zat ı ehadiyyet

entry3 galeri0
    1.
  1. Ondördüncü Lem'anın ikinci Makamı'nda geçen kelimedir (ukde).
    0 ...
  2. 2.
  3. islâm âlimleri, bu iki isim (Vahid-Ehad) arasındaki fark üzerinde çeşitli tefsirler yapmışlardır. Bu zâtların büyük çoğunluğuna göre,
    Vahid, (kemal sıfatları bütün eşyayı ihata eden, kuşatan, eşi ve benzeri olmayan bölünmez ve parçalanmaz tek zât) mânâsına gelir.
    Ehad ise, (bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan yegâne zât) olarak ifade edilir. (Ehadiyet zâtın birliğidir, Vahidiyet ise sıfatta ortaklığı red içindir) denilir.

    Allah, Vahiddir, birdir. Sıfatları bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Nihayetsiz kudret, sonsuz ilim, mutlak irade ancak O Vahide mahsustur.

    Allah, Ehaddir, birdir. Mümkin ve mahluk olmayan, başlangıcı ve sonu bulunmayan yegâne zât odur. Mahlûkatın zâtlarındaki bütün noksanlıklardan, sıfatlarındaki bütün eksikliklerden, fiillerindeki bütün âcizliklerden münezzeh olan ve onların hiçbirine benzemeyen yegâne bir, tek bir, benzersiz, eşsiz bir ancak O dur.

    Vahidiyet ve Ehadiyet ikisi de Allah ın birliğini ifade eder. Ancak Vahidiyet, Allah ın umum kâinattaki birlik tecellisini, Ehadiyet ise kâinat içindeki her bir varlıkta görünen birlik tecellisini ifade eder. Meselâ küçük ayna parçalarından bin tanesini yan yana koyup büyük bir ayna meydana getirsek, güneşin bu aynalarda iki türlü görüntüsü olur. Biri, parçalardan oluşan aynanın bütününde görünen tek bir görüntü, diğeri ise o bin parçanın her birinde görünen ve güneşi olduğu gibi gösteren birlik görüntüleri. Fakat parçalardan oluşan aynanın çapı ihata edemeyeceğimiz kadar büyütülse, aynanın tümünde görünen görüntüyü biz de ihata edemeyiz ve o görüntü hakkında tam bir bilgiye sahip olamayız. Ancak aynayı oluşturan parçaların her birindeki görüntüyü rahatlıkla görebilir ve güneş hakkında bilgi edinebiliriz.

    Temsilde hata olmasın Allah ın da kâinatta iki türlü birlik tecellisi vardır. Biri kâinatın bütününde, diğeri ise kâinatı meydana getiren her bir varlıkta görünen birlik tecellisidir. Kendisini tanımakla yükümlü kıldığı kulları O nu bilmede ve tanımada güçlük çekmesinler diye vahidiyetle beraber ehadiyet tecellisini de bize göstermektedir.

    Kâinat bir bütün olarak Allah ın birliğini gösterdiği gibi, kâinatı meydana getiren her bir varlık da kâinatın bir misal-i müsağarı (küçük bir özeti)olmak cihetiyle O nun birliğini bize göstermektedir.

    Vahidiyet, bütün kâinatın birinin olması, bir elden çıkmasıdır. Cenab-ı Hakkın Vahidiyet ile tecellisi, umumidir. Ehadiyet ile tecellisi ise, hususidir. Mesela, Cenab-ı Hak, ateşe yakıcılık özelliği vermiştir. Normal şartlarda, ateş yakar. Fakat, eğer Cenab-ı Hak dilerse, bazı kulları için o kanunu iptal ediverir. Mesela, Hz. ibrahim ateşe atılmış, fakat ateş onu yakmamıştır.

    Ehadiyet, Cenab-ı Hakkın her bir şeydeki birlik tecellisidir. Mahir bir sanatkârın yaptığı her bir eser, o sanatkârı gösterir. Eğer o sanatkâr herbir eserine kendine has taklid kabul etmez mühürler vurmuşsa, o eserler Beni ancak falan sanatkâr yapabilir diye ilan ederler. Yaratılmış her bir eserdeki hususi mühür, o yüce yaratıcının tek olduğunu bildirir.

    Bu noktadan baktığımızda ehadiyet,herbir şeyde Halık-ı külli şeyin ekser isimlerinin tecelli etmesidir. Yani, küçük bir canlı bile, her şeyi yaratan Allah ı ekser isimleriyle bildirir, tanıttırır.

