yıllar önce okuduğum, mustafa necati sepetçioğlu nun kilit adlı kitabında hasan sabbah ın cariyelerinden birisinin adıydı. hem çok güzel hem de zehirli bir yılan gibiydi, unutamadım bu güzel ismi.
kadınsızlığın ne demek olduğunu anlatan, yastıklarla sevişmesiyle meşhur olan, dayanılır gibi değildi bu özgürlük diyerek kendini asmasıyla hafızalardan silinmeyecek olan müzmin yalnız roman karakteridir.
--spoiler--
Sağdı daha, her şey elindeydi. ipi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük.
--spoiler--
C'nin bunalımı fiyakaliydi. Zebercet'inki bambaşka. Zeki demirkubuz evleri gibi bir ruh. Ölmeyip de ne yapsındı. Yalnız cok yalnız bir adam. O otel gibi bir dünyada yasamamayi tercih etti. Anlaşılmaz degildi ki bu.
bu yazdıklarım sizi korkutabilir. her okurun kendisine çok benzettiği kahramanlar vardır. kendilerine çok yakın buldukları romanlar yazarlar vardır. eserden "bu kitap handiyse benim hayatımı anlatıyor." diye bahsederler. işte beni anlatan kitap "anayurt oteli" kendimi bulduğum kahraman "zebercet" diyebilirim. esasın da pek de hava atılacak bir durum değil zebercet'e benzemek ama mukadderat. birçok tesadüf birçok benzerlik var zebercet ile aramızda. hem de ayrıntı diyebileceğimiz benzerlikler. yalnızlık konusundaki benzerlikten bahsetmeye gerek yok. belki de ayrıntı dediğim bu benzerlikler belli başlı psikolojik rahatsızlıkların bariz semptomlarıdır. misal vermek gerekirse biraz utanılacak bir şey belki ama yaşadığım yalnızlık buhrenlarından birinde tam bir kilometre bir kızın peşinden yürüdüm. sırf merhaba diyeyim onunla arkadaş olabileyim diye. nitekim merhaba dedim de fakat sonuç her zamanki gibi müspet değildi. peşine şöyle bir psikolojiye bürünüyor insan: "her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana " yenilginin tesiri azalınca da şöyle bir psikoloji "yine dene yine yenil daha iyi yenil" başka bir misal daha vermek gerekirse: bir şeyi beklerken genelde yalnızlıkla ilgili bir konuda kısa vadeli bir şeyi beklerken benim için ne anlamı var bilmiyorum ama otuz dokuzdan geriye saymak gibi anlamsız bir adetim var(dı) (şu aralar pek saymıyorum) kitabı okuyanlar bilirler zebercet de yüzden otuz üçe kadar sayıyor bir beklenti içinde olduğunda. zebercet'ten ayrılan noktamız mı diyeyim yoksa henüz onun şiddetinde bir yalnızlık bir bunalım yaşamıyorum mu diyeyim ama şidddet konusunda çok uzağız kendisiyle. kedileri çok severim böyle bir şey yapamam. yalnız ve hüzünlü kadınlar beni çok hüzünlendirirler. onları üzemem. otelden ayrılan adamın gözlerinin içine bakıp tokalaşıp uğurlayan fakat kadının elini sıkarken yere bakan zebercet gibi bir çok benzer yaşantıya sahibim. (okuyanlardan özür dilerim. dagınık bir yazı oldu. iş çıkışı odam biraz gürültülü zebercet'inkine benzer bir işim var)
antikahraman dedim belki ama kimilerine göre kahraman da olabilir zebercet. bizlere göre iğrenç, kendisi için gündelik karanlık yaşamının normallikleridir huyları ve sapıklığı.
Tüm anormalliklere sahiptir zebercet. ölürken bile boynuna geçirdiği ip kopar da ölemez.
anayurt otelinin resepsiyonda bekleyenidir. Başucu romanımın başkahramanıdır. Nefret edemediğim hatta yer yer sevdiğim, acıdığım, kendimle özdeşleştirdiğim insan evladıdır.
Peridot olarak da bilinen Zebercet Taşı, şeffaf sarı ve açık yeşil rengi ile göz kamaştıran değerli bir taştır. Özellikle altınımsı sarı ve koyu yeşil renkte olanları çok daha değerli kabul edilir. Taşın renk tonunu ise, içerisindeki demir belirler.
Once upon a time "imkansız aşk" diye haluk bilginerin oynadığı bir dizi vardı. Çok güzel de diziydi ama kısa sürdü. Torununun adını zebercet koymak istiyordu haluk bilginer.