Uçan bir kusu hic bu kadar yakindan gormemisti...'Kanat cirpislari ne kadar estetik, ne kadar dogal' ...
RÜzgar hiç bu kadar deniz kokmamıştı burnuna ve saclarini bu kadar karistirmamisti bir vuruşta..
Bulutlar daha yakın şimdi..bedeni daha hafif ;ruhu ise arkasında kalmış sanki..önünde masmavi bir kucak, kollarini açmış mutluluklar dilemekte.
Ayakkabilarinin bagciklari çözülmüş...
Bedeni tüy kadar hafif ve kuşlar geçiyor önünden..
Arkasini donuyor ve bu hic zor olmadi..Arkasindaki gökyüzü ne kadar da büyülü ve büyükmüş; bulutlar ise ufacık..Güneş parlak ve güçlü, herseye doğal rengini tattıracak tepeliğinde ..
ve tekrar dönüyor önünü gerçeğe..
Gözünü kapıyor mutluluğa...derin bi nefes çekiyor, üstüne bir nefes daha. Ve acIyor gÖzlerini deniz denen koca mavilige , 5-10 metre ancak kalmis amacına..
Son kez bakiyor martıya; gagasında bir parça ekmek ,gözünde bir damla yaş ..işte ancak o an bir pişmanlık çöker içine. ''ama artık cok gec' diye düşünür; 'çok geç' diye mırıldanırken, mutluluk hissinden bir yudum daha alır icine..
Ve kucaklaşır derin mavinin sert yüzüyle..Dışarıyı göremeyecek kadar batmadan hemen önce, asma köprüsünü son defa görür yasadığı şehrin...
Derinlerde bir yerde, bir baligin süslü pullarina verir son nefesini..
son gordugu canli, 3 saniye hatirlayacaktır oysa onu..
Nasrettin Hoca'nın fil hikayesindeki gibi arkanıza baktığınızda, üstünüzdeki entry'lerin silinmiş olduğunu görmek durumudur. 'Timur ağam ver birkaç fil daha bakarız' durumudur.
Yetmiyordu aldığımız para evi geçindirmeye... Hele bir de ben üniversiteyi kazanınca iyice daralmışlardı. Her zamanki gibi belli etmemeye çalıştılar ama ben üzerime düşeni yapmaya çoktan karar vermiştim bile... Acilen iş aramaya başladım. Bu kati kararımdan birkaç gün sonra, tam da zamanında, başarılarıyla herkesten takdir ve saygı gören Tarık Hoca' nın kapısında "asistan arıyorum" diye bir yazı gördüm. Çok sevinçli ve heyecanlıydım daha ne söyleyeceğimi bile kafamda tasarlamamışken heyecanımdan kapıyı çalmış bulundum. Allah' tan içeriden ses gelmedi. Kendi kendime söylendiğim bir anda arkamı döndüm ve karşımda Tarık Hoca' yı gördüm. Odası ile arasında duran, şaşkın şaşkın ve dünyadan ilişkisini kesmişçesine kendisi ile konuşmayı sürdüren bana, gülümseyerek bakıyordu. Çok utanmıştım. Odasının kapısı ile arasından çekildim. "Evet, nasıl yardımcı olabilirim sana?" diye sordu. "Şey..." dedim "...ilan..." dedim. Gülümsemeye devam etti ve "gel bakalım" dedi ve anahtarıyla kapıyı açtı.
Akşam eve giderken ayaklarım yere basmıyordu. iş bulmuştum. Okuldan kalan boş vakitlerimi hem derslerime fazlasıyla faydası olabilecek şekilde geçirecek hem de üzerine para alacaktım.