    Canlılar içerisinde insan, Ehadiyetin özel mazharıdır. Çünkü her insan, kâinatın küçük bir misalidir. (Âlem büyük bir insan, insan küçük bir âlemdir.) insanlar içerisinde de Hz. Muhammed Ehadiyetin en has muhatabıdır. Zira hadis-i kudsinin ifadesiyle, bütün kâinat onun hürmetine yaratılmıştır.
    2 ...
  4. 3.
  5. Ondördüncü Lemanın ikinci makamı 14. lemanın 2. makamı

    Ondördüncü Lem'anın ikinci Makamı

    (Makam münasebetiyle buraya alınmıştır)

    iHTAR: Besmelenin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan göründü. Onu, kendi nefsim için nota Sûretinde kaydetmek istedim. Ve yirmi-otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmek ile avlamak ve zaptetmek arzu ettim. Fakat maatteessüf şimdilik o arzuma tam muvaffak olamadım. Yirmi-otuzdan, beş-altıya indi.

    "Ey insan!" dediğim vakit nefsimi murâd ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhan benimle münasebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyâr zâtlara belki medâr-ı istifade olur niyetiyle, Ondördüncü Lem'anın ikinci Makamı olarak müdakkik kardeşlerimin tasviblerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nâzırdır.

    Şu makamda birkaç sır zikredilecektir.

    BiRiNCi SIR: "Bismillâhirrahmânirrahîm"in bir cilvesini şöyle gördümki Kâinat sîmâsında, arz sîmâsında ve insan sîmâsında birbiri içinde birbirinin numunesini gösteren üç sikke i rubûbiyet var. Biri: Kâinatın hey'et-i mecmuasındaki ,teavün, tesânüd, teânuk, tecâvübden tezahür eden sikke-i kübrâ-yi ulûhiyettir ki, "Bismillah" ona bakıyor.

    ikincisi: Küre-i arz sîmasında nebâtat ve hayvanâtın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşâbüh, tenâsüb , intizâm, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübrâyi rahmâniyettir ki, "Bismillâhirrahman" ona bakıyor.

    Sonra insanın mahiyet-i câmiasının sîmasındaki letâif-i re'fet ve dekâik-i şefkat ve şuaât-ı merhamet-i ilâhiyeden tezahür eden sikke-i ulyâ-yi rahîmiyet'tir ki, "Bismillâhirrahmânirrahîm"deki "Er-Rahîm" ona bakıyor.

    Demek "Bismillâhirrahmânirrahîm" sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır. Ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yâni "Bismillâhirrahmânirrahîm" yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsna-yi musağğarası olan insana ucu dayanıyor.Ferşi arşa bağlar. insânî arşa çıkmağa bir yol olur.

    iKiNCi SIR: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, hadsiz kesret-i mahlukâtta tezahür eden vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yâni, meselâ: Nasılki Güneş, ziyâsıyla hadsiz eşyâyı ihâta ediyor. Mecmû-i ziyâsındaki Güneşin zâtını mülahaza etmek için gâyet geniş bir tasavvur ve ihâtalı bir nazar lâzım olduğundan; Güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde Güneşin zâtını aksi vasıtasıyla gösteriyor ve her parlak şey, kendi kabiliyetince Güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber ziyası, harâreti gibi hassalarını gösteriyor ve her parlak şey Güneşi bütün sıfâtıyla kabiliyetine göre gösterdiği gibi; Güneşin ziyâ ve hararet ve ziyâdaki elvân-ı seb'a gibi keyfiyatlarının her birisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihâta ediyor. -temsilde hatâ olmasın- ehadiyet ve ,samediyet-i ilâhiyye herbir şeyde, husûsan zîhayatta , husâsan insanın mâhiyet âyinesinde bütün Esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcûdât ile alâkadar herbir ismi bütün mevcûdâtı ihâta ediyor. işte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes'i unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden "Bismillâhirrahmânirrahîm"dir.

    ÜÇÜNCÜ SIR: Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcûdâtı ışıklandıran, bilbedâhe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye

    (Orjinal Sayfa:10)

    eden, bilbedâhe yine Rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedâhe rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşâhede rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatâb ve dost yapan, bilbedâhe rahmettir.

    Ey insan, mâdem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedâr ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ı mahbûbedir. "Bismillâhirrahmânirrahîm" de, o hakikata yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacatın elemlerinden kurtul ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed'in tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatıyle ve şefeatıyla ve şuaâtıyla o Sultan'a muhatâb ve halîl ve dost ol!

    Evet kâinatın enva'ını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hâcâtına Kemâl-i intizâm ve inâyet ile koşturmak, bilbedâhe iki hâletten birisidir: Ya kâinatın herbir nev'i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor. -Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intac ediyor. insan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultan-ı Mutlak'ın kudreti bulunmak lâzım geliyor.- Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak'ın ilmi ile bu muavenet oluyor. Demek kâinatın enva'ı, insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

    Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün envâ'-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve kat'iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakîr-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tâzammun eden hakikat-ı rahmettir. Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. işte o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan "Bismillâhirrahmânirrahîm"i de. O ahmetin vusulüne vesile ve o Rahmân'ın dergâhında şefâatçı yap.

    Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, Güneş kadar zâhirdir.

    (Orjinal Sayfa:11)

    Çünki nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizâmından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor. Öyle de: Bu kâinatın daire-i kübrasında binbir ism-i ilahî'nin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayet nescediyor ki, Güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.

    Evet Şems ve Kamer'i, anâsır ve meâdini , nebatât ve hayvanatı; bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebatî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gâyet şirin ve fedâkârane şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insâniyeye müsahhar eden ve ondan rubûbiyyet-i ilahiyenin gâyet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğna-yi mutlakına karşı, rahmetini ihtiyâc-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbûl bir şefaatçi yapmış.

    Ey insan, eğer insan isen "Bismillâhirrahmânirrahîm" de. O şefaatçiyi bul!

    Evet zeminde dörtyüzbin muhtelif ayrı ayrı nebatâtın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemâl-i intizâm ile hikmet ve inâyet ile terbiye ve idare eden ve Küre-i arzın sîmâsında hâtem-i ehadiyeti vaz'eden; bilbedâhe belki bilmüşâhede rahmettir ve o rahmetin vücûdu, bu Küre-i arzın sîmâsındaki mevcûdâtın vücudları kadar kat'î olduğu gibi, o mevcûdât adedince tahakkukunun delilleri var. Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sîkke-i ehadiyeti bulunduğu gibi, insanın mâhiyet-i mâneviyesinin sîmâsında dahi öyle bir sîkke-i rahmet vardır ki, Küre-i arzı sîmasındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmâsındaki sikke-i uzmâ-yı rahmet'ten daha aşağı değil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-yi mihrâkiyesi hükmünde bir câmiiyeti var.

    Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmâyı veren, o sîmâda böyle bir sîkke-i rahmet ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz'eden zât, seni başı boş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin; sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın; hilkat şeceresini

    meyvesi çürük, bozuk ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın! Hem hiç bir cihetle şübhe kabûl etmeyen ve hiç bir

    (Orjinal Sayfa:12)

    vechile noksaniyyeti olmıyan, Güneş gibi zâhir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin. Hâşâ!..

    Ey insan! Bil ki: O Rahmetin arşına yetişmek için bir mi'rac var. O mi'rac: "Bismillâhirrahmânirrahîm"dir. Ve bu mi'rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın yüzondört Sûrelerinin başlarına ve hem bütün mübârek kitabların ibtidalarına ve umum mübârek işlerin mebde'lerine bak. Ve Besmele'nin âzamet-i kadrine en kat'î bir hüccet şudur ki: imam-ı Şafiî (R.A.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: "Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur'anda yüzondört defa nâzil olmuştur."

    DÖRDÜNCÜ SIR: Hadsiz kesret içinde vâhidiyyet tecellisi, hitab-ı "iyyâke Na'büdü " ve demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülahaza edip"iyyâke Na'büdü ve iyyâke Nestaîn" demeğe küre-i arzı vüs'atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binâen cüz'iyyatta zâhir bir Sûrette sîkke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sîkke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad'i mülahaza ettirmek için hâtem-i rahmâniyettir içinde bir sikke-i Ehadiyeti gösteriyor; tâ külfetsiz herkes her mertebede "iyyâke Na'büdü ve iyyâke Nestaîn"deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdes'e hitab ederek müteveccih olsun.

    işte Kur'an-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamında, meselâ semâvat ve arzın hilkâtinden bahsettiği vakit birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz'îden bahseder; tâ ki, zâhir bir Sûrette hâtem-i Ehadiyyeti göstersin. Meselâ: Hilkat-ı semâvat ve arzdan bahsi içinde hilkat-i insandan ve insanın sesinden ve sîmasındaki dekâik-i nimet ve hîkmetten bahis açar. Tâ ki, fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mâbudunu doğrudan doğruya bulsun.
    bir Sûrette gösteriyor.

    Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedâhil daireler gibi en büyüğünden, en küçük sikkeye kadar envaı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet ne kadar olsa yine kesret içinde bir vahdettir. Hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun

    (Orjinal Sayfa:13)

    için, vahdet arkasında Ehadiyyet sikkesi bulunmak lâzımdır. Tâ ki, kesreti hatıra getirmesin. Doğrudan doğruya Zât-ı Akdes'e karşı kalbe yol açsın. Hem sîkke-i ehadiyyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için o sîkke-i ehadiyet üstünde gâyet cazibedâr bir nakış ve gâyet parlak bir nur ve gâyet şirin bir halâvet ve gâyet sevimli bir cemâl ve gâyet kuvvetli bir hakikat olan Rahmet sikkesini ve Rahîmiyyet hâtemini koymuştur. Evet o Rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker ve Ehadiyyet Sikkesine isâl eder. Ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan "iyyâke Na'büdü ve iyyâke Nestaîn"deki hakikî hitaba mazhar eder. işte "Bismillahirrahmânirrahîm" Fatiha'nın fihristesi ve Kur'anın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle bu mezkûr sırr-ı azîmin ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti öğrenir ve envâr-ı rahîmiyet ve şefkati görür.

