Ruslardan çok Türklere kızan, Türkleri aşağılayan, savaşçı ve güzel insanların uğramış olduğu gadrdir, zulümdür.
Ama ne hikmetse, Çerkesler Rusya ile iyi geçinmek derdindedir, Türkleri ise fena aşağılarlar.
(bkz: stockholm sendromu)
bugün, 101 yıl süren kafkas-rus savaşı'nın sonlandığı gün. bugün hayatta kalan atalarımızın anavatandan sürüldükleri gün. bugün 21 mayıs 1864!
bugün çerkesler, en güzel çerkeskalarını giydiler.
yanlarına tüfeklerini almamışlar, hepsini yamultmuş, kırmışlardı. düşmanın eline geçsin istemiyorlardı.
savaş alanına giderken, amaçları zafer kazanmak değildi, onurluca ölmekti.
bazısı binlerce yıllık meşelere sarıldı, bazısı yerden bir avuç toprak alıp kokladı.
dönüp son kez ait oldukları dağlara, ormanlara baktılar.
o gün hepsi, ataları olan nartlar gibi savaştı.
bir çerkes atlısına onlarca rus saldırıyor, zor deviriyorlardı.
bu orantısız savaş, yaklaşık 2 saat sürmüştü.
hepsi tanrılar gibi savaşmıştı, ancak hepsi o gün, orada öldü.
hayatta kalan bebekler, yaşlılar, kadınlar osmanlı topraklarına sürüldü.
budur bizim burada olmamızın sebebi.
işte böyle bir şeydir çerkes olmak.
böyle şeylere rağmen, dimdik durabilmektir.
'tanrı tüm dünya milletlerine güzellikler, mutluluklar versin. çerkesleri ve abhazları unutmasın.'
"Onu ya bana verirsin ya da denize atarsın. Yanında götürmene izin yok!" dedi rıhtımda dikilen asker, Rusça. Omzuna astığı tüfeğinin kayışını gevşetmiş, karşısındaki genç delikanlının bir yanlış yapmasını bekliyordu.
Genç Çerkes gümüş işlemeli kamasının sapına öyle sarıldı ki, ikiz zirvesi buz tutmuş Elbruz yerinden oynasa bırakmazdı onu. Babasından yadigardı o kama. Ona da dedesinden kalmıştı. Mansur'un peşinden giderken dedesi, Şamil'in yanında savaşırken kendisi taşımıştı. Onuru söz konusu olmadıkça kurtulmazdı kınından.
Ama şimdi basit bir asker, bir işgalci Rus neferi ondan kamasını teslim etmesini emrediyordu.
Kamayı yavaşça sıyırdı. Güneşin ışıklarını yakalayan usta işi çeliği ölüm kadar, sürgün kadar soğuk bir ateşle parladı.
Bir an için, kısa bir an için kanında o deli ateş yandı. Vatanını, evini gasp eden bu adamlara haddini bildirmek istedi. Kapanmaya başlayan savaş yaraları umurunda değildi. Kara kaşlarının altında yatan yeşil gözleri alevlendi. Kaması belindeydi, onu savuracak bir omzu hala sağlamdı. Kamasından da keskin yüreği hala göğsünde çarpıyordu. Bir savaşçı daha ne isteyebilirdi ki?
Rus askeri omzundan tüfeğini indirdi. Elinde, ucunda kan lekeli bir süngü takılmış tüfeği olmasına rağmen, karşısında sadece kamasına sarılmış bir Çerkes gazisi olmasına rağmen üç adım geri çekildi. Çünkü o bakışı iyi bilirdi. Bu "dağlıların" kanlarında yanan, bir türlü söndüremedikleri ateşin iziydi o gözlerdeki ışık.
Çerkes gazisinin dikkatini bir ağlama sesi böldü. Kundaktaki kızının sesiydi o. Babasının huzursuzluğunu mu hissetmişti, yoksa yine açlıktan mı ağlıyordu? Genç Çerkes'in bu soruya bir cevabı yoktu. Ama aklını bir an çelen o soruya cevap bulmuştu. Kamayı tamamen kınından kurtardı. Rus askerinin tüfeği ona doğrultmasına aldırış etmedi. Parlayan güneşin altında son kez onuruna, gururuna, ata mirasına baktı. Ve Karadeniz'in soğuk, tuzlu sularına kamasını gömdü. Deniz kamayı bağrına kabul etti. Pek çoklarını ettiği gibi...
Genç Çerkes kucağında kızıyla bekleyen karısının yanına gitti. Karısı yaşlı gözlerle ona baktı. "Geri dönecek miyiz dersin?"
Elbruz'un gururlu tepelerine baktı Çerkes genci. Ve yalan söyledi. "Elbette. Elbette geri döneceğiz."
Kadın gözlerinin yaşını sildi. Genç adam iki parça küçük bohçadan oluşan yüklerini sırtladı ve daha şimdiden dolmuş olan gemiye bindiler.
Genç adam güverteden son bir kez güzel vatanına baktı. Onun bağrında şehit düşmüş dedesi, babası, kardeşleri, kardeşleri gibi sevdiği silah arkadaşları yatıyordu. Gözlerinde yine o yeşil ateş yanmaya başladı. Ve işte o zaman yalan söylemediğini anladı".