Kadin soguk bir güne uyanmisti. Aklinda dün gece dinledigi son sarkinin cümleleri esiyordu hala. Her gün oldugu gibi bugünde kendine bir kahve yapip, bir yandan monoton isi icin hazirlanirken, agzini yaka yaka kahvesini icebilir ve aldigi her yudumda hayatina isyan edebilirdi. Yapmadi. Bugün cok farkli birgün olacakti. Buzdolabinin kapagini acti. Disariya kisi acik kollarla bekleyen sonbaharin son günlerinin soguk havasi hakimdi. Yine de bir kac birsey alip balkonda kahvalti yapmak istiyordu. Uzun süre buzdolabinin icine ne yiyecegini bilmeyen bir insan gibi bos bos bakti. Birden yüzüne bir tokat yemiscesine dalginligina son verdi. Bir hamle ile buzdolabindan bir kac birsey aldi. Balkon kapisini acti. Ici soguk karsisinda ürperdi. Tüyleri diken diken olmustu. Üsümeliydi ama neden birsey hisetmiyordu? Tüm duygularini yitirmis gibiydi genc kadin. Kiragi ile kaplanmis masaÄnin yanina bir sandalye cekti. Kadinin üstünde ince beyaz bir gecelik vardi. Beyaz sefaf kumasin altinda genc kadinin disiligin temsili olarak adlandirabilecek kalcalari, gögüsleri ve pürüssüz teni görünüyordu. Doga anaya güzellik konusunda hic bir sikayeti olmamaliydi. Yüzünü sadece hüzün süslemiyordu bugün, üstünde bir de dünyalara sigmayacak umursamazlik vardi. 4 yilldir yasadigi bu dairede bir kez olsun bu kadar rahat olmamisti. Konu komsu ne der diye düsünmeden bacaklarini trabzanlara uzatti. Bicimli dudaklarinin arasina bir sigara kondurdu, yakti ve derin derin icine cekti bir defa da bitirmek istercesine. Sanki aldigi nefesi bir daha birakmayacakmis gibiydi. Gözlerini apartmanlarin arasindan az da olsa görünen ufuga dikmisti. Tan agariyordu, gök yüzünün rengi tanimlanamiyacak kadar güzeldi. Her mevsimin güzelligi vardi, genc kadin icin sonbaharin güzelligi sundugu renklerdi. Sehir sessizdi, arada duyulan tek tük sesler, sokak kedilerinin karinlarini doyurmak icin cöp kutularinda yemek arayislarindan geliyordu. Kadin düsündü, neden böyleydi? Neden bunlari yasamak zorundaydi? Hayat'a karsi inancini tümüyle kayip etmisti. Bir tavuz kusu gibi kafasini topraga sokup tüm köütlüklerin, acilarin, tehlikelerin gecip gitmesini istiyordu. Evet istegi cok korkakcaydi. Aslinda güclü olmasi, zorluklara gögüs germesi ve bu savaslardan galip cikmasi gerekiyordu. Ama o yorgundu. Hayatinin istemedigi sekilde yürümesinden o kadar yorulmustu ki, artik aglayacak gücü bile kalmamisti. Göz pinarlarinin kurumasinin ne demek oldugunu anlamisti. Sanki bir nehirin icinde hep akintiya karsi yüzüyordu. Kollari, bacaklari uyusmus gibiydi, artik kendini hisetmiyordu. Vücudu bitap düsmüstü. Iki odali dairesinde yalniz uyanmisti. Ruhsal yalnizliginin yillardir farkindaydi ama onu kabulenmemek icin elinden geleni yapiyordu. Bakmak ve görmek arasindaki fark gibiydi bu. Bugün uyandiginda ruhsal yalnizligini bir de fiziksel yalnizligi taclandirmisti. Sevmedigi bir is'te hapsolmustu, sevmedigi insanlara seviyormus gibi tahammül gösteriyordu ve bunlarin hepsini bilincli yapiyordu. Hergün yeniden, belki bir gün birsey degisir umuduyla. Ama degismiyordu, bunu dün gece anlamisti. Hayata tutunmasini saglayan son dal kirilmisti. Gözünün önünde dün gece olanlar canlandi. Siki siki gözlerini kapatti. Ne kadar siki kapatirsa o kadar az hatirlayacakmis gibi, unutabilecekmis gibi, zamani geriye cevirebilecekmis gibi. Vücudu siddetli bir sekilde titremeye basladi ama bu titreme hava'nin etkisi degildi. Icindeki bosluk öyle bir soguk salgiliyordu ki, dünya da ki tüm kutuplar yaninda sicacik bir ocak gibi kalirdi. Dalginligi titreyisiyle ayni oranda ilerledi. Titrek elini masanin üstüne koydugu buzdolabindan getirdigi kutuya uzatti. Ilacin etkisini kac dakkika da gösterdigi okumak icin, büyük gayret sarf ediyordu, o sirada acik tutmakta zorlandigi gözleri yavasca kapandi. Kollari kontrolsüzce sandalyeden asagi sallandi. Yere düsen ilac kutusu biraz yuvarlandiktan sonra kadinin cansiz yere sarkan eline carparak durdu.