    Bu hadîsi, bir kısım ehl-i tarîkat, akâid-i îmâniyeye münasib düşmeyen acib bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sima-yi manevîsine bir sûret-i Rahman nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarîkatın ekserinde sekr, ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikata muhalif telâkkilerinde belki mazurdurlar. Fakat aklı başında olanlar, fikren onların esâs-ı akâide münafî olan mânâlarını kabûl edemez. Etse hatâ eder.

    mesel ve temsil, şuûnat nokta-i nazarında vardır. Şu mezkûr Hadîs-i Şerifin çok makâsıdından birisi şudur ki: insan, ism-i Rahman'ı tamamıyla gösterir bir Sûrettedir. Evet, sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, kâinatın sîmasında binbir ismin şuâlarından tezahür eden ism-i Rahman göründüğü gibi, zemin yüzünün simâsında rububiyet-i mutlaka-yi ilahiyenin hadsiz cilveleriyle tezâhür eden ism-i Rahman gösterildiği gibi, insanın suret-i câmi'asında küçük bir mikyasta zeminin sîması ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman'ın cilve-i etemmini gösterir demektir. Hem işarettir ki: Zât-ı Rahman ü Rahîm'in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü'l-vücud'a delâletleri kat'î ve vâzıh ve zâhirdir ki, Güneşin timsâlini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten "O âyine Güneştir" denildiği vakit, "insanda Sûret-i Rahman var" vuzûh-u delâletine ve kemâl-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i Vahdetü'l-vücûd' un mûtedil kısmı "Lâ mevcûde illâ Hû" bu sırra binaen bu delâletin vuzuhuna ve bu münasebetin Kemâline bir ünvan olarak demişler.

    ALTINCI SIR: Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan biçâre insan! Rahmet ne kadar kıymettar bir vesîle ve ne kadar makbûl bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki: O Rahmet, öyle bir Sultân-ı Zülcelâle vesiledir ki, yıldızlarla zerrât beraber olarak Kemâl-i intizam ve iteatle -beraber- ordusunda hizmet ediyorlar. Ve O Zât-ı Zülcelâl'in ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin istiğnâ-yi zâtî'si var. Ve istiğnâ-yi mutlak içindedir. Hiçbir cihetle kâinata ve mevcûdâta ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i ale'l-ıtlak 'tır. Ve bütün kâinat taht-ı emir ve iradesinde ve heybet ve âzameti altında nihayet itâatte, Celâline karşı tezellüldedir. işte Rahmet seni, ey insan! O Müstağni-i Alelıtlakın ve Sultan-ı Sermedînin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatâb eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat nasıl sen Güneşe yetişemiyorsun; çok uzaksın; hiçbir ci-

    (Orjinal Sayfa:15)

    hetle yanaşamıyorsun; fakat Güneşin ziyâsı Güneşin aksini, cilvesini, senin âyinen vasıtasıyla senin eline verir. Öyle de: O Zât-ı Akdese ve O Şems-i ezel ve ebed'e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziyâ-yi rahmeti onu bize yakın ediyor.

    işte ey insan! Bu Rahmeti bulan, ebedî tü kenmez bir hazîne-i nur buluyor. O hazîneyi bulmasının çaresi: Rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o Rahmetin en belîğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten li'l-âlemîn ünvânıyla Kur'anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmetenlil-âlemîn olan Rahmet-i mücessemeye vesîle ise: salavâttır. Evet Salâvatın mânâsı Rahmettir. Ve o zîhayat mücessem Rahmete rahmet duası olan Salâvat ise, o Rahmetenlil-âlemînin vüsûlüne vesiledir. Öyle ise sen Salâvatı kendine, o Rahmetenlil-âlemîne vesile yap ve o Zâtı da Rahmet-i Rahman'a vesîle ittihaz et. Umum ümmetin Rahmetenlil-âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir kesretle Rahmet mânâsiyla Salâvat getirmeleri, Rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i ilâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir Sûrette isbat eder.

    Elhâsıl: Hazîne-i Rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediyye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: "Bismillahirrahmânirrahîm"dir. Ve en kolay bir anahtarı da Salavattır. (alıntı).

    (http://www.risale-inur.or...er/risale/index.php?tid=3 )
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük