yazarların hikaye denemeleri

entry28 galeri0
    1.
  1. 2.
  2. http://nch.blogcu.com adresinden ulaşılabilecek hikaye denemeleri de mevcuttur.
    0 ...
  3. 3.
  4. uzakdogunun bağrından kopup gelen bir zen üstadının yolu new york'a düşmüştür. new york da yoluna devam ederken, her zamanki gibi rocksteady ile bebop ikilisini kovalayan ninja kaplumbaglar ile karşılaşan usta, genç kaplumbağaları izlemeye başlar. salak ikili rocksteady ile bebopu bir güzel patakladıktan sonra shredderın yanın postalayan genç kaplumbağalar evlerine, kanalizasyonun o eşsiz kokusunun olduğu yere, derinliklerine giderken, zen ustadi karşılarına çıkar. ve etkileyici dövüş tekniklerini ve hangi disiplini kullandıklarını sorunca, kaplumbağların başı sayılan leonardo şöyle buyurdu : 'biz bilmeyiz öyle teknik neyin, ustamız bize ne derse o!' der ve geri çekilir diğer kaplumbağa arkadaşlarının yanına.
    daha sonra merakı daha da artan zen üstadı 'o halde beni bu tekniği ve disiplini size öğreten ustanıza götürün!' der.
    bir süre 4 genç kaplumbağa aralarında konuştuktan sonra zen üstadının zararsız ve gayet ihtiyar olduğunu, bu durumla hiçbir şey yapamayacağını da düşünerek, karargahlarına götürürler, gözleri kapalı bir şekilde.

    kanalizasyon kapısının hemen dışında bekleyen usta splinter, gözü kapalı getirilen birini görünce, hemen zen üstadı olduğunu anlamıştı.

    daha sonra usta splinter şöyle buyurdu : 'açın gözlerini mikelenjelo! der ve mikelenjelo gayet yavşak bir halle : 'ehihehi, tamam ustaa' der ve gözlerini açar.

    zen üstadı gözlerinin uzun süre kapalı olması sebebiyle gözlerini ovuşturduktan birkaç saniye sonra 'usta splinter'i görünce hayalkırıklığıyla beraber genç kaplumbağlara serzenişini dile getirdi :

    dostum usta dedin ama bu adam fare
    0 ...
  5. 4.
  6. 5.
  7. kapıyı açtığımda memelerini sıvazlıyordu ile başlayan opbenimelahat@hotmail.com msn adresim sanal oral her türlü sex yapılır diye biten hikaye denemeleridir.
    2 ...
  8. 6.
  9. tarih: 31.12.2004
    mekan: bir öğrenci evi

    yeni yıl heyecanı bünyeleri sarmıştır. lord lucifer, lord lucifer'in kız arkadaşı, aykut ve aykut'un kız arkadaşı yeni yıla birlikte girmeye karar vermiştir. rakı, votka, bira gibi içinde alkol barındıran bilimum içkilerden alınır. sağlam da meze dizilir. eve gelinir. saat 22:00'da içmeye başlanır. ortam güzeldir, çalan şarkılar harikadır. bir ara lord lucifer dansöz gibi çıkar ortaya oynar hatta.

    saatler ilerler. alkol su gibi akmaktadır. alkol'un yanında kimse çaktırmasa da fındık da bayağı revaçtadır. özellikle lord lucifer ve aykut fındık yeme konusunda gizli bir rekabet içindedir. yalnızca aykut'un sevgilisi az içmektedir. ama bir kızın bünyesi zayıf olduğu için sarhoş olmasına yetecektir.

    saatler 23:59:50 olduğunda herkes bir ağızdan bağırmaya başlar. on dokuz sekiz..

    aykut: iki bir yipppuuuu ehiii yeni yıl ahuhuah yeni yıla girdik lan.
    lord lucifer: iki bir sıfırrrrrrr. hadi herkes yatsın uyusun.

    kahkahalar eşliğinde herkes odasına çekilir. gece asıl şimdi başlamaktadır. fındık etkisini göstermiştir. aykut odasında sevgilisi ile öpüşmeye başlar. sevgilisinin kazağını çıkarır. fındık engel dinlememektedir. bir an önce zafere giden yolda koşmaya başlar. ardından sinsice tek elle kopçasını açar ve saniyesinde tepki alır.

    + ayhh napıyorsun aykuttt?
    - bişey yapmıyorum.
    + ileri gidiyorsun. şimdilik bu kadarı yeter.
    - hmmm. evet haklısın yaa ne yapıyorum ben? en iyisi oturup sohbet edelim. dur ben kendime bir rakı daha alayım.

    odadan çıkılır. sinir katsayısı yüksektir. iki kadeh rakı doldurur aykut. sevgilisine kıyakta yapar. rakısını fazla koyar. lord lucifer'in odasının önünden geçerken sesler duymaya başlar. kapıya yaklaşır ve dinlemeye koyulur. "ahh, ohh, devam et, ye beni lusiferrr sesleri aykutu iyice sinirlendirir. ardından şu diyalog duyulur:

    lord lucifer: aşkım biraz da sen yukarı çıksan yoruldum ben.
    lord lucifer'in sevgilisi: tamam aşkım. dur çekil biraz. tamam. ahh yavaşşş. yanlış yere giriyorsun yaaa. dur. tamam oldu. ohh. çok güzell. lord lucifer ben kötü oluyorum. aaahhh durrr.
    lord lucifer: daha hızlı, daha hızlı.
    lord lucifer'in sevgilisi: ahhh dur lütfen dur. yapmaa... yeter! böğğüükkkk.
    lord lucifer: lahhnnn dur çekil siktir, üstüme geliyor lahn!
    aykut: puuhaauhauhuahuaha.
    lord lucifer: lahn! aykut! siktir git lan! kapıda bizi mi dinliyorsun şerefsiz?

    ardından lord lucifer odadan çıkar. aykut yerleri tekmelemektedir. lord lucifer önce kendi üstünü temizler, sonra aykut'u tekmeler. ardından odaya girer ve sevgilisinin üstünü ve yatağı temizler. yerdeki kusmukları temizlemeye gerek duymaz. ardından tekrar bildik sesler duyulmaya başlar.

    aykut elinde rakılarla sevgilisinin yanına gider. ama o da nesi sevgili kişisi uyumaktadır. yanına gidilir ve uyandırılır. ama sevgili kişisi rakıyı içmek istemez ve uyumaya devam eder. yaklaşık yarım saatlik yalvarmalarda sonuç getirmez. fındık yemiş bünye bile insafa gelir etkisini yitirir ama aykut'un sevgilisi bana mısın demez. döner götünü uyur.

    ertesi gün uyanan dörtlü evdeki pis kokunun kaynağını arar. lord lucifer'in yatağının yanından geldiği tespit edilir. ancak lord lucifer temizlememekte ısrarcıdır. kusmuk yaklaşık bir ay orada kalır ardından temizlikçi kadın temizler.

    (bkz: güzel hikaye)
    (bkz: nerden mi biliyorum)
    (bkz: e ben aykut)
    2 ...
  10. 7.
  11. siyah takım elbisenin içinde siyah gömlek ve siyah dar kravat, onun ölümle yüzleşirken bile, hastalık derecesine varan güzel giyinme merakını gözler önüne seriyordu.

    elbetteki bir cemiyette birden fazla hasta ruhlu beşeriye rastlanıyordu. fransız devriminin sonrasında, buhranlı bir ortamda, insanların topluca bir akıl tutulmasına yakalandığı, imparator taraftarlarıyla kralcıların arasında devamlı el değiştiren iktidarın düzeni muafaza etmekteki dirayetinin kaybolduğu meydandaydı.

    bu toplumsal travmanın yanında, muhakkak ki şahsi manyaklıklar da o gün orada yaşanacakların habercisi gibiydi.

    koyu bir napolyon destekçisi olan genç adam, yine kendisi gibi napolyona göt verecek kadar hasta olan deschampın cenaze törenine katılmıştı. deschamp, her ne kadar "didier" ön adına sahip olsa da, aslında iyi bir adamdı. henüz 26 yaşında olan ilik gibi eşi mariya fisikellayı terkedip meçhul diyarlara göç etmişti.

    cenazeler, hikayenin kahramanı edvard lesaux'yu, herzaman etkilemişti. dinsiz ve allahsız olan edvard, aslen sempatik bi çocuktu ama mümkn olduğunca kolpaya yatar, cool görünmeye çalışırdı. ölenin başında okunan isa mirasları sırasında yine kolpalığı eline alan edvard, bi kadeh fiskiyle balkona çıktı.

    edvard, orta sınıf bir memur ailesinin biricik çocuğuydu ve şu hayatta içtiği tek şey biraydı. gelgelelim üzerine siyahları çekip bir cenazeye gelmişken üstelik de ortam am.rcık kaynarken bira içmek ona yakışmazdı.

    parisin ortasından geçen bir ırmağın olduğuna inanan yazar, bu nehrin varlığından emin olmasa da edvardı oraya bakarken konumlandıracaktı.

    edvard, ırmağa bakarken beynine onlarca şey hücum ediyordu. sözgelimi, son günlerde kızışan imparator-kral çekişmesinde kendince açılımlar yapıyor, aynı semtin çocukları olan arkadaşlarına güveniyor, içinden "olm bana bişi olursa onlar kesin kurtarır" diye iç geçiriyordu. sonra bu ay meteliksiz kalması aklına geliyor, dertli bir havaya bürünüyordu. ama en çok da ne zaman aşık olabileceğine kafa yoruyor hayalindeki kadını beyninde resmediyordu.