son bir haftadır belirli aralıklarla bir yerden bass sesi geliyordu. baya güçlü kuvvetli bir de inanılmaz rahatsızlık veriyor; fakat kaynağını bulamıyordum. gel gelelim ki o gün sesi duyduğum anda pencereye fırladım ve aşağıda bir adet araç, içerisinde de yeterli miktarda apaçi veletler. 1 haftadır uyuyamama veyahut odaklanamama problemlerim yüzünden gayet sinirliyken bu kişileri teşhis etmenin verdiği taşkınlıkla, odamda elime ilk geçen seramik kalemliği arabanın camına doğru fırlattım. cam kırıldı. içeri kaçmam gerekirdi ama kaçmadım. içeriden apar topar çıktılar. noluyor lan naptın sen biip dediler. ben de s.ktirin gidin lan burdan pe.evenkler dedim. sen kimsin yar..m dediler. ben de o sinirle masamda duran bardağı alıp içlerinden birinin kafasına doğru fırlattım. kaçıştılar. olum manyak lan bu getirin buraya s.kecem belasını dedi içlerinden biri. ben de içeri koşup en büyük ve ağır bardaklarımdan birini aldım ve aracın arka camına fırlattım. arka camı da kırıldı. aşağıdakiler küfür kıyamet ama. herkes pencerelere çıktı bizi izliyor. lan dedim kaç gündür beynimizi s.ktiniz defolun gidin ya da sokun o bass ı g.tünüze dedim. aşağıdakiler şaşkın. ben şaşkın. nasıl yapıyorum bunları kendime inanamıyorum bir taraftan. bunlar yaklaşık 2-3 dakikada gerçekleşiyor tabi. sonra bir an irkildim. kendimi kısık gözlerle bilgisayar ekranına bakarken buldum. sonra cama çıktım. araç uzaklaştı. ben de aklımdan geçenleri yapamamanın vermiş olduğu hayal kırıklığıyla hayatıma kaldığım yerden devam ettim.
bir gün elimde enstrümanım yolda gidiyorum,
iki kişi yolun bir köşesinde konuşuyorlardı bende kafam önde yürüyorum onlara doğru yaklaştım biraz sonra o iki kişiden biri kafasını kaldırıp bana baktı ve aynı şekilde bende ona.
allah'ım böyle bir şey olamaz ilk görüşte aşık oldum. hemen arkadaşlarımın yanına gidip adını sanını kim olduğunu sordum. meğer ben onu geçen seneden beri tanıyormuşum da haberim yokmuş.
sonra neyse tanıştık vs. 3 4 ay konuştuk sonra her şey bitti(bu kadar).
sonra geri döndüm. anahtarı kapının üzerinde unutmuşum. ordan geçen biri almış kapıyı açıp içeri girmiş ve kapıyı içeriden kilitlemiş. kapıyı tıklıyorum tıklıyorum tık yok. en sonunda dayanamadım zile bastım. kapı açıldı. kapını ardında karşı komşunu kızı merve vardı. bana sitemkar gözlerle bakıyordu...
vay amk editi: hikaye silinmiş. neyse başında evden çıktım diyordu.
internette burnumun ucunda duran biriyle tanıştım ve çok etkilendim...oda benden etkilenmiş gibiydi saatlerce ettiğimiz eğlenceli sohbetten anlamıştım ve emindim. sonra ses soluk çıkmadı aklımda soru işaretiyle kalakaldım. ( kafamda deli sorular) sonra bütün cesaretimi toplayıp hiçbişey olmamış gibi yazdım kendince sebepleri olduğunu söyledi ve o zaman birdaha anladım ki..... aslında bişey anlamadım ya neyse...ettiğini bulsun dallama ne diyebilirim ki... 32 yaşında evde kalmış bir bağyana bunu yaparsan bidaha yüzün gülmez benden söylemesi .
tanım: sözlük yazarlarının bazen aşka, bazan mizaha yöneldiği hikayelerdir. bir de benim gibi güldürürken düşündürenler var. *
örnek olarak size bi hikayem:
zall sen içme!!!
soğuktu, alaca karanlıktı filan değil normal her günkünden bir gün uludağ sözlük genel merkezine gittim, içeriye girdiğimde sıvazlayan ya da sıvazlanan bişi de yoktu yani , alkol sigara, zevk ve eğlence dedikodularına aldanarak gitmiştim aslında. bir yazarları olarak bende katılmak istemiştim sonuçta.
malum beleş olur mu lan acaba diye de geçirmedim değil içimden, sonuç itibari ile ben ve arkadaşlarım sayesinde kurmuşlardı onca modern tesisleri.
velhasılı kelam; girdim içeri bar ın olduğu kat a çıktım, 10 katlı 4 şeffaf asansörlü binadan.
