sadece yemek sahnesinde ki gel gitler için bile izlenilmelidir. sevişme sahnesindeki tavirlar bana reha erdem filmi kosmos'u hatirlatmiştir.
bol miktarda gönderme vardir.
düzenin gerekliliğini yapanlara, bunlara sesini çıkarmayanlara karşı bir tavır durumu vardır.
zeki demirkubuz'un alıp yürüdüğü, kendini aştığı, ne masumiyet'e ne de kader filmine damla benzemeyen, başka bir kafanın, başka bir düşüncenin, başka bir bakış açısının dibini gördüğü enfes filmi.
kafası güzel insan filmi.
"merdivenlerden çıkıp , eve vardığımda içeriye girmeden evvel son bir apartman boşluğuna bakıp bir şeylerin olmasını beklerim"
aynen bu kafada bir insanın hikayesi, filmde geçen bir monoloğun aklımda kalanını yazdım.
sıradan bir insanın, normal bir insanın, herkesin yaptığı şeyleri anlattığı basit bir hikaye. basit bir hikayenin bu kadar güzel görsellikte anlatılması, işte sinemanın güzel yanı da bu.
Zeki demirkubuz'un son filmidir. Az önce izledim, eridim öldüm bittim filme. Okuduğun romanı rüyanda görürsün ya aynen öyleydi. Öneririm lakin herkese değil sadece hem zeki'yi hem de dostoyevski'yi aynı anda sevmeyi başarabilene.
izlediğim ve sevmediğim bir film. psikoloji olayını becerememiş zeki bey.
tabi sanattan ve filmden aşırı anlayan, dostoyevski ve zeki bey hayranları tarafından göklere çıkarılmıştır. yorumlardan bunu anlıyorum. hırlamalar çok etkileyiciymiş, gölge oyunları mükemmelmiş falan. * evde kendi imkanlarımla çeksem daha iyisini yaparım. net.
can sıkıntısının yalnızlığın insanı hayvanlaştırdığını gösteren dostoyevski'den bol bol kesitler sunan kasvetli ankara havasını kasvetli bir adam olan muharrem ile bizlere çok iyi yansıtan bir demirkubuz şaheseri.
bu film hakkında şu zamana kadar okuduğum en güzel eleştiri ;
F. Dostoyevski, Bir insan umudunu yitirir ve amaçsız kalırsa, sırf can sıkıntısı bile onu bir hayvana çevirebilir. diyor. Zeki Demirkubuzun son filmi Yeraltı, adeta bu tespitin haklılığını ispatlamak için aylak bir adamın kasvetli bir şehirde gezintisiyle açılıyor. Sokakları arşınlıyor, alakasız mekanlara can sıkıntısıyla dalıyor, evinde yalnızlığını hissediyor, hayvan belgesellerini interaktif olarak izliyor vs.
Felsefe ve teoloji kötülüğü ikiye ayırır, birini fıtrî-doğal olarak bir kenara bırakır, diğerini ahlakî-insanî olarak öte yana. Bediüzzaman Mektubatta kötülüğün bizatihi kötü olmadığını, onu işlemenin kötülük olduğunu anlatır. Yani insanın kötülüğü içinde barındırması son derece doğaldır, mesele onu dışa vurmak, eyleme geçirmektedir. Bir başka yorum ise, kötülüğü, iyilik eksikliği olarak niteler.
Yönetmen Zeki Demirkubuz, bir sinemacı olmasından çok daha fazla bu kavramlara kafa patlatan düşünürdür. Belki de bütün filmlerinde bu ve benzer kavramların peşine düşüp, kendisinin de tam emin olamadığı bir takım şeyleri arar durur. Bir önceki filmi Kıskanmakta nasıl olduysa- cesareti bulup başka sulara açılmıştı yönetmen. Kıskançlık üzerinden kötülüğü, bir uyarlama ile izlettirmişti bizlere.
Mevlananın meşhur pergel metaforu gibi, Zeki Demirkubuzun bir ayağı hep Dostoyevskinin üzerindedir. Ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın pergelin uçları bir şekilde yine birleşmesi gibi, tekrar asliyetine döner. Yeraltı yönetmenin yine kendi bildik tepesine döndüğü filmi oldu. Yönetmenin Kıskanmak ile kafa yorduğu alandan göreceli- uzaklaşmasından sonra tekrar içli-dışlı olduğu kavramlara geri dönüşü. Pergelin uçları yine bir arada anlayacağınız. Yalnız, Yeraltı yönetmenin önceki filmlerinin tekrarı değil elbette, değişen epey şey var sinemasında.
