Ölümden öte köy yok. Son durak kara toprak. Az yaşa çok yaşa, akıbet gelir başa. At ölür meydan kalır, yiğit ölür nam kalır. Hayatı korkusuzca yaşayanlar, ölümden korkmazlar.
başlık altında konuşurken bile olayın ciddiyetinin anlaşılmadığı entrylerden belli oluyor. yani yaşayan bir insan ölümü sanki programlanmış gibi aklında tasvir edemiyor, düşünemiyor veya içindeki hiç bitmeyen umut bunu idrak etmesini engelliyor bu açıkça belli.
şu an sözlükte bulunan yazarlar neredeyse 70 yıl sonra yaşamıyor olacak. yani yoksun la 70 yıl sonra sen diye biri yok bu hayatta. açıp okuduğun haberler, dünyada olup biten şeyler sensiz devam ediyor olacak.
başına gelecek ölümü bilememek insanı nasıl çıldırtmıyor? nasıl öleceğini bilememek insanı nasıl çıldırtmıyor? bu soruları idrak edemememiz bizim kendimizi çok değerli, özel biri sanmamızdan kaynaklanıyor. halbuki at gözlüklerini çıkarıp bir dünyaya baksan ne kadar değişik hayatların olduğunu ve senden 6 milyar tane daha olduğunu farkedersin.
Çıldırtmıyor belki ama düşüncesi korkutabiliyor. C. Meriç de Jurnal'inde; insanın aslında bir kurbağa gibi gebermekten, yok olmaktan korktuğunu dile getirmiş.
ne zaman geleceği belli olmayan ve seni sevdiklerinden, değer verdiğin her şeyden, güneşli bir pazar gününden mesela ya da yağmurlu bir sonbahar akşamından yoksun bırakacak bir bilinmezlik, nasıl olur da kafayı yememize sebep olmuyor?
Bugün sevip kokladığın eşinden ya da seni işe uğurlayan annenden, elini öpüp sarıldığın babandan, sokakta gördüğün başıboş bir kediden, sahilden, denizden, masmavi gökyüzünden, yemyeşil ormandan, sevdiğin onca şeyden seni alıp götüren, seni yok eden, bir hiçe çeviren bir gerçek var ve sen buna rağmen kafayı yemiyor musun kardeşim?