görseniz zall zenci rapçılar gibi oturmuş bi köşeye, etrafında melezler, 7 milletten hatun kişi niyetine varlık. o an aklımdan geçmedi değil, ulan şu dişi varlıklar insansa, zall ne olaki? evrim için gerekli ara form mu?
neyse konuyu saptırmayalım, geçtim bar a ve haykırdım, uludağ sözlük yazarıyım ben diye, bi ikramınız yok mu? ilk içki beleş dediler, eyi dedim aldım içtim, keriz malı tatlı olur diye, adi şarapmış, ama beleş sirke baldan tatlı olur misali içtiğim en kalite şarap gibi geldi, o köpek öldüren.
neyse ilk kadehten sonra bi tuvalete gideyim elimi yüzümü yıkayım ki dönüşteki atraksiyondan evvel azıcık bi toparlanmış olurum diyerekten koyuldum yola. iki tuvalet vardı birinin üzerinde ağa pokunun üstüne pok olur mi lo yazıyodu, içimden bi okkalı laf geçti, sonra egonu da seni de ulan dıt dıt dıt dedim. işte, para adamı bozuyomuş lan, halbuki ben bir fenerbahçeli olarak zall ı hep o timsah yürüyüşü yapan, bizi cümle aleme rezil eden sempatik aptal olarak hayal etmiştim. ama alem puşt olmuş arkadaş neyse işte.
her neyse, elimi yüzümü yıkadım, aynada kendime baktım, şöyle bi silkinip kendime geldim. artık cesaretim tamdı, geçtim zall ın karşısına, tüm içkiler benden dedim. zall bi duraksadı, sonra bana doğru tüm vücuduyla döndü ve ruj lu dudaklarıyla şu cümleler döküldü ağzından;
- adamım, kazanarak değil kısarak zengin olursun, bak bana, hep bana, hep bana dediğim için kızlarla koltuğun arasında olan, benim kucağım, sense bar sandalyesindesin.
adam yardımcı olmak istemişti, yine de içinde ölmeyen bi kaç insanlık kırıntısı kalmış demek ki, dedim içimden. kötü niyetli bir pintinin yardımı bu kadar oluyormuş ne yapalım. ama yine de ben onun gibi basit zevklerin peşinde olan biri değildim, döndüm ve dudaklarımı öyle öne çıkararak filan değil, elimi masaya vurarak haykırdım şunları;
- tüm içkiler benden, erkek adamın ağzından çıkanla, başka bi yerinden çıkanın farkı olmalı dimi ama.
zall:
- bak ortam kalabalık, bunlar da alışkın durmadan içerler sıçarlar, başına iş alma.
neyse sonra bu melezlerdi, zencilerdi, elfe benzeyenlerdi, bide böyle uzun kıvırcık saçlı, kir pas içinde mağaradan yeni çıkmış garip üniversite öğrencisi kılığındaki ufolar dı, hepsi içkiye akın etti. içtiler , içmesine de, içmekle kalmadı ki hayvanlar, bide zıçtılar afedersin amirim. içmesini bilmeyen adama içirirsen diyecektim ki, adamlar profesyonel içiciydi halbukisem. yani afedersiniz hepsinin de kakası kahve rengi yeşil arasıydı, kusmukları da öyle. hiç pembe olanı filan da yoktu. sonuç olarak hepsi de insanlar içinden bir insandı, zall konusunda hafif şüphelerim olsa da.
neyse içtim ben de haliyle, sonrasını hatırlamıyorum. uyandığımda her tarafım ağrıyordu, böyle dayak yemiştim şu ahir ömrümde dedim, sonra zall ve arkadaşlarının marjinal eğlence eğilimleri geldi aklıma, ve bir titreme sardı vücudumu, ulan dedim zikmeseler bari, çok şükür bi sıkıntı yoktu, yok o bişi değil delikanlılık elden gidecekti sonra, evlerden ırak aman aman!!
ulan, dedim; akşama gidicem yine, gösterecem bu ipnelere, soracam hesabını. vardım yine o günahların genel merkezine çıktım o zallım ın karşısına ve haykırdım fütursuzca;
- naptınız lan ipneler, ne istediniz benim gibi delikanlı adamdan, diye koydum postamı,
-hesabı ödemedin lan dıt, dedi. bildiğin dıt dedi lan. ben dıtlamadım. küfretmeyi yemedi tabi.
sonra devam etti,
havayla mı çalışıyo lan burası, hesabı kitlemek var mı öyle, sabah yiyeceğim son derece kaliteli havyar kadar param gitti senin yüzünden.
döndüm sonra tüm bar sakinleri, mağara adamına benzeyen üniversite öğrencisi kılıklı ufonun gözlerine odaklanarak;
- tüm içkiler benden.
ufo ne sevinmişti öyle, ulan ufo değilmiydi acaba, hafifte kamburu vardı su aygırı ya da gergedan olma ihtimali üzerine biraz düşündüm sonra yine düşünen bir hayvan lan bu heralde dedim, neyse işte, hepsi de olabilirdi sonuçta. farketmezdi aslında o en basitinden bir alien dı benim için. *
...
ertesi sabah uyandığımda yine pataklanmış haldeydim, ulan dedim, bunları etmeli tekdir tekdir uslanmayanın hakkı kötektir. nus ile uslanmadılar tekdir ettik sıra köteğe gelmişti anlayacağınız.
her neyse işte, akşamın karanlığı çökünce güzel istanbul'a, gözlerimi kapamama gerek kalmamıştı istanbul'u dinlemek için. ah istanbul istanbul olalı görmüşmüdür ki böyle zulüm dedim, ulan her yer eylem her yer garip yaratıklarla doluydu, her köşe başında alien diye bahsettiğim o uzun saçlı hafif kambur, tıknaz yaratıklar vardı, bir de ufo yok derler, basbayağı ele geçirmişti ufolar ,istanbulu. üniversite öğrencisi kılığına girerek üstelik. böyle ninja turtles la silvester usta ya benzeyen radyasyona maruz kalmış canlılardı sanki, ellerde pankart, ben senin benim olma ihtimalini sevdim, aziz istanbul diye haykırıyorlardı. since 1453 dedim içimden, sonra atadan yadigar bir genin etkisiyle olsa gerek; geldikleri gibi giderler heralde dedim. azdılar ama sesleri çok çıkıyordu, ne kadar azgın bir azınlık dedim içimden ki gerçekten öyleydiler, milyonlarca insanın yaşadığı bu aziz kenti mağaraları sanıyordu bu alienlar.
neden sonra, aklıma geldi uludağ sözlük genel merkezine gitmem gerektiğini hatırladım, döndüm ve iğrenerek baktım kapıdan sonra girdim içeri o günahların genel merkezinin kapısından.
ve zall ın döner koltuğundan dönmesini bile beklemeden haykırdım adeta bir brave heart gibi:
- çay ocağı camiyi geçince bebeğim, şakir ne ya ay çok demode diye ekledi fakir ama özenti kız.
sonra döndüm bende bi cevap lazımdı neden olsa;
- susun lan dejenere olmuş memleketini unutmuş yaratıklar, artık söz milletin
ama yinede eksik olan bişeyler vardı ekledim neden sonra şu cümleleri;
- pardon, bu gün içkiler benden, yenilsin, içilsin, vur davulcu davula, çık özenti kız söyle şiirini, dön özlediğin topraklara, göz yaşlarınla akan da bulacaksın anlamını hayatın , her uğradığında sılana.
çocuk elindeki kadehi bıraktı ve döndü fakir ama özenti ve dejenere kıza;
- at kadehi elinden dedi makamlı bi şekilde, biz bu değiliz, dedi ve ekledi; biz, kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş olan bir ağaca mı aitiz, biz köklerine ihanet eden bir meyve olmaktansa köklerine sadık bir çiçek olalım, ve aynı ağacın tohumlarını yapalım birlikte.
ulan ne duygulanmıştım, dejenere olmuş taklit ve özenti bi toplumun bir parçasına dönüşmüş bir şahsın kurtuluşuna vesile olmuştum ya, yeterdi artık bana, yediğim tüm dayaklara değerdi artık. ama aklıma bi yer de takılmamış değildi, kız meyve miydi taklit miydi? yani fakir ama özentiydi haliylr dalları taklit, deyince cuk oturuyordu, her neyse işte, sonuçta fuhşa giden yolda yok olmak üzre olan aciz bir bedendi, köklerini anımsamıştı belki benle birlikte yaşadığı ufak bi dejavu ile, o kızın ve çocuğun meyveleri ise koca çınar ın köklerinin bilincinde yetişecekti artık.
neden sonra ulan hikayelerde hep olur ya bu kalıp gıcık olurum harbi inadına kullanıyorum zaten
asıl geliş amacım geldi aklıma, o birkaç dakikada gelişen fırtınalı anlar bitmiş ti ve ben de dönmüştüm yeniden zall'a;
- bütün içkiler benden!!!
zall garip bi bakış attı ve;
- dünde hesabı ödemedin lan dıt dedi yine, dıt dedi lan ben dıtlamadım. yemedi yani halen, sarhoşken dövüyor anca hıyarağa, ayık kafayla cesaret edemiyor çakallll!!!
sonra bende döndüm ona ağzımı hafif eğerek, aşağılayıcı bi bakışla, içince bana saldırdığını vurgularcasına şunu söyledim kulağına;
not: bu hikayedeki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünü olup, çok feci siyasi, toplumsal ve öğretici mesajlar içerir. özet geçmeyip okuyanlar pişman olmayacağından özet geçip de sizi daha az zevke mahkum etmek istemedim.
- zall, sen içme bokunu çıkarıyorsun.
bundan bir kaç sene önce yazlık bir beldede pandomim gösterisine gitmiştim. sanatçımız klasik bir sunum yapıyordu. olmayan duvarlara dokunuyor, hayali ipleri çekiyor, esmeyen fırtınaya karşı yürüyordu. çok eğleniyordum. Ta ki oyuncumuz şovunun en can alıcı kısmını sergilemeye başlayana dek. O andan sonra gösteri bambaşka bir anlam kazandı.
pandomimcimiz ağır olduğu her halinden belli olan (yani pandomimcinin her halinden belli oluyor) bir kutuyu kaldırmaya yeltendi. ıkınıp sıkınarak yerden biraz havalandırdı. çok zorlandığı aşikardı. gavur ölüsü gibiydi meret. dizlerine kadar çekebilmeyi başardığında yüzü resmen pancar kesilmişti. yanakları şişkin bir halde hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. her an bırakıp pes edecek gibi bir hali vardı. ama o pes etmedi. beline kadar çıkartıp biraz soluk aldı. şimdi en yukarı kaldıracaktı. yaz gelende kışlıkları gömme dolabın en üstüne kaldırma sahnesi olmalıydı bu. son enerjisiyle kutuyu belinden yukarı doğru kaldırmaya giriştiğinde akustiği mükemmel ayarlanmış tiyatro sahnesinde tiz bir ses yankılandı "fizuuuuuvviiittt!!"
3 ila 5 saniye sürdü bu ses ama izleyenlere çok daha uzun gelmişti.
evet pandomimcimiz osurmuştu. ağır yük kaldırmaya çalışan herkesin başına gelebilecek doğal bir durum.
bazılarımız bu sahneden büyülendik, bazılarımızsa yakışıksız bulduk. ama hepimizin şaşırdığı, soru işaretleriyle cebelleşmeye başladığı aşikardı.
-acaba pandomim sanatçısı olayın gerçekçiliğini arttırmak için bilerek mi osurmuştu?
-öyleyse bu gerekli miydi?
-eğer böyleyse o istediği zaman osurabilen biri miydi? parlak bir kariyer için büzük terbiye disiplinleri mi uygulamıştı yıllarca?
-belki de osurması rol değildi. o, sanatını kusursuz bir şekilde icra edebilmek için, yaptığı gerçekdışı fiiliyata kendini inandırmayı seçen bir profesyoneldi.(yanlışlıkla kutu ayağına düşse ortalığı birbirine katardı) o an gerçekten zorlandı ve bundan dolayı basınç dötünden fırladı?
-yoksa ortada gerçekten görünmez bir kutu vardı da adam süper pandomimciyim diye bizi mi yiyordu?
bunlar tartışma konusu ama sonuçta ilginç bir gece geçirmiştik.
Not: Bu yazı vesilesiyle Efsanevi absürd komedi programı "ŞOK" daki "Pan Flütlü Pandomimci Zanfir" abimize selamlarımı ve sevgilerimi sunarım. Ah ulan ŞOK sen bu ülkeye fazlaydın. Kıymetini bilmediler.
Alpay Erdem'in yarattığı karikatür tiplemesi gibi sık sık gözlemlerdim oğlumu. Davranışlarını, başkalarıyla olan ilişkilerini, oyun oynarkenki hallerini.
Ve bir durum çok endişelendirirdi beni.
Ne zaman yaşıtı olan kuzeniyle bir araya gelip filmlerde gördükleri karate sahnelerini canladırmaya başlasalar dayak yeme rolüne soyunan hep benim oğlum olurdu. Aksiyonla eş zamanlı yükselen "dıfuaa", bufoaa" şeklindeki ses efektleri eşliğinde Van Damın tokata koşması canlandırılır, tekmelerin, yumrukların sahibi hep kuzeni olurdu.
Bizimkisi ise dayak yemenin hazzını keşfetmiş meczup gibi o koltuk senin bu kanepe benim oradan oraya atar dururdu kendini. Midesine aldığı darbe sonrası iki büklüm kesilip ağır çekimde geriye doğru sendelenir, önceden ağzına doldurduğu suyu kan tükürürmüşcesine üstüne boşaltırdı.
Çenesine aparkat yediğinde gözlerini kısıp başını geriye doğru atar, uçuşan dişleri temsil eden ufak kağıt parçacıkları üflerdi havaya.
Ve sonra hoop oğlum yine yerlerde. Düşerken eylemsizlik yasasına bile riayet eder halının üstünde ters takla atmayı ihmal etmezdi.
Tüm bunları yaparken büyük zevk alıyordu. Dayak yemeye doyamıyordu resmen. Bir kere olsun "şimdi ben van dam olacam" lafını duymadım ağzından. Bir an için rakibine karşılık verdiğini, cılızda olsa bir iki yumruk sallayıp şansını denediğini görmedim.
Tüm bunlar korkutuyordu beni. Oğlum niye hep ezik olanı oynuyordu? Yoksa kendini öyle mi görüyordu? Karaktersiz bir çocuk muydu? Film kahramanı olmayı kendine layık görmeyecek kadar özgüven yoksunu muydu? Kuzeni karşısında baskın çıkamayacak kadar kişiliksiz miydi?
Yoksa? Aman tanrım yoksa benim oğlum mazoşist miydi. Gözlerinden okunan zevke bakılırsa böyle olması da büyük ihtimaldi. "Eyvahlar olsun bu ilerde kesin ibne olur" du.
Yanıtı tam olarak bilemiyordum. Ama bildiğim ve kabul etmek istemediğim bir gerçek vardı ki o da bizim oğlandan hiç bir bok olmayacağıydı. Bu atılganlıkla çok iyi yerlere geleceği aşikar olan kuzeni ve ona benzer kişiler tarafından sömürülüp duracak, hayatın baş aktörleri yanında itilip kakılan bir figuran olarak yaşayacaktı.
Aradan yıllar geçti. Oğlum büyüdü yetişkin bir erkek oldu. Hani bu düşündüklerimi ona söylememiştim ama o, demediklerimi bir bir yedirmişti bana. Ne kadar da salakmışım. Ön yargılar gözlerimi nasıl kör etmiş. Oğlumun, sopa yedikçe şekilden şekle giren adam olma konusundaki istekliliği meğersem onun içinde bulunan sanatkar ruhundan ileri geliyormuş.
Öyle ya filmlerdeki kavga sahnelerini bir sanatçının bakış açısıyla izlersek cereyan eden olaydaki asıl maharetin dayak yiyen adam tarafından gösterildiğini anlayabiliriz. Gerçekte çenenin bir karış yanından geçen yumruğa sanki suratta patlamışcasına tepki verebilmek, vücuda değmemiş tekmenin ayakları yerden kesen etkisini gösterebilmek, basit kroşe ve tepik hareketlerinden çok daha büyük ustalık ve beceri isteyen bir iştir.
Kavga sahnesinin inandırıcılığını, izleyenleri içine alan bir gerçekçilik kazanmasını dayak yiyen adamın ifade kabiliyeti belirler.
işte benim oğlum, içinde hiç bir incelik ve kabiliyet göstergesinin bulunmadığı düz dayak atan adam olmak yerine, yeteneğini konuşturabilme fırsatını bulduğu dayak yiyen adam rolünü bunun için seçiyordu. Çünkü o sanatçı ruhunu ifade etmek için yaratılmıştı. Vücud dilinin hünerini sergilemekten büyük haz duyuyordu.
Büyük adam olacağı eşşek sudan gelinceye kadar dövüldüğü daha o oyunlardan belliydi. Ama benim man kafam bunu anlayamamıştı.
Oğlum şu an çok başarılı bir tiyatro oyuncusu. Kuzeni ise hep aynı klişe işlerle uğraşan mutsuz bir muhasebeci oldu. Yine de bazen, aralarında gerçek bir kavga çıksada bizimkisi bunun kafasını gözünü patlatsa, geçmişin öcünü alsa diye düşünmeden edemiyorum.
Baba yüreği işte.
dogum gunumun ( (#910024) ) gecesinde " google bana sozluk bul lan allahsiz " dedim , "2 tane en iyisinden masama getir cabuk" didim. bir tanesinin tadi cok eksi geldi , almiyim dedim. uludag sozlukmus ikincisi de , kizgin kumlardan serin sulara hesaabi. boyle iste. tesaduf bu ya yazar alimlari da acikmis. ( hep acik lan ) *
sokak lambasına yaklaştıkça büyüyen gölgem git gide irileşmeye devam ediyordu. oysa lamba dikkatimi çekmeden önce gölgemin varlığından, nerde ne halt ettiğinden bi haberdim. yaklaşıyorum gölgem devasa bir hal alıyor sonra yavaş yavaş küçülüyor ve lambanın altına geldiğimde ayaklarımın altında eziliyor. lambayı geçtiğimde ise arkamdan bana göz kırpıyor. tıpkı yeni doğan bir çocuk gibi.. hayat gölgesiz, kirsiz, kötülüksüz başlıyor ta ki yasak meyveler, kirler, kötülükler fark edilene kadar. nefis istiyor bunları fakat bunlar kirletiyor insanı. hayat tattıkça kirletiyor insanı. tertemiz başlıyor; temiz tutmak ya da kirletmek biraz senin kontrolünde birazda lanet dünyanın; dünya nın lanetliği yahut güzelliğide göreceli. lambanın etrafından dolanmak ya da altına kadar sokulmak yine senin elinde. fakat lamba sana ışığını yağdırmaya, hayat sana kötülüklerini kusmaya her daim devam edecek.
edit: basit bir deneme. teorik olarak lambaya yaklaşıldığında ya da lambadan uzaklaşıldığında gölegenin ne hal alacağı konusunda bir malumatım yok. saygılar.
+ abi kısa hikayemi yazıyorum dikkat.
- lan yaz lan ama kısa olsun.
+ hettiri höttürü hettiri .
- vaay yavrum kısaya bak kısaya.
+ abi karışma yardırdım gidiyorum ne güzel.
- ama her kısanın bir kısası var be gülüm.
+ abi bak hamili yazı yakınımdır .
- daha kısa daha.