Okula başlayalı 6 ay olmuştu. Hayatımdaki her şey olağandı ve kötü giden bir şey yoktu. Derslerimle meşgul oluyor, kalan zamanlarımı da Tarık Hoca' nın odasında işimin başında geçiyordum. Onun her hareketinin manasını biliyordum artık. Bir bakışından ne istediğini anlar olmuştum. Onun hizmetine çalışmayı kendim için lütuf sayıyordum. Ona hayranlığım her geçen gün biraz daha artıyordu. Gözlerimi kapattığımda yüzünü görüyor, sesini duyuyor, heyecanlanıyor, görmeyince özlüyordum. Her şey öyle yavaş olmuştu ki; o gülüşü, kalbime mıh gibi nasıl saplandı bilemedim... Onu ne zaman, böyle görmeyince, deliler gibi özlediğimi bilemedim. Artık engelleyemediğim bir tutkuyla ona bağlı olduğumu hissediyordum.
Kendime bile itiraf etmekten kaçındığım hislerim, yalnızlığımda kıskıvrak yakaladığında beni, dehşete kapılıyordum. Evliydi o, yaşça benden çok büyüktü. Düşündükçe nefret etiğim bile oluyordu kendimden, nasıl yaparım bunu diye aklımı yiyor ama onu gördüğümde, tüm bunları unutup, gülse de kalbime sular serpilse diye dualar ederken buluyordum kendimi. Kabullenmesi çok zordu ama evet, ona deliler gibi aşıktım. Kalbimde daha önce kimsenin bilmediği bir yer vardı ve o, tam oraya dokunmuştu. Gözümün bebeği kadar değerliydi benim için.
Bu mani olamadığım kıpırtılar, mimiklerimden anlaşılmasından çekindiğim bu hissiyat, beni perişan ediyordu. işlediğim günahın tek sırdaşı yine bendim. aşk gibi bir duygunun günahla karışması beni kendimle çeliştiriyor, aklımı zorluyordu.
Dayanamayarak bu ortamdan da ondan da uzaklaşmak istiyordum fakat gitsem özlüyor, kalsam ölüyordum. işin çok daha kötüsü, onun yüzünde bazen yüzümü görür gibi oluyordum. Odada yalnız kaldığımız zamanlarda bakışlarını üzerimde hissediyor, mosmor olup kaskatı kesildiğimden bakmaya cesaret edemiyordum. Her gece uyumadan önce, o hiç kimsenin bilmediği yerde ağırlıyordum onu... Onun da beni sevdiğini düşünüp hayallere dalıyordum. Biraz sonra kalbimin acıdığını hissediyor, hayallerimi bıçakla kesip kanatarak, saçmaladığımı, onu çok sevdiğim için bu beynimin bana oyun oynadığını düşünüp, yüzlerce defa kendime kızıyor, kendimi çok aptal hissediyor, kahroluyor, hemen yarın işi bırakmak istiyordum. En sonunda böylesi geceler ızdırabım oldu. Bu gecelerin sabahında, işi bırakacağımı yerime bakacak başka birini bulmasını söylüyordum. "Lütfen şimdi olmasın, biraz daha idare eder misin? Yetişecek işlerim var çok yoğunum." Diyordu ve ben işten ayrılamıyordum. Bir süre her şey normale döner gibi oluyor en fazla 1ay sonra yine aynı hisler ve düşlerle yorulup, dayanamıyor yine işten çıkacağımı bildiriyordum ve o yine aynı şekilde "yoğunum lütfen bekle" diyordu.
Beynim bana yeni oyunlar oynuyordu. Bu defa onun beni bilerek göndermediğini düşünüp sarhoş oluyordum, başımı soğuk suya daldırır gibi uyanıp, buna imkan olmadığını, artık kesinlikle uzamaması gerektiğini düşünüyordum.
Yine böyle bir sabah odadan çıkmak üzereydi, Birden ayağa fırlayarak "Hocam!" dedim. Kapıyı açmak üzere olan elini tokmaktan çekti ve o her zaman ki uçsuz bucaksız denizler gibi sakin ve duruşuna bir kahraman ifadesi veren sesi ve beni yakan gülüşüyle "Efendim" dedi. Sesi kalbimin sokaklarında yankılanıyor beni sersemleştiriyordu. Düzgün cümleler kuramayarak ve "ıı ıımmm" diye bağlamaya çalışarak tekrar, işten ayrılmak istediğimi söyledim. Yanıma doğru sanırım bir dakika içinde yürüdü fakat o an bana o kadar uzun gelmişti ki... O yanıma yaklaştıkça alev gibi bir ateş yüzüme çarpıyor, milyonlarca karınca vücudumda hareket ediyor, mideme kramplar giriyordu. "Otur" dedi, duydum fakat çok sonra algıladım ve oturdum. ilk defa bu kadar yakın oturmuştuk, neredeyse dizlerimiz birbirine değecekti. Sanki saniyeler çok çabuk geçiyordu da dakikalar yıllar gibiydi, bu derece karışmıştı beynimdeki zaman mefhumu. Heyecandan nereye koyacağımı bilemediğim ellerimden tutup, diğer eliyle yere bakan yüzümü çenemden yüzünün hizasına kaldırdı, gözlerini gözlerime kilitledi, "Gitme!" dedi ve dudağımdan öptü. Kanımın vücudumda hızla dolaştığını hissediyordum, hızla yerimden fırlamak ihtiyacı hissettirdi bu bana, yüzüm kıpkırmızı olmuştu farkındaydım. Başımı kaldıramıyordum. Ayağa kalkmıştım evet, sanki hızla kalkınca kurtulacak gibiydim ama ayaklarım küçük hareketlerle bir ileri bir geri gidiyordu. Ne yapacağımı bilemeden kalakalmıştım. O da kalkıp önümde dikildi, elimi avucuna alıp öptü ve bir kez daha "gitme" dedi sonra kapıdan çıkıp gitti. Koskoca dünyada yapayalnız kalmış gibi kaldım odanın ortasında. Her yer etrafımda dönüyordu. Az önce yaşananları tekrar anımsamak istiyor fakat heyecanımdan ya bir yerinde takılıyor ya da hızlıca geçiyordum.
Uzun bir süre kaldım öylece. Sonra çok zor kendime gelip koşar adımlarla eve yürüdüm. Evimiz okula çok uzaktı ama nasıl yürüdüğümü şimdi bile hatırlamıyorum. Sanki bir yola saptım etrafımda hiçbir şey yoktu ve o yol beni eve kadar getirdi. içeri girer girmez kimseye selam vermeden girişteki sandalyeye oturdum. Annem, hem geciktiğim hem de suratımda tahmin ettiğim o dehşet ifade için çok telaşlanmıştı. Telaşı yüzünden okunuyordu "Çok hastayım anne" diye feryat eder gibi bir sesle iki üç dakika sonra ancak konuşabildim. Gerçekten çok üşüyordum. Annem koluma girerek beni odama götürdü, hemen uzandım. Annem yanımda "ne oldu kızım, doktora gidelim mi?" diye telaşlanırken ona sadece "uyumak istiyorum" dedim, karmakarışık bir halde uykuya daldım.
Sabah uyanır uyanmaz rüya görmüş olma ihtimalimi düşündüm. Rüya olmadığını fark ettiğimde ise rüya olmasını ne çok istediğimi sonra bu yaşananların aslında bir rüyanın gerçekleşmesi olduğunu düşündüm. Kendimi o kadar tuhaf hissediyordum ki sanki hayalim gerçekleşince anlamını yitirmiş herhangi bir olay oluyordu bazen, bazen de ayaklarımı yerden kesip beni dünyanın en mutlu aşığı yapıyordu. Günlerce odadan çıkmadım. Evimizi telefonla arıyor beni istiyor anneme hasta olduğumu söyletiyordum.
Olanlar hakkında tek bir açıklama yapmadan üzgün ve perişan bir halde odamdan çıkmayışım annem ve babamı çok üzüyordu. Babam hasta yatağında konuşamadan ve kımıldayamadan bana "iyi ol artık kızım" der gibi nemli gözlerle bakıyordu. Babamı bu halinde daha fazla üzmemeliydim, okulla ilişkimi kesmiş derslerin çoğunu kaçırmış ve devamsızlığımı arttırmıştım, bu okulu kazanmak için girdiğim zahmetleri hatırlayıp kendime gelmeliydim. Artık ne olursa olsun okula gidecek, odasındaki eşyalarımı toplayacaktım ve onu her gördüğümde yüzümü çevirecektim. Karar vermiştim artık, kararını vermiş ve yolunu çizmiş herkes gibi kendimi daha güçlü hissediyordum. Olacaklarla mücadele etmek için cesaretliydim artık.
Dersinin olmadığı bir sabah erkenden okula gittim. Odanın kapısını anahtarlarımla açmak için yöneldiğimde zaten açık olduğunu fark ettim, şaşkınlığın refleksiyle kapıyı açtım. Kafamı kaldırdığımda onu masasında otururken buldum. Hem şaşkınlıktan, hem utancımdan dehşete kapılıyordum. Titreyen sesimle "Özür dilerim hocam," diyerek elimle oturduğum masayı gösterdim "eşyalarımı alacaktım" Pencereden dışarıya bakıyordu. Göz ucuyla yüzüne bakmaya cesaret gösteriyordum ve ne düşündüğünü bu saniyelik anlarda çıkarmaya çalışıyordum. Kızgındı bana sanırım... Evet, çok kızmıştı. "Alabilirsin tabi" derken bile sanki serzenişte bulunuyordu, "alabilirsin" derken sanki sonunda "sana çok kırgınım" demek istiyordu. Hayatımda hiç olmadığım kadar tedirgin bir şekilde iki üç parçadan oluşan eşyalarımı aldım. Bu çok kısa anda aklımdan çok şey geçiyordu. Ben de ona çok kırgındım, ben ondan karşılık beklemiyordum, bana karşılık vererek rüyamı bozmuştu. Bütün olanları unutabileceğimi düşündürmesini temenni ettiğim bir gülüşle elimi uzattım, "hoş çakalın hocam, her şey için çok teşekkür ederim." dedim. Gözlerimin içine baktı "Ben teşekkür ederim." Dedi. Yine anlar saatler sürüyor gibiydi. O süre boyunca tutuğu elimde atıyordu kalbim, bir süre öylece kalakalmıştık ikimizde. Birden silkinerek, elimi ateşe dokunmuşçasına elinden çektim. Kapıdan çıkarken kelimeler beynime hızla hücum ediyordu. Bütün bu kelimelerin arasından seçilmiş sihirli bir cümleye çok ihtiyaç duydum. Öyle bir cümle kurmak istedim ki tüm hissettiklerimi anlatabilsin... fakat öyle bir cümle yoktu. Yaşadığım hüzün hareketlerimi yavaşlatmıştı, dışarı çıktım. Bahçedeki bankta bir süre oturdum. Az önce odadan aldığım ajandamı amaçsızca karıştırırken düşünüyordum, birden ayaklarımın ucuna bir kağıt düştü. Merakla eğilerek aldım ve okudum:
"...Seni ilk gördüğümde, o biraz şaşkın ve tedirgin halinle duruşun içimi ısıtmıştı sana. Öyle temiz bir yüzün vardı ki sadece işim için aradığımı bulduğumu düşündüm. Karşı masada problemlerin etrafında kuş gibi çırpınışını ayrı bir haz ile izliyordum. O masada oturmadığın zamanlarda seni özlediğimi fark ettim, sonra kanımda dolaştığını..."
Yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Sanki okuduğum satırları o bana değil ben ona yazmıştım. Beni bana anlatıyordu.
"...zaman geçtikçe sana hayranlığımın mecburluğumun arttığını hissediyordum. O kadar korktum ki fark edeceğinden. Fark edersen kim bilir neler düşünüp incinecektin. Şartlarımıza bakıyordum hiç olacak bir iş değildi. Senin, konumum ve yaşımdan dolayı senden istifade edebileceğimi düşünme ihtimalin beni çılgına çeviriyordu. Fakat izledim seni. Yüzün başka yerlerde ben sende, öyle çok zaman geçirdik ki bu odada. Senin kalbinin kuş gibi çırpındığını da o zaman gördüm ve sanırım beni bu cesaretlendirdi, o gün için. Hiç pişman değilim. Sana aşığım ben, ikinci baharısın ömrümün... Dışarıdan nasıl göründüğü kimin ne diyeceği umurumda değil. Beni bir anda 20li yaşlarıma götüren gülücüklerinle gözümün içine bakıp benimle bu yolda, elimi tutarak yürümeni istiyorum."
Mektup burada bitiyordu. Onun elinin değdiği bu satırları ona sarılıyormuş gibi bağrıma bastırdım. Gözlerimi odanın penceresine çevirdiğimde pencereden bana baktığını gördüm. Artık öyle yorgundum ki gözyaşlarımı gözlerimin içinde sıkmaktan ve... dayanamamıştım. Sanki büyük bir zafer kazanmış gibi gözyaşlarım gözlerime hücum ediyordu, koşup ona sarılmak istiyordum. Bir yanımsa bu şehirden kaçıp gitmek istiyordu. satırlarını tek tek aklımdan geçiriyordum. Bütün bunlar aklımdan geçerken gözlerimi ayıramıyordum ondan. Oda bana bakıyordu. Aradaki mesafe çok uzak olmasına rağmen yüzündeki endişeyi görür gibi oluyordum. Gidip ona sarılmak saatlerce başımı göğsüne koyup ağlamak istiyordum. Birden yerimden kalktım ve hızlı adımlarla odaya koştum. Çok hızlı hareket ediyordum. Yavaşladığım anda vazgeçip geri döneceğimden çok emindim. Tam kapıyı açacağımda karşımdaydı. Hiçbir şey söylemeden sarıldım. Dünya durmuştu. O kadar mutluydum ki mutluluğun bundan sonrası ölüm olsa gerekti. Başım göğsünde sarılıp ağladım. Gözyaşlarımı silip yüzümü ellerinin arasına alıp öptü ve "ömrüme hoşgeldin baharım" dedi.
merhaba ben züleyha. 1990 izmir doğumluyum. 3 yaşında gözüme sıçrayan yağ damlası nedeniyle görme engelliydim bundan yaklaşık 4 yıl öncesine kadar. beni hiç tanımayan bir aile ölen oğullarının organ ve dokularını bağışladı. bende ondan aldığım kornea ile görmeye başladım.
ameliyattan sonra aileye teşekkür ve baş sağlığına istanbul'a gittiğimde havaalanında gördüm ilk kez onu... yusuf... koca alanda gittim çarpacak bir onu buldum ya da o beni... her neyse sonuçta çarpıştık. elimden fırlayan okuma kitabım gitti onun saçılan kağıtlarının arasına düştü. aceleyle ben onun kağıtlarını toplamaya çalışırken o kitabımı buldu.
'en son yürekler ölür'
'ah kitabım!'
gülümseyerek 'çok güzel bir adı var.' dedi. gülümsediğinde açığa çıkan iri gamzeleri ile büyük mavi gözleri insanın içini ısıtan cinstendi. teşekkür ederek kağıtlarını iade ettim ve kitabımı alıp uzaklaştım. nereden bile bilirdim onu hayatımın sonuna kadar görmek isteyeceğimi?
bu kitabı bana ameliyatımdan önce bir arkadaşım anlatmıştı. 'aslında okuyabilsen çok seveceğin bir kitap' deyip ardından kırdığı potu fark etmişti. kendini affettirmek içinde bana o kitabı alıp kitap fuarında imzalatmıştı. sonra bir doktora götürmüştü beni. o güne kadar çarem olmadığını düşünüyordum ancak doktor kornea nakliyle gözümün görebileceğini söylemişti. sonra nakil sırasına girdim. 3 ay sonra sıra bana gelmişti ve ameliyatımı oldum. ancak o bedenden alınan tek organ bana nakledilen kornea değildi. kalp ankara'ya böbreklerden biri bursa'ya diğeri de ordu'ya yollanmıştı.
melek hanım (ölen kişinin annesi) beni ve diğer alıcıları boğazda çok şık bir kafeye davet etmişti. büyük dikdörtgen bir masaya oturduk ve konuşmasına başladı. 'çocuklar biliyorsunuz cüneyt yaklaşık olarak sizin yaşınızdaydı. çok iyi bir çocuktu benim oğlum tek yaramazlığı hızdı. doğduğu ilk günden beri içinde büyüyen bu hız tutkusunu ne yaptımsa yok edemedim ve bu onun sonu oldu. evet evladımı kaybettim içimde kocaman bir ateş yanıyor ve hayatım boyunca da asla sönmeyecek bu ateş... ama öbür yandan ben evladımı kaybederken evlatlar kazandım. sizler artık benim evlatlarımsınız. ne zaman isterseniz buyrun, kapım, evim, odalarım hepinize sonuna kadar açık...'
ilk defa ameliyatlı olan gözümden yavaşça bir damla süzüldü yere doğru. yusuf tam karşımdaydı. iri mavi gözleriyle bana bakıyordu. fark etmemiştim o ana kadar ağladığımı. usul usul, sessiz hıçkırıklarla ameliyattan sonra ilk defa ağlıyordum. zorlukla gözümü ondan alıp melek hanıma döndüm. melek hanımda ağladığımı fark etmiş, bana bakıyordu.
'kusura bakmayın...'
suçlu hissediyordum kendimi. sanki cüneyt beyin korneasını almak için ben öldürmüşüm gibi suçlu hissediyordum. masadan özür dileyerek kalktım. caddeye çıktım. derin bir nefes çektim içime ancak aldığım nefes büyük bir hançer gibi oturdu içime. ardından bir el hissettim omzumda. sıcacık koruyucu bir el... arkama döndüğümde yusuf 'iyi misiniz?' diyordu. 'iyiyim. teşekkür ederim.' değildim! aklımdan geçenleri keşke hayatımda ikinci defa gördüğüm bu genç adama anlatabilseydim... sanki aklımdan geçenleri anlamış gibi gülümsedi. o koca iri gamzeleri yine ortaya çıktı.
masaya geri döndük. o ağır hüzünlü hava gitmiş yerine eğlenceli bir sohbet havası gelmişti. melek hanım ordu'dan böbreği alan cemal bey ile memleket meselelerine dalmış sohbet ediyorlardı. birden aklıma ne kadar yakıştıkları geldi. cemal bey ile ameliyat için kan testi yaparlarken tanışmıştık. emekli astsubaydı. itiraf etmeliyim yaşına göre çokta yakışıklıydı. iri siyah gözleri kır saçlarıyla tezatlık oluşturuyor onu daha sevimli bir adam yapıyordu. çokta espriliydi. şaka yapmak için bir fırsat çıktıysa onu havada bırakmaz mutlaka kaliteli bir espri yapardı. onun yanında bir insanın hüzünlü durması imkansız gibiydi.
'pardon kendimi tanıtmayı unuttum ben yusuf... cüneyt beyden kalp aldım. siz ne aldınız? ' yusuf'un bana doğru uzanan eliyle kendime geldim.
'züleyha... benim aldığım organ sayılmıyormuş. kornea dokusu aldım. ama tabii bana soracak olursanız tek hücre bile organ sayılmalı.' dedim elini sıkarken. masaya oturduk.
'iyi misin yavrum?' melek hanım ameliyattan beri bana yakın davranıyordu. muhtemelen annemi öğrenmişti.
'teşekkür ederim. iyiyim.'
'lütfen bir daha ağlama yavrum. sen ağlayınca benim içim yanıyor.'
tebessüm edebildim sadece.
artık kalkma vakti gelmişti. hava kararmış, vakit epey geç olmuştu. herkes otoparka doğru ilerlerken ben aradan otobüs durağına doğru yöneldim. arkamdan bir ses 'züleyha hanım anahtarınızı düşürdünüz!' yere doğru eğilip almaya çalışırken yusuf hemen yerden alıp bana uzattı. gülümseyerek 'Taksim jolly joker'e nasıl gidebilirim?' diye sordu. bir an beni mi takip ediyor bu diye düşünmeden edemedim ama yine de 'bende oraya gideceğim birlikte gidebiliriz' dedim. yüzü gecenin o karanlığında dahi görülebilecek kadar net birden kızarıverdi.
