Zehirli terbiye eşitsizlik üzerine kuruluyor. Sistem içerisinde bir hükmeden ve bir hükmedilen her zaman oluyor. Anne baba olmak, çocuğa esir muamelesi yapmak için yeterli bir neden olarak algılanıyor. Anne baba ne kadar haksız olursa olsun, her konuda boyun eğilmeye ve dedikleri harfiyen yerine getirilmeye devam ediliyor. Bu da çocuğun, kendine olan saygısını yok ediyor ve işte bugün olduğu gibi kendine güvensiz, başkalarını memnun etmek için yaşayan, özfarkındalığı eksik, kararlarını net olarak alamayan ve hükmedilmeye alışan bireyler meydana geliyor. Çoğu insan korkunun, öfkenin ve utancın hâkim olduğu aileler içinde yetişiyor. Bu duyguları ya hala yaşıyor ya da yaşatıyor. Yani hala bir hükmeden ve hükmedilenler ordusuyla karşı karşıyayız. Çünkü, aile esasında hiç küçümsememiz gereken bir sistem. Her aile öğrendiği " aile gerçeklerini " bir sonraki nesle ve çevresine aynen aktarabilmek ve hatta bu öğrendiklerini koruyabilmek için çaba sarf ediyor. iş süreçlerinde bile problem olarak algıladığımız en önemli konular aslında bu dönemlerde inşa ediliyor. Ne yazık ki aile düzenimizde insan farklılıklarına saygı duymak bir yana, fikrini beyan edebilecek güveni dahi veremediğimiz ve kendileri olmalarına tahammül edemediğimiz, ancak bizim istediğimiz gibi hareket ederlerse memnun olacağımızı her gün derinden hissettirdiğimiz gençler yetiştirmeye devam ediyoruz. Sonrada bu gençlerin yaş kemale erince başarılı olmalarını, güçlü olmalarını, doğru kararlar almalarını ve mutlu olmalarını bekliyoruz. Bu hastalıklı yetiştirme tarzımız iş süreçlerinde de, evliliklerde de, arkadaşlıklarımızda da hala kendini gösteriyor. Güçlü olanlar "hükmedenler koltuğuna" , sesini çıkaramayanlarımız ve bedeli " kendileri olamamakla ödeyenlerimiz" " hükmedilenler" koltuğuna oturuyor. işin acı yanı ise, iki grubunda bir şey kazandığını söyleyemeyiz. Herkes aynı oyunun bir parçası.
bir zehirli terbiye tarzı daha vardır ki, çocuk ne yaparsa yapsın haklı görmektir. çocuk ben haksızım demez ve ileride egosunu şişirebilecek bir aile bulamadığında bunun acısını çevresindekilerden ve ne yazık ki amirse çalışanlarından çıkarır.
Nokta dergisi son sayısında, kolay kolay unutulmayacak bir gazetecilik başarısı sergiledi. Sokaktaki vatandaşın, Meçhul bir otoritenin buyruklarına karşı gösterdiği uyum ve tepkileri ölçtü. Tiyatro sanatçısı Ezel Akay' a siyah bir pardösü giydirdi, eline bir de megafon verdi. Akay' la nokta ekibi başladılar kentte dolaşmaya.
Önce yeni cami' nin arkasındaki parka gittiler. Hava güneşliydi. Banklarda insanlar oturuyordu.
Akay megafonla bağırarak sert bir komut verdi:
-Derhal ayağa kalkın !..
itirazsız sessiz kurulmuş robotlar gibi herkes hemen ayağa kalktı. Eminönü iskelesinde başka bir komut.
- Herkes hemen yere çöksün.
iskelede kim varsa hemen yere çöktü. Beyoğlu'nda başka bir komut:
- Herkes sıraya girsin, sayım var!..
Herkes hemen sıraya girdi. Mecidiye köy de bir duvar dibinde başka bir komut patladı:
- Herkes elleriyle duvara yapışsın, ölçüm var!...
Herkes elleriyle duvara yapıştı. Bir fabrika kapısında işçilere komut verildi:
- içeri girerken herkes parmak bassın şu kağıda...!
işçiler parmak basarak girdiler fabrikaya...
Beyaz önlükle lastik eldivenler giymiş bir hanım gazeteci, fabrikanın içindeki kadın işçilere de değişik bir komut verdi:
- Herkes soyunsun, bekâret muayenesi yapılacak.
Kadın işçiler soyunmaya başladılar.
Buna karşılık Boğaz iskelesinden birinde, vapurdan çıkanlara komut vermediler, kibarca ricada bulundular:
- Film çekiyoruz, lütfen bir dakika durur musunuz?
Ricayı kimse iplemedi.
Nokta' nın yaptığı deney , toplumun ruhsal yapısını gösteren müthiş bir röntgen....
Ne kimse komutu verenin kimliğini merak ediyor, ne hangi hak ve yetkiyle vatandaşlara o komutları verdiği soruyor, ne de herhangi bir direnme gösteriyor. işte yüzyıllardan beri, daha küçük yaşlardan başlayan dövülmüşlüğün, ezilmişliğin sonucu...