+ hami.
yazarların yaşadığı ve yaşattırdığı hikayeler de denilebilir. örneğin;
efenim okulca yedigöllere bir gezi düzenlenir. geziden önce duyduğunuz bir yurt hikayesini yolculuk esnasında uygulamak istersiniz ve yaparsınız, şöyleki;
yola çıkmadan önce şakanın gerçekçiliğini ve şiddetini arttıran ana kahraman "melemen" malzemesi alınır, arkadaşın öğrenci evinde (o zaman yurtta kalıyodum) bir güzel melemen pişirilir ve soğumaya bırakılır. soğuyan melemeni bir siyah poşetin içine miktarı çok olmamak suretiyle doldurulur.
yolculuk midibus dediğimiz 30-35 kişilik araçlarla yapılıyordur ve siz midibüsün en ön sağ koltuğunda koridor tarafında yerinizi alırsınız. yanınıza ayrıca 1 adet somun ekmek alırsınız ki işlemin tamamlanması için şarttır.
yolculuktan önce sesli bir şekilde yanınızdaki arkadaşa; "beni acaip yol tutar. o yüzden öne oturalım dedim" sana denir. arkadaş olayın bir diğer kahramanıdır.
yola çıkılır. yedigöller boluya yaklaşık 60 km uzaklıktadır ama yol bozuk olduğu için bu mesafe 4 ila 5 saatlik bir zaman dilimi arasında kat edilmektedir. yolculuğun 2. saatinin başlarında sizi şakacıktan yol tutmaya başlar ama şakacıktan kısmı sadece sizin iki kişilik ekip tarafından bilinmektedir. sizi yol tutmaya başlayınca kusar gibi olursunuz ve içine melemen doldurduğunuz poşeti çıkarır ve içine kusar gibi yaparsınız. kustuktan sonra rahatlamış bir ifadeyle yolculuğa devem ederken diğer yolcuların rahatsızlığı çok belirgenleşmiştir. ama kafii değildir bu sefer yanınızdaki arkadaşınız sizin rahatsızlığınızdan etkilenir ve onu da yol tutar(şakacıktan yine) o da poşeti ağzına götürüp kusar gibi yapar. ve gelelim olayın merkezine. rahatlamış bir ifadeyle arkadaki yolcuları gözetlerken arkadaşınız size acıktığını söyler.ve malum siyah poşetin uçlarından kıvırarak iki parçaya böldüğünüz ekmeğin biri arkadaşınız tarafından diğeri sizn tarafından afiyetle poşete bandırılarak yenir. sonuç mu? aniden duran midibus ve hep beraber kusan 34(şoför dahil) bir topluluk
kimliksizlik çektiğimiz oluyordu onunla bazen. arada bir kendimizi kaybedip, arada bir yer değiştirip, arada bir yokolup, arada bir patlama noktasına gelip, derin bir uçurumdan uçmanın nasıl bir şey olduğunu tadıyorduk. sırf merak olsun diye.
onun düşüncesi biraz farklıydı benden belki, o diyordu ki, "savaşmalıyım", yapmalıyım. ben diyordum ki, "sakince, kimsenin bilmesine gerek olmadan sessizce bir şeyler yapmalıyım". bazen kavga ettik gecelerce. bazen bu kavganın orta yerinde sarıldık birbirimize. desteğe en ihtiyaç duyduğumuz anda yanımızda bulduk birbirimizi. en anaç tavırlarla, en babacan samimiyetle süzdük birbirimizi. en yalancı halimizle de tanışmıştık, en dürüst halimizle de. dokuz köy ne ki, gzmediğimiz diyar kalmamıştı. görmediğimiz kent, ayak basmadığımız kara, üstünden geçmediğimiz kıt'a, aşmadığımız çöl..ama hep beraberdik işte, ayrılmamıştık hiç ve ayrılmayacaktık. plan buydu..
bir gün hastalandı o, "yapamam ben, bensiz git" dedi..anlamadım. anlayamadım ne olduğunu, hastalığı neydi, söylemedi. sadece "artık ben seni tamamlayamam, sen de bana eş olamazsın artık, ayrı bir yapıdayız" dedi. gene anlamadım. "git!" diye bağırdı en son. "git, bana daha fazla acı çektirme..". ben? ben mi ona acı çektireceğim, ben mi? ona bu kadar değer veren ben, onu bu kadar seven ben..oysa ben hep sadıktım ona, oysa ben hep yanındaydım, her şeyimi bilen oydu, ama o bana en ufak hastalığını bile söylemiyordu artık. neydi bu değişim? neden?