Şurası bir gerçek, Demirkubuz sineması gittikçe lineerleşiyor, yani daha sadeleşiyor ve aşağı, biz sıradan fanilerin daha kolay anlayabileceği bir yerlere geliyor. Bunu küçümsemek adına söylemiyorum şüphesiz, hatta tam aksine belki de bu çok daha değerli kılıyor filmlerini. Basitlikten bahsetmiyorum. Ve elbette bunun en önemli kaynağı/sebebi gerçekliğe olabildiğince yakın durabilme çabası. Gerçi yönetmen gerçek diyor ama ben bu kelimeyi her seferinde hakikata tebdil ederek atıyorum zihin havuzuma.
Daha önce de bir kez yazmıştım; hakikat sinemasında kamera adeta gölge gibi olmalı, alabildiğince yakın ama gerçeğe dokunmayan, onu etkilemeyen, deforme etmeyen.
Her şey zıddıyla kaim, dolayısıyla karanlığa dair bir derdiniz varsa, klasik yöntem pek işe yaramıyor, zifiri karanlıkta bir şeyi göstermenin zorluğu gibi Ancak tersi yöntem hayli kolay ve sade. Demirkubuz da bunu keşfediyor sanırım. Keşfediyor derken bizim çoktan beri bildiğimiz bir hakikat olarak söylemiyorum bunu elbette. Her anlamda sinemada- girdiği kasvetli alanın bir öncülü o, hepimizden önce yapıyor keşiflerini.
Filmin öyküsüne bir göz atalım: Muharrem Ankarada yaşayan bekar bir memurdur. Ne iş yerinde, ne de evinde mutlu bir adamdır. iş çıkışı kendisini attığı Ankara sokaklarında amaçsızca dolaşır. Evine, çocuğuyla beraber temizliğe gelen kadınla sohbet eder, belgesel izler. Kendisiyle ilgili sorunları vardır, sık sık kendini koklar, bu aşağılanmış yalnızlığın onu kokuttuğunu düşünmektedir. Bir de arkadaşları vardır Muharremin. Arasının pek hoş olmadığı arkadaşları. Üstelik biri yazar olmaya prestijli bir noktadan başlamış, ilk kitabıyla ödül almıştır. Kutlama yemeğine kendini zorla davet ettirince aralarındaki nefret ve karşılıklı aşağılama salvoları gün yüzüne çıkar. Yine dışlanır ve aşağılanır. Kendince bunun intikamını almak, bu utançtan kurtulmak ister ama sonuç, daha çok aşağılanmak, daha çok ezilmektir. Başlarda, çamura batmanın bile bir anlamı olmalı diye düşünür lakin nihayetinde; kendini olduğu gibi kabul eder, zevk almaktadır bu durumdan ve değişmeyecektir!
Yeraltı, Zeki Demirkubuzun şüphesiz kaynaklık eden eserden dolayı- en fazla diyaloga dayanan filmi oldu sanırım. Hatta yönetmen, normal diyaloglara ilave olarak, filmin etkisini arttırmak için bir de kahramanın iç sesini kullanıyor. Filmin ünlü Rus yazar Fyodor Dostoyevskinin Yeraltından Notlar isimli romanının bir serbest uyarlaması olduğunu belirtelim.
Belki de bu nedenle çekim mekanı olarak Ankarayı tercih etmiş yönetmen. Petersburga benzeyen kasvetli yapısı dolayısıyla
Sonra, sesler Hayatı böyle algılıyorsa çok fazla acı çekiyor olmalı, diye düşünürüm her Zeki Demirkubuz filminden sonra. Yeraltını izlerken duyduğum pek çok ses efektini, üretilme bir şey zannettim ve bunun bir yenilik olduğu kanaatine vardım. Yönetmene bunu sorma şansını yakaladığımda aldığım cevap karşısında şaşırdım. Demirkubuz, bazen bir asansörün halatlarını, bazen bodrumdaki bir hidrofor sesini adeta bir Gerilim Padi olarak kullanmayı başarmış. Onun öznel açısıyla, çevremizdeki tüm sesler rahatsız edici ve insanı ezen gürültüler sanki.
Zeki Demirkubuz sineması bir karakter sinemasıdır. Hatta bir adım daha ileri gidip ve hatta haddimi aşarak- onun sinemasında görüntünün çok fazla önemi yok gibi geliyor bana. Karakterlere olan ürkütücü yakınlığı ve bunu izleyiciye geçirmesi onu farklı kılan ilk unsur. Ve elbette diyaloglar. Belki hiçbir replik öyle kocaman tirada dönüşmüyor ama hayatın tam ortasından çekilip alınmış gibi, kökünden çekilen bir ağacın damarlarında hala asılı durup dökülen toprak parçaları gibi cümleler. Gerçeklik dökülüyor her damarından.
