"ne içersiniz" diye sordu garson, "ufak bir bira istiyorum" dedim, "bir de atıştırmalık... hızlı getirebileceğin ne varsa, uçuşa az kaldı", garson uzaklaşırken arkasından seslendim, "birayı hemen getir".
gözümü uçuşları gösteren ekrandan ayırmadan ilk biramı bitirdim, atıştırmalıklar halen gelmemişti, ekranda uçuş numaramın yanında "wait in lounge" yazısı yanıp sönüyordu, gerildim, tam kalkmak için hamle yaparken garson elinde koca bir tabak kızarmış karidesle yanıma geldi. kararı ona bırakınca, en pahalı olanı seçmişti, "geç kaldım" dedim kaşlarımı çatıp, "sen bana bir de büyük bira getir, ama çabuk olsun bu sefer", ekranda artık yola düşmemi isteyen yazı daha bir ısrarla yanıp sönmeye başladı, çatalı boşverip ellerimle giriştim karideslere, bir kaç tane attıktan sonra ağzıma, büyük olan biram da geldi, ekrandaki yazının elleri olsa beni dövecekti, kocaman yudumlar alarak biramı bitirdim, karidesler kaldılar, havaalanı kedileri için sevinerek, garsonu çağırdım.
Hesabı isterken "bana bir de yolluk at" dedim, arkasından bakarken yine kararı ona bıraktığımı farkettim, içim cız etti, ama hızla içilen biralar hafiften bir rahatlama sağlamıştı. alkol dışında rahatlatan bir şey yoktu zaten beni, tanju okan'ın da dediği gibi "benim en yakın dostum, içkim ve sigaramdı", garson hesabı ve bir kadeh buzsuz viski getirdi, bir elimle viskiyi dikerken, öbür elimle parayı bıraktım masaya, "benim en yakın dostum içkim ve sigaram, onlarda terkederdi olmasaydı param" diye düşünerek, o çok beklemem istenen "lounge"'a doğru koşturmaya başladım, elimdeki duty free torbasındaki viski şişesinden sallandıkça çıkan "çlonk çlunk" sesleri tekrar içki içme isteği doğurdu içimde.
Gate'in önünde dev gibi bir kuyruk vardı, ekranda "last call" yazıyordu, bensiz kalkmaz herhalde diye düşünüp etrafta içki satan bir yer aradım, ileride bir büfe vardı, koşturarak oraya gidip, bir şişe miller aldım, aslında sevmezdim tadını ama bir an güzel gözüktü gözüme. elimde bira şişesi sıraya tekrar geri döndüm, sıra bana gelene kadar bitiririm diye düşünürken, görevli "amsterdam yolcusu varsa öne geçsin" diye bağırdı, elimdeki birayı kaldırarak, öne yürümeye başladım, x-ray cihazına laptop'ımı bırakırken, görevli "yanlız onunla alamayız" dedi, biramdan bahsediyordu, "peki" diyerek fondip yaptım, acele yapılan fondip gazlı bir içecek olan biranın ağzımda köpürmesine, gözlerimden yaş, burnumdan bira fışkırmasına neden oldu, boş şişeyi görevliye vererek salona girdim, biletleri kesen görevli seslendi, "beyefendi buradan", normalde bu tavırlarla serseri olarak yaftalanmam gerekse de, takım elbiseme hürmeten beyefendi olarak çağrılmıştım, kürkümü okşadım, "ye" dedim, "ye bol bol, bu dünya sana güzel".
Biletimi teslim ettikten sonra, sanki sonu yokmuş gibi gözüken ve sonsuz griliği ile her seferinde bana ankara'yı; beni eskiden yolculuğa çıkacağım zaman uğurlayanların olduğu, o alkolün dışında da birilerine sahip olduğum şehri, hatırlatan bağlantı koridoruna girdim, uçağa doğru ilerliyordum, arkamdan el sallayan, sağ salim git, gidince ara diyen kimsenin olmadığı bir ülkeden uzaklaşıyor, beni, bana hoşgeldin diyerek boynuma sarılacak kimsenin olmadığı bir ülkeye taşıyacak olan diş macunu tüpüne benzeyen ve uçak diye adlandırılan o metal yığınına doğru yürüyordum.
canım yine içki çekti, uçakta içki vardı, adımlarımı hızlandırdım.
"eskiden içmezdim" diye düşündüm, "canımın çektiği neydi?".