jolly joker'e vardığımızda o kulise gideceğini söyleyerek yanımdan ayrıldı. ben ise gözümle etrafı tarıyordum. tanrım görmek ne güzel bir duygu... görebilmek... 'züleyha!' tanıdık bir ses... aman allahım gerçekten bu çisil miydi? bana kitabı alan arkadaşım! onu hiç görmemiştim. yalnızca sesinden tanıyordum. ona doğru ilerledim, sarıldık.. 'hoşgeldin birtanem kusura bakma ameliyatından sonra gelemedim. bende ufak operasyonlar geçirdim. 5 ay seyahat etmeme izin verilmedi. sonra da gördüğün gibi bu hale geldim.' işte tam da o zaman fark ettim. hamileydi! her an içinden aşırı sevimli bir bebek fırlayacakmış gibi kocaman bir göbekle karşımda duruyordu.
'aaay! çok sevindim! iyi ki gelmemişsin! bir prenses mi geliyor? yoksa bir prens mi seveceğiz?'
'prens ve prenses'
'aman allahım ikiz hemde! adlarını ne düşünüyorsun?'
'çınar ile defne'
'ay ne güzel! allah güzel huzurlu sağlıklı ömürler versin!'
'sağol tatlım...'
sahneye gözüm takıldı bir anda. yusuf sahneye çıkmış. elinde bir gitarla sahne ayarı yapıyordu. sonra yavaş yavaş bir şarkı başladı.
yollara düştüm yalnızlar çağında
pusulam yok ama resmin yanımda
tanrı üstümde toprak altımda
yürüyorum bir tek sen varsın aklımda...
(yüksek sadakat-yürüyorum)
işte bu an tam kalbimin üzerinde hiç hissetmediğim bir duygu hissettim. o mavi gözleri, gözlerimde takılı kalmıştı. aşık olmuştum. artık o sadece benim sevdiğim değil. aynı zamanda 2 yıllık eşim ve şu an karnımda onun evladını taşıyorum...
aşırı derece öfkeliydi. eve bir hışımla girdi. hemen mutfağa girerek tatlı bir şeyler aradı. buzdolabı neredeyse boştu. buzdolabının kapısına sıkıştırılmış 'acil durum birası'na takıldı gözü... en azından biraz öfkemi alır, diye düşündü. televizyonun karşısına geçip yeni başlamış bir aksiyon filmi buldu. tam geniş koltuğuna yayılmıştı ki kapı çaldı. gelen ikiz kardeşiydi. ilk başta öfkesini belli etmemeye çalıştı ancak her zaman olduğu gibi becerememişti. sahnede tüm duygularını -gülme krizlerini bile- çok rahat bir şekilde saklayabilirdi ancak gerçek hayatta yapamıyordu bunu...
'neyin var? yine çocuklar sıkıntı mı çıkarttı?'
'hayır... bira ister misin?' deniz böyle durumlarda onunla içmesi gerektiğini, başka hiçbir şekilde ne olduğunu anlatmayacağını bilirdi.
'iyi olur...' nehir birkaç dakika sonra buz gibi koca bir fıçı bardakla salona girdi. ilk yudum ikisininde rahatlamasını sağlamıştı.
'haydi anlat bakalım ağabeyciğine seni dinliyorum...'
'teoman'la ayrıldık...'
'nasıl? ve neden?'