uzun süre düşündüm, onsuz çıktım yola, hayatımda ilk kez..onsuz yapacağıma inanmıyordum, çünkü inancım kalmamıştı bir süredir tanrıya. onu kaybetmek demek benim için hayatla olan bütün bağlarımı yitirmem demekti. onsuz nasıl yapardım ben, bu hayatta nasıl kalırdım..evet, ben sakindim, evet ben soğukkanlıydım, ama şimdi içimden bütün her yeri yıkmak, onun dediği gibi, her şeyle savaşmak geliyordu.. anladım sonra. anladım ki, aslında beni frenleyen, olgun hale getiren şey, ondaki hırstı. biz birbirimizi tamamlamak için yaratılmıştık ve ben bunun sakin kısmını oluşturuyordum. aslında ben de savaşçıydım, ama ondaki hırsı görünce, onu sakinleştirmek için, onun zarar görmesini engellemek için, kendi kendime bu kalıba girmiştim. yola koyuldum..
nice zorluklarla karşılaştım, ağladım tek başıma. haykırdım sonsuz bir vadinin tam ortasında. tek başıma ne yaptığımı bilmedim hiç, amacım da yoktu bunu bitirmek için. dönmek istedim. geri dönüp ona sarılmak istedim, tek istediğim buydu.
onu en son bıraktığım yere, o küçük köye girerken heyecanlanmıştım, "belki" diyordum içimden, "iyileşmiştir, belki gene beni kabul eder, belki gene gelir benimle, belki gene benim ışığım olur". içim içime sığmıyordu.. onun olduğu eve gittim, kapıyı çaldım. kimse yoktu, ev boştu. koştum..sadece koştum, nereye gittiğimi bilmeden. karşıma bir çocuk çıktı, küçük bir kız çocuğu.. "nereye gidiyorsun?" diye sorduğunda cevabım sadece "hiç" oldu. bana " burada yerin kalmadı, git. git ve buraya onu gönder" dedi..birden farkettim, o küçük kız çocuğunun gözleri, gözleri aynıydı. aynı savaşçı, inatçı, gururlu gözler.anlamıştım sonunda ne yapmam gerektiğini.."hoşçakal küçüğüm" dedim. "hoşçakal..".
sanırım aynı hikaye hala tekrarlanıyor ve sürekli birileri bu dünyadan ayrıldıkça yerine yenileri geliyor.
mayıs ayı..
üzeri çimlerle kaplı ufak tepeciklerle dolu,yer yer ağaçların olduğu,dağlı bir Anadolu köyü..
saat sabah dokuz civarı..
kişi mezarını açar,
mezarın başına taşını koyar ve üstüne,ölüm günü olarak o günü yazar,
öyle bir elektronik düzenek hazırlamıştır ki,belirli bir süre sonra çalışacak olan bu mekanizma mezarı toprakla dolduracaktır..
böyle bir mekanizmaya ihtiyaç duymasının sebebi,onun sessiz bir şekilde gitmek isteyişidir..
adam son defa etrafına bakar,
son defa çimlere,
ağaçlara,
son defa dağlara..
adam çoktan karar vermiştir..
girer mezarına dikkatlice,neden dikkat ediyorsa artık..
uzanır boylu boyunca mezarına..
bıçağı zorlukla çıkartır kemeri ile pantolonunun arasından..
son defa güneşe ve bulutlara bakıyordur..
boğazına dayar bıçağı
1-2 damla gözyaşı gözlerinin kenarlarına doğru toplanır..
bıçağın soğukluğunu hisseder
belki de ölümün önyargısal soğukluğudur..
ama en azından kendisi ölümü mutluluk olarak görür..
çünkü kurtuluştur..
memksiz bir kurtuluş..
ilk defa cesaret eder..
ve bıçağı saplar boğazına..
gözleri açık kalmıştır..
gözyaşları şakağından toprağa doğru akar..
güneşe bakıyordur..
birazdan tam anlamıyla can verecektir..
ve birazdan toprak üzerine dökülecek,
birazdan koca bir ağırlık üstüne çökecektir..
ama o adam için bu ağırlık, yaşamın diğer ağırlıklarından hafif olacaktır..
zaten o yüzden gitmiştir..
gözleri son defa güneşe bakıyordur..
..
mekanizma ayarladığı anda çalışır,ama daha ölmemiştir..
aksilik onu ,ölümünde bile rahat bırakmaz..
gerçi öyle yada böyle,ya yarasıyla yada toprağın ağırlığıyla yada boğularak ölecektir,ama bu fark onun için önemlidir,
ağırlığın altında kalıp ölmek istemez..
biraz nemli toprak gözlerinin içini doldurduğu anda..
suratının üzerinde inanılmaz bir basınç olmasına rağmen
içinde son bir yaşama isteği olur..
çünkü ilk defa bu kadar toprağa yakındır..
çünkü ilk defa otların o güzel kokusunu almıştır..
o nemi teninde hissetmiştir..
ama bu en fazla 1 saniye sürmüştür..
ama hayatında hiç böyle güzel bir 1 saniye yaşamamıştır..
o 1 saniye,ona yıllardır hasreti olan yaşam sevincini tattırmıştır..
ve ona 1 saniyelik bir pişmanlık vermiştir..
keşke yapmasaydım diye..
2 saniye sonra boğazının kesik olması onu öldürmemiş olsa bile,
belki de ceza olarak,toprak onu öldürür..
adam geldiği yere gider..