yazık denen bir şey var

entry1 galeri0
    1.
  1. Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
    Biraz kolonya sürünsem,
    Ferahlasam pencereyi açsam.
    Şöyle bir şey yazdım sonra:
    Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
    Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
    Berbattı,
    Bir şiire böyle başlanmazdı.

    ilk olarak önemle belirtmek ve açıklığa kavuşturmak istediğim bir şey var. Uludağ sözlük’e üye olurken “gösterişli bir romantizm ve duygusallık” adı altında sıkıştırılmış birtakım takıntılarla seçmedim bu nicki. Misal ‘hüseyin’ diye mi nick almalıydım bu kız halimle? Hüseyin olmadığımı önemle belirtiyor, sizinle konuştuğum gibi sizin de bana ‘siz’ diye hitap etmenizi rica ediyorum. Özel mesaj yoluyla iletişim kurduğum birkaç kişi de bunun farkında. Erkekmişim gibi ‘hacı, birader, kardeşim, bro’ diye hitap edilmesinden hoşlanmam.
    Merakınızı gidermek için; Didem madak’ın “çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım” şiirinden geliyor. iyi günler gibi, çiçekli şiirler. Bir selam, veda ya da öylesine söyler gibi.

    iç ses, diye söylendim,
    Ardından yıldırım gürses…
    Aptal aptal güldüm bir de buna.
    Ayşecik vazoyu kırıyor
    Ve “tamir et bakalım” diyordu babasına.
    Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
    Su sızdırıyordu çatlaklarından.
    Karnabahar kızartmıyordu asla
    Başroldeki kadınlar.

    Şimdiye dek farkına varamadığım zaaflar hakkında konuşmak istiyorum. Bir topluluğun önünde konuşmak, en büyük fobim. Ellerim titremeye başlar hemen. Aynı zamanda en büyük zaafım da bu. Bu entry’yi yazarken bile ellerim titriyor okunma ihtimaline karşı.

    Güçlü bir el silkeledi beni sonra
    Sanırım tanrı’nın eliydi.
    Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
    Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
    Çok şey görmüşüm gibi,
    Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
    Ah… dedim sonra
    Ah!

    Bir tırtılın yeşil yaprakta yürüyüşünü izlemek büyük zaafımdır yine. Ben lisedeyken bahar ayları geldiğinde okulun arka bahçesi bu tırtıllarla dolardı. Alerjim de vardı onlara. Bütün nisan-mayıs aylarını kıpkırmızı geçirirdim. Ama bir tırtılın yaprakta yürüyüşü…

    iç ses, diye söylendim
    Çocukken şöyle dua ederdim tanrı’ya:
    Tanrım bana hiç erimeyen,
    Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
    Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
    Kardeşimle kendimize durmadan,
    Olmayan çayları,
    Olmayan fincanlardan içerdik.
    Olmayan kapıları açardık,
    Olmayan ziller çaldığında.
    Siyah papyonlu olurdu mutlaka
    Resim defterimizdeki damat.
    Yedi günde yarattığımız dünya
    Mutlu olurduk pastel boya koksa.

    Resim yapmayı hiçbir zaman beceremedim. Hayal kurmayı da. Özellikle hayal kurmayı. Ne zaman bir hayale başlasam denizle kesişiyor yollarım. Kendimi denizin dibinde, nefes alabiliyorken buluyorum. Denizden, hayır denizimden, çıkarılmamam gerek benim. Benim hayal kurmamam gerek bayım.

    Ve şimdi şöyle dua ediyorum tanrı’ya:
    Olanlar oldu tanrım
    Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

    Hayatımı bir gökkuşağına benzetiyorum. Nadiren farkıma varılıyor. Bedensel olarak demiyorum bayım, kimse içimi açıp da bakmıyor. Hayır, kıyafetlerimi çıkarırsam içimi görmüş sayılmazsınız, yazık.
    Aslında her rengi barındırabiliyorum, yine de hiçbirine ait olamıyorum. Duygularımı renklere yükleyip omuzlarımdan atamıyorum. Uzak diyarlara gidemiyorum, bilakis hiç yol alamıyorum.

    Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
    Kapının arkasında yokum demiştim
    Ve divanın altında da.
    Bulamazsınız ki artık beni,
    Hayatın ortasında.
    Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
    Beni kimse bulamazdı
    Tanrı’nın arkasına saklansam.
    O kocamandı, en kocamandı o.
    Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

    Şöyle bir huyum vardır. Ulaşmam gereken bir yer varsa, katiyen yolun ne kadarının kaldığına bakmam. Arkama döner yolun ne kadarını gittiğime bakarım. Etkileyici bir motivasyon aslen. insanı gitmeye teşvik eden, varabileceğine inandıran bir motivasyon biçmi.

    Bir zamanlar kendimi bulunmaz
    Hint kumaşı sanmıştım
    Kaç metredir benim yokluğum?
    Benden daha çok var sanmıştım.
    Benim yokluğumdan dünyaya
    Bir elbise çıkar sanmıştım.
    Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
    Sonunda ben de alıştım.
    Ah… dedim sonra,
    Ah!

    Salyangozları çok severim. Dünyanın dönüş düzenini anımsatırlar bana. Bir kahve eşliğinde saatlerce izleyebilirim. Aslında kahveyi pek sevmem, sadece içerim. Yapacak daha iyi bir şeyim olmadığından ya da içecek. Kivi çayı içecek halim yok ya! Yeşil bir şeyi içmeyi kaldıramayacak kadar hassas bir midem var. Belki de midem yoktur, yediğim pek bir şey yok. Frambuaz ile turşuyu severim. Aynı anda yemeyi hem de. Bir ondan, bir ısırık ötekinden… midemin psikolojisi bozuk bayanlar, bana kızmayın.

    Güzin ablası kitaplar olan bir kızdım,
    içim sıkılmasa o kadar
    Tek bir satır bile okumazdım.
    Taşbebeğim ters çevrilince ağlardı
    Bir derdi var derdim.
    Derdimi demeyi ben taş bebeğimden öğrendim.
    Ninni derdim, ninni bebeğim!
    Cam gözleri kapardı, naylon kirpiklerini.
    Plastik gözkapaklarının ardında,
    Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
    Gözyaşları da.
    Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
    Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
    Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.

    Ben yalnız bir kız değilim. Oldukça fazla insan var etrafımda. alabildiğine insan… ‘aldığı kadar un’ ölçütü gibi, aldıkça alıyorum. sonra bir bakıyorum dışarıda kalan ben olmuşum. Keşke bir babam da olsaydı. O zaman hep içeride olurdum. Bir babam olsa, küçük bir kız çocuğu olurdum. O olsaydı büyümek zorunda kalmazdım belki. Birkaç saat arayla ve sıklıkla kahve kokusu var dudaklarımda.
    Böyle dememe aldanmayın. Önemli bir şey yapıyor değilim. Bilakis dünyanın dengesi için zerre önemli değilim. Bunun bilincinde olmak bile ağır bir yük. Kimsenin yokluğundan kimseye bir elbise çıkmadığı gibi babamın yokluğundan da bana çıkan ‘tekrar deneyin.’

    insan çıtır ekmeği ısırdığında,
    Kırıklar dolar kucağına,
    işte orası umudun tarlasıdır.
    Ve orada başaklar ağırlaştığında,
    Sayısız ah dökülürdü toprağa.

    Yirmi yıldır aynı evin aynı odasında yaşıyorum. Hayatım bu kadar tekdüze. Değişen tek şey kitaplarım. Bir kitaplığım vardı, başta bomboştu. Ayşegül tatilde, Ayşegül lunaparkta kitaplarıyla doldu önce. ‘7 gün 1 hafta’ diye bir hikaye serisi geldi sonra. Sekiz yaşımda ameliyat oldum, kitaplar hediye edildi. Annem de 15 ciltlik Atatürk ansiklopedisi almıştı. Bir raf öyle doldu, diğeri günlüklerimle, öteki hayallerimle…
    Yalan söyledim, yıllardır ara sıra bu odada yaşıyorum.

    iç ses, diye söylendim
    Ve ah dedim sonra,
    Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

    Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
    Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
    Meyveleri tatsızdı
    Eski bir lanetten dolayı
    Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
    Ve herkes söverdi ona.
    ismini yazardı herkes onun bağrına,
    Ah derdi o. Ah!

    Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
    “insan unutandır
    ve insan unutulmaya mahkum olandır.”
    Tanrı şöyle derdi o zaman:
    Ah!

    Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
    Ulaşılamazdı,
    Sen sarılmak istesen ona,
    O sana sarılamazdı.
    Ne çok dikenin vardı tanrım!
    Ne çok isterdim,
    Sana sarılamazdım.
    Ve şöyle derdim o zaman:
    Ah!

    Bilmiyor olabilirsiniz fakat Parkinson denen bir illet var. Ne zaman anne-kız türk kahvesi içsek kırarım fincanlardan birini. Tabağıyla birlikte. Çünkü Parkinson denen bir illet var. insan kendisi seçemiyor hayatını, yalnızca yönlendirebiliyor.
    Bir uçurtma olduğumu varsayıyorum ben de. Rüzgar olmazsa ben de olmam. Bir zorlukla karşılaşmasam ne anlamı olurdu hayatımın?

    Ahlat ahların ağacıydı,
    Yaşlanmaya başlayanların,
    itiraf edilememiş aşkların,
    Evde kalmış kızların.
    Ahlat ahların ağacıydı,
    Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
    Öyleydi işte.

    Ve etimoloji Eti’lerden kalma
    Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
    Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
    Kahvaltı edip ağladıkları Pazar sabahları yokmuş o zaman.
    Mesela o zamanlar
    Mutsuz olduğunda insanlar,
    Yok olurmuş bazı dakikalar.

    Gülümsedim o sıra,
    Bazen sevinirim,
    Sevinmek nedense hep yedi yaşında
    Ve ah… dedim sonra,
    Ah!

    -

    bazen ah diyorum durmadan,
    şimdi ben ahlatın başında,
    otuz iki yaşımda.
    Ahlar ağacı gibi.
    Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
    Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
    istedim, hep istedim,
    Sen iste derdim, iste yeter ki,
    Vereyim.
    Her istediğimi verdim.
    Arttım, fazlalaştım,
    Eksikli yaşamaktan.
    Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
    Başka bir şey istemem
    Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
    Hesabımı tam vermekten başka.

    Vasiyetimdir:
    Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
    Ve kaybolmak o dalgınlıkta.

    Hani ilkokulda hatıra defterleri yazardık birbirimize, anketler doldururduk. Şimdi durup okuduğumda nasıl da gülüyorum ve sık sık üzülüyorum. Ben ilk bir yılımı bir okulda, sonraki yedi yılımı başka bir okullarda geçirdim.
    ilk bir yıldaki arkadaşlarımın yazdığı defter mor renkli, ayıcıklı bir şey. Son sayfaya miray isimli bir arkadaşım tarafından şu yazılmış: “şirin arkadaşım su, seni çoooook seviyorum.” Sanırım en son birinin beni sevdiği zaman o olmuştur.
    Kalan yılları yurtdışında okuduğum için o defter isveççe bir anket defteri. Rengi pembe, üzerinde kalp şeklinde balon kabartmaları var, köşesinde el yazısıyla “alla mina vanner” yazıyor. En yakın arkadaşım dorotea şöyle yazmış: “hep mutlu ol!” Nicky, harika bir arkadaş olduğum için teşekkür etmiş. Maria, iyi bir kız olduğumu yazmış. En sevildiğim zamanlarmış.

    at arabasıyla kağıt toplardı
    her sabah çingene kadınlar.
    Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
    Şaşırırdım
    Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?

    Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
    Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
    Ne eğere gelirsin ne de semere derlerdi bana.

    Yeniden doğmuş olurdum oysa,
    Öldüğümü sandıklarında,
    Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.

    Vasiyetimdir:
    En güçlülerinden seçilsin
    Beni taşıyacak olanlar.
    Ahtım olsun,
    Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
    Tabutumun içinde tepineceğim.

    şiir için: (bkz: ahlar ağacı)
    12 ...
© 2025 uludağ sözlük