Karakterleri Demirkubuzun her filminde olduğu gibi marazi tiplerdir. Filmin kahramanı Muharremi tanımak için kaynağımıza Dostoyevskiye kulak vermek lazım, o tanımlıyor zira: Ben kötü biri değilim. Ne aksi bir adamım, ne de uysal biriyim. Ne alçağın biriyim, ne de namuslu, ne onurlu biriyim, ne de kahramanım. Ne de bir korkak. Ben hiçbir şey olamadım. Şimdi köşeme çekilmişim.
Sıkışmış bir adamdır Muharrem. Eziktir, kısmî asosyaldir, ilişkilerinde sorunludur. Ve kendi içine açılan kocaman kapkaranlık bir kapısı vardır. Muharremin öyküsü Dostoyevskinin kahramanının öyküsüdür. Değişmek, hesaplaşmak, yüzleşmek istedikçe geri teper ve gittikçe vazgeçer. Ve elbette fark ediş gelir, bu aşağılanmalar ve acı çekmeler zevk veriyordur ona, üstelik yeni bir durum değildir bu, bir fark ediştir. Son derece gururlu, sessiz sakin ve zeki bir kişidir. Tabi kendini böyle takdim etmesine bakmayın aslıda ciddi anlamda sorunları olan saplantılı, her daim kendisi içinde çekişmeleri olan bir ruh hali içersindedir. Yaşadığı hayat herkesinkinden farklı, dostlarıyla ilişkileri de aynı şekilde. Dedim ya, marazi bir tiptir Muharrem.
Dostoyevski mezkur kitabında Acı çeken kimse inlemekten zevk duyar, çünkü zevk almasa inlemesini durdurabilir. Der. Muharremin görmediğimiz yatalak komşusunda uluma şeklinde tebarüz eder bu ve miras olarak kalır kahramanımıza. Otel odası sahnesinde ise epikleştirir bunun yönetmen, mum ışığında gölgelerle yapılan bir av-avcı oyunuyla izleriz ulumayı. Ve elbette aşağılanmayla biter.
Filmin en önemli sahnesi şüphesiz arkadaşlarıyla yediği ve adeta bir sinir harbinin yaşandığı, benliklerin ortalık yere boca edilip, zihin kılıçlarının çekildiği yemek sahnesi. Bu sahnedeki Muharrem, başlarda gördüğümüz, atari oynayan adama vur, vur diyen aylak Muharrem değildir. Muntazam mantık kullanır ve hiç de yabana atılmayacak kelimeler seçer. Üstelik dilini bir yılan gibi de kullanabilmektedir. Bilir ki, Biraz mürekkep yalamış adamların arasındaki husumet kan davasından daha beterdir.
Zeki Demirkubuz bu sahnede sanırım-bugüne kadar yapmadığı bir şeyi yapıyor, alternatif akışı düz olarak gösteriyor. Bunu yaparken Flash Back ya da filmi geriye sarmak gibi yöntemler kullanmıyor. Kahramanın zihninden geçirdiği repliği izletiyor bize ve diyebilirdim, demedime getiriyor. Hem kendi filmografisinde, hem de sinema tarihimizde müstesna yerine yolladığı bu sahne, belki de filmine kaynaklık eden Yeraltından Notlara en çok yaklaştığı nokta.
Yeraltı, her insanın içinde barındırdığı iyilikle kötülüğün kadim çatışmasını güncel tiplemeler ve olaylar ile alabildiğince sadeleştirerek anlatan belki de- en iyi Zeki Demirkubuz filmi olmaya aday. Fakat hakikat ile gerçek arasındaki makas bu kadar keskin ve karanlık mıdır, emin değilim.
önce yeraltından notları'ı okuyup sonra izlemek istediğim engin günaydın ve murat cemcir'in oynadığı, zeki demirkubuz'un yönettiği filmdir. türk sinemasının böyle işlere ihtiyacı var.
engin günaydın'ın -sayın generalim- (bkz: albayım) diyerek konuşma yaptığı bölüm bana tehlikeli oyunları hatırlattı. film ise hiç çekilmemeliydi. dostoyevski'yi anlayıp, anlatabileceğini düşündürten şey neydi acaba zeki dayıma? anlayabiliriz belki yeraltı'nı ama o kafa sahnelerle değil sayfalarla anlatılabilir anca.
