarkılar söyledim karşısında
bir gün bana mezar olacak yerin...
gerçi şimdi çağımız değilse de elâ gözlüm,
bu bir kötü tecelli ki, nasıl diyeyim.
bir gün bir kara gölge görürsen gözlerimde
akşamsa beni uyut...
bir nefis sabahsa eğer, ölümü
ellerin ellerimde bekleyeyim...
Dostlarım, toplanın öldüğüm zaman;
Riyayı, o günluk bir yana atın!
Tutunuz tabutumun bir kenarından;
Bir derin çukura beni fırlatın!
Kalınca büsbütün sizden uzakta,
Vücudum çürürken kara toprakta,
Uzanın rahatça sıcak yatakta
Yaşamak gururu içinde yatın!
Yüzyüze getirmez bizi asırlar,
Meydana vurulsun saklanan sırlar
Sayılsın şahsıma ait kusurlar.
Korkmayın içine yalan da katın!
Anlayım: Kimlermiş dost sandıklarım;
Muhabbetlerini kıskandıklarım?
Anlayım: Ne boşmuş inadıklarım;
Şu yalan hayatı bana anlatın!
Dostlarım, anmayın artık adımı!
Siliniz gönülden eski yadımı!
Kırınız, sonuncu itimadımı:
Ölünce bir daha beni aldatın!
2. Tabut şiiridir.
Tahtadan yapılmış bir uzun kutu;
Baş tarafı geniş, ayak ucu dar.
Çakanlar bilir ki, bu boş tabutu,
Yarın kendileri dolduracaklar.
Her yandan küçülen bir oda gibi,
Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.
Sanki bir taş bebek kutuda gibi,
Hayalim, içinde uzanmış kalmış.
Cılız vücuduma tam görünse de,
içim, bu dar yere sığılmaz diyor.
Geride kalanlar hep dövünse de,
insan birer birer yine giriyor.
Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?
neylersin ölüm herkesin başında.
uyudun uyanamadın olacak.
kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
bir namazlık saltanatın olacak,
taht misali o musalla taşında.
ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben
ben öyle her insandan, o kadar uzağım ben
yine bu gözlerimdir okşanacak şey arar
yoksa içimde başka bir dünya hasreti var
uyanır gibi birden bir korkulu rüyadan
o içimden sevdiğim, benim olan dünyadan
bir ses bana: 'gel! ' dese, ben o sesi işitsem
kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem.
hele ulaş'a ulaş'a
ulaş benziyor güneşe
ulaş kardaş can verirken
görenlerin aklı şaşa
ulaş canım, ulaş gülüm
sana yakışmıyor ölüm
sana demedim mi kardeş
düşman hayin, düşman zalim
ulaş benim gülüm güzel
insanlığım yolum güzel
kardeş sen öldükten sonra
vallah billah ölüm güzel
döğünürüm yana yana
haber gelmedi mi sana
yüreğindeki kırk kurşun
ağır gelmiyor mu sana
şu boğazın günden yanı
gitti gelmez ulaş hani
bu dünya güzel olacak
bu insan güzel olacak
ulaş kardeş koç yiğidim
görmeyecek güzel günü
dağlar, taşlar geldi dile
bu dünya kalır mı böyle
öcümüz yerde kalamaz
sinan'ıma selam söyle
kadir'ime selam söyle
sinan, kadir, hüseyin'im
soylu dağım, yüce kinim
ulaş selam et dostlara
bizi durduramaz ölüm
bu zalim günler geçecek
düşmanlar ağu içecek
bundan sonra yeryüzünde
çiçekler ulaş açacak
çiçekler kadir açacak
çiçekler ilkay açacak
bundan sonra yeryüzünde
çiçekler dostluk açacak
geberaller geberaller
kızıl kanda kanlı eller
sizi de yeneriz bir gün
bize türk milleti derler
hele ulaş'a ulaş'a
ulaş benziyor güneşe
ancak sen ölürsün böyle
böyle yiğit biz ölürüz
düşmanların aklı şaşa
ulaş benziyor güneşe
bundan sonra yeryüzünde
çiçekler hep ulaş aça
en güzel mi bilemem ancak baya güzel bir sezai karakoç şiiridir.
Anlatacaktım ölümlerini bir sonbahar eşliğinde
Bir kış güneşliğinde
Fakat baktım bu ölüm değil diriliştir
Tabiatı aşan bir bildiriştir
Ne güz ne sarı renk bu göçü anlatır
Bu kan rengi bu kıpkızıl öçü anlatır
Görünüşte kırmızı gerçekte yeşil
Görünüşte öç hakikatte değil
Faninin sonsuzla barışması
Affın mağfiretle yarışması
Yaprağın düşüşü değil bu toprağa
Bir yıldırım çarpışıdır dağa
Sonbahar değil ilkbahardır
Ölümden sonra ölümsüz hayat vardır
Bulutlar açılır güneş çıkar
Yağmur taneleri inci tanelerine dönüşür
Deniz çalkanır saçar ortaya hazinesini
Anladım onlar ölmediler
Ölüm adına
Ölüm maskesini takınarak
Dönüştüler bir ışığa
ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin...
Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa
silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle,
savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa
ölüm hoş geldi, safa geldi...
ÖLÜME DAiR
Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun, oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
istanbul limanında
kömür yüklerken bir ingiliz şilebine,
kömür küfesiyle beraber
ambarın dibine...
Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Yayalar-köylü Yakup,
iki gözüm,
merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?
Demek ölmemişsiniz?
Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
tabutunuzun
toprağa indiğini.
Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilâç şişesidir
rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için,
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
ne kadar çok içerdiniz...
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor,—
«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.»
Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
herhangi bir şahın bir gemi ambarında
bir kömür küfesiyle öldüğünü?...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdil...»
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...
Bir eski Acem şairi...
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
nereye gidiyorsunuz?
HER ŞEY YERLi YERiNDE
Hiçbir şey değişmeyecek o gün,
Göçüvereceksin bu insan kalabalığından.
Gelmemiş gibi olacaksın dünyaya.
Sanki bu odada sen oturmadın.
Sen giymedin bu elbiseyi.
Ağlamadın,
Gülmedin,
Yemedin bu ağacın meyvasını.
Bütün maceran;
Bir varmış,
Bir yokmuş.