'uzun zamandır başka biri olduğundan şüpheleniyordum. ki haksız değilmişim. geçen gün markete giderken telefonunu burada unutmuş. birisi aradı. açmadım ama adını merak ettiğim için baktım. tanımadığım bir bayan ismi yazıyordu. müvekkillerinden biridir diye düşündüm. bir kaç dakika sonra bir mesaj geldi. 'akşam 5 uygun mu? seninle konuşmam gereken önemli bir konu var.' yazıyordu mesajda. iyice meraklanmaya başlamıştım. marketten geldikten sonra ona 'seni şebnem hanım aradı. birde mesaj attı akşam 5 uygun mu? diye önemli bir şey konuşacakmış seninle' dedim. dememle aceleyle telefonunu alarak çıktı gitti. bir şey anlamadım ama artık iyiden iyiye şüphelerim artıyordu. takip ettim. kızıl kıvırcık saçlı, 1.70 boylarında bir bayanla, haddinden biraz fazla lüks bir kafede fazlaca samimi bir selamlaşmadan sonra oturdular. 2 saatlik hararetli bol kahkahalı bir konuşmanın ardından yine fazla samimi bir şekilde vedalaşıp ayrıldılar. ben onu arabasını park ettiği sokağın köşesinde bekliyordum. beni görünce afalladı. 'nasıl geçti şebnem 'hanım'la konuşmanız?' dedim. 'iyiydi' şeklinde son derece umursamaz bir cevap aldım. ' ''çok güzel... size mutluluklar!..'' deyip evime döndüm' birasından derin bir yudum alarak devam etti nehir. 'erkeklerin tamamı mı böyle yoksa ben mi böyleleri kendime çekiyorum?' bir an durdu. konuştuğu kişi de bir erkekti. hemen kırdığı potu 'sözüm meclisten dışarı' diyerek düzeltmeye çalıştı.
deniz psikoloji okumanın verdiği tevazuyla gülümsedi 'kısmen... çoğu hastam seninle aynı şeyden, erkeklerin bir türlü sahip çıkamadığı nefislerinden şikayetçi. tabii bunu benim de bir erkek olduğumu unutarak, öfkeyle söylüyorlar ama haklısınız sanırım hemcinslerim pek fazla kendilerini kontrol edemiyorlar.' dedi. bir yandan nehir'in bu olayı ondan beklenmeyecek bir olgunlukla karşıladığını düşünüyor, her an ani bir öfke patlamasıyla eline geçirdiği herhangi bir şeyle teoman'ın kapısına dayanacağını düşünüyordu. bir yandan da kardeşine ne olursa olsun ona destek olduğunu hissettirmek istiyordu. o bunları düşünürken, teoman özür dilemek için nehir'in telefonunu ısrarla çaldırmaya başlamıştı. nehir telefonu kapıp duvara fırlatmadan onu engellemeli, en azından sinirini çok sevdiği telefonundan çıkarmasına engel olmalıydı. oysa ki nehir bambaşka bir tepki verdi. telefonu deniz'e vererek bir daha onu görmek istemediğini bu işin bittiğini söylemesini istedi. deniz telefonu açtıktan sonra birkaç saniye arkadan değişik sesler geldi.
'alo? alo nehir?'
'teoman ben deniz ne oldu?' deniz bunu gayet sakin ama bir o kadarda canı sıkkın bir şekilde söylemişti.
'nehir anlattı mı?'
'evet'
'ne düşünüyor sence affeder mi?' teoman sanki nehir'i hiç tanımıyormuş gibi konuşuyordu.
'hala yaşadığına şükretmelisin bence...'
'hadi ya... tamam o zaman ben öfkesi sönünce ararım bir daha'
'arama boşuna iş bitmiş anladığım kadarıyla'
'peki o zaman... kendisine iyi baksın... hoşçakal' ve telefondan o klasik 'çıkırt' kapanma sesi geldi. bu ses şimdiye kadar nehir'in hayatında duyduğu en rahatlatıcı sesti.
iki hafta sonra televizyonda bir son dakika haberi verildi. 'ünlü avukat teoman askar intihar etti. evden gelen ağır kokular komşular tarafından fark edilince polise haber verildi. koç başıyla kırılan evin kapısının ardında askar'ın doğalgaz borusuna asılmış cesedi bulundu. elinde duran avukat cüppesi şeklindeki çakmağın anlamı polis tarafından araştırılıyor. askar'ın son iki haftadır evden çıkmadığı da elimize ulaşan bilgiler arasında.' nehir bu haberi duyduğunda üç hafta önceki teoman'ın doğum günü gözünün önüne geldi.
'doğum günü çocuğuna benim bir hediyem vaaaaar! ta-daaaa!' kırmızı hediye kutusundan çıkan avukat cüppesi şeklinde bir çakmak...