sanat filmlerini genelde anlamayaıp sadece filmde kullanılan imgelerin biryerlere gönderme olduğunu sezecek kadar bir sinema bilgim var. genellikle sanat filmi izlerken iki üç defa ara vererek filmi bitirebiliyorum. ama bunda öyle olmadı. hiç ara vermeden izledim filmi. engin günaydının aşmış oyunculuğu bunda en büyük etken sanırım. memur muharremin sağlıklı iletişim kurduğu tek kişi olan gündelikçi kadının filmde görülmeyen sadece sesi duyulan meçhul şahısla evlenmeye karar vermesi sonucu gelişen ve muharremin evinden kavga edip ayrıldıkları sahne en güzel sahneydi bence. bide nergis öztürk ün göğüslerini göstermeselerdi iyiydi.
zeki demirkubuz'un son filmi. en iyi film dalında ödül alamadığı festivalin birinde atarlanmıştı hatta kendisi. nihal yalçın ve engin günaydın'ın enfes tatlar bıraktığı bir filmdir aynı zamanda.
zeki demirkubuz bu filmde gerçekten güzel bir iş çıkarmıştır. lakin eksiklikleri yok değil, muharrem gibi bir adamın iş yerinde geçen bu kadar az sahne olması bana göre büyük bir eksiklik. işyeri ve memuriyet yeraltından notlar'ın en önemli öğelerinden birisidir zira böylesine uyumsuz ve hayatla hesaplaşması olan bir adamı anlatırken, bu uyumsuzluğun en önemli nedenlerinden birisi olan iş hayatını atlarsak, bu adamın başarılı bir şekilde memuriyetine devam ettiğini düşünürsek, bu inandırıcı gelmez. bu bakımdan sırrı süreyya önder'in olduğu sahneleri çıkarmasını bir eksiklik olarak görüyorum, yanlış anlamayın konu sırrı süreyya önder olduğu için değil, o rolü kim oynarsa oynasın iş yeri sahneleri mutlaka bulunmalıydı bu filmde. yemek masası sahnesi ise kitaptakinden bile güzel olmuş, yerlileştirme işini de sahne içerisindeki mükemmel geçişleri de harika bir şekilde kotarmış zeki demirkubuz.
uyarlandığı kitap olan yeraltından notlar'da baş ve neredeyse tek karakter uzun uzun anlatılıp da pis gülünç şeylere hemen hemen hiç değinmezken, filmdeki yansımasının -muharrem- etrafında kitaba göre yığınla lüzumsuz insan olup günleri ise uzun uzun ulumakla, mide bulandırıcı alışkanlıklarla geçmekte. nasıl beğenilir? yeraltından notlar'ın başarısız bir uyarlaması yeraltı... zeki demirkubuz hiç olmazsa beyaz geceler'e ilişmemeli, yaşamını bu kitaptan uzaklarda bir yerlerde sürdürmeli.
serkan keskin'in oyunculuğunu tekrar takdir ettiğim iyi kurgulanmış bir zeki demirkubuz filmidir.diğer filmlerine göre daha çok diyalog bulunması durumu da sanat filmi fobisi olanlara bir nebze olsun iyi gelecektir.
hep nedense bir loserin hikayesine rastlarız bu yönetmenin filmlerinde. son filmi olan yeraltı nda da olduğu gibi dışlanmış, kaybetmiş, mutsuz bir adamın yaşantısı var. yaşama karşı iştahı kesilmiş ama yine de bir şekilde gündelik yaşantısını sürdüren fakat belki de yalansız ve açık sözlü olduğu için hep üçüncü kişi olmuş bir adamın kavgası. gururludur biraz, başkalarının yalakası olmayı reddeder. bu yüzden bitmez içindeki sessiz kavgalar. sonuç olarak tüm istekleri etkisiz hale gelmiş, bir mucize bekleyerek süren renksiz hayatın içinde bulursun kendini. sigaranın külünü bile dökmeye üşenecek kadar isteksiz hale gelmiş olmaktır bu.
insan ilişkilerinde üç farklı rol vardır. ekip lideri, yalakaları, ve dışlanan adam. bu adamlar otoriteye ters düştükleri için dışlanırlar. kendi düşünceleri, fikirleri vardır çünkü. kusmak isterler içindekileri "sizin kendi fikirleriniz yok mu? yalakasınız hepiniz" diyerek. bu kadar kolaydır üçüncü kişi olmak. "kibirlisiniz" diye suratlarına haykırmak için can çekişen kibirli bir adamın, biraz da kıskançlığın hikayesidir.
"ankara sıkıntısının" nuri bilge ceylanla bir bağlantısının olmadığını umarak ve aynı tarzda fakat daha sürükleyici filmlerle devam etmesini bekliyorum yönetmenden. konu, mesajlar, oyunculuklar hepsi güzel ama bir "yazgı" değildir benim fikrimce. atmosfer kötü be usta.