    o sıra hikayenin diğer kahramanı elizabet balkona, elinde içkisiyle süzülmüştü. bir önceki cümlede kahraman demekte haklıydık, çünkü elizabet, en az edvard kadar kahramandı bu sikik hikayede. sonuçta bu az satan, fransız devrimi sonrasında yazılmış, 3. sınıf yazarın elinden çıkmış bir hikayeydi. ilgi çekmek için bünyesinde bol bol erotikliğe yer vermesi gerekirdi, bu noktada da kuşkusuz ortada sekis varsa bu bir oğlan bir hatunla yapılmalıydı. heee iki lezbiyen de iyi yiyişirdi ama malum: devrimin sonrasında napolyonlu fransa!

    elizabeth, zengin bir ailenin 3. ve sonuncu kızıydı. babası onun için, takımının 3., kendisinin 5. kızı olduğunu söyleyip dururdu. bu cümleyi biz de anlayamamıştık. genç kız, upuzun sarı saçlarıyla ve uzun boynuyla adeta bir kuğuyu andırıyordu. ancak yıllarca bir sevgilisi olmamış, deyim yerindeyse "eti ete değmemişti". kuğu güzel bir yaratık olsa da erkeklerce sevişmek için pek tercih edilmeyen bircinsti. parisin kırsalında hemen her ergen, atla, eşekle hatta köpekle birleşerek sekis alemine merhaba diyor, ondan sonra da iflah olmuyorlardı.

    elizabeth, edvardın yanına giderek, hafiftan de kırıtıp "orovuar" dedi. edvardın kafası karışmıştı zira bu kelimenin ne fransızca olduğundan ne de selamlama ifade ettiğinden emin değildi.

    çok üzerinde durmadan söz alarak, "ölümler.. ölümler.. ne kadar yakınımızda ve o kadar bize dair.." dedi. elizabeth cenazenin başından beri bu yakışıklı adamı izliyordu. giydiği muazzam takımı, içindeki hoyrat vicuudu, gülümsemesini izleyip onu hayal ediyordu.

    sonuçta elizabeth de az orospu değildi, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek üzereydi ve bundan hiç pişman değildi.

    "şunu biliyor muydun? insan ölümle karşılaştığında temel içgüdüleri tavan yapar". edvardın bu sözlerindeki sinyali almıştı genç kız, ortaokulda gizli gizli o filmi izler ve o zamanlar tarif edemediği bi şekilde zevk alırdı. çocuk, kızın durumuna uyanıp devam etti: "sözgelimi açlık ya da susuzluk. veya ne bileyim ıeeıııh..".

    "evet devam edin" dedi elizabeth çocuğu cesaretlendirmek adına. "veya ıeeııhh. sekis yapmak mesela" dedi.

    iki genç varmışlardı istedikleri noktaya. elizabeth yaklaşarak öpmeye başladı çocuğu. oğlan iyiden iyiye zevklenmeye başlamıştı ki birden geriye çekti kendini.

    "noldu edvard?". çocuk kolpaya almıştı yine ve paris göbeenden geçen nehre bakarak "vefa asla sadece bir semti ismi değildir" deyiverdi.

    "hheeeeaaa?" dedi elizabeth istemsizce bir o kadar da böğürerek. "aşık olmadan sevişmiycem, şu nehir şahidim olsun" dedi.

    edvard yine muhteşem bir sekis yapma fırsatını kaybetmişti, kolpaydı, çakmaydı ama candı. nehir aktı ve edvard hep yalnız başına kaldı..
    2 ...
  12. 8.
  13. Çektiğim acılar ve ızdıraplar yüzünden son bir haftadır hayata kin kusuyordum. Bu ağrılar beni hayattan koparmıştı. Artık ne dışarı çıkabiliyor ne doğru düzgün yürüyebiliyor ne de insan gibi uyuyabiliyordum. Son bir haftadır yaptığım tek şey yüzüstü uzanarak kahve eşliğinde dizüstü bilgisayarımda FM oynamaktı. Yattığım kanepe ile çok fazla içli dışlı olmuştum. Ruhum ve bedenim ızdırap çekiyordu. Peki, neydi bana bunca acıyı yaşatan şey? Bu acıların kaynağı vücudumun hangi bölgesiydi? Bu sorular elbette karşılıksız kalmayacaktı ama karşılığını bulduktan sonra hayatta olup olmayacağımı bilmiyordum. Bu beni çok korkutuyordu. Beni bu acılardan kurtarması için ALLAH'a yalvarıyordum ama dualarımın kabul olacağını hiç sanmıyordum çünkü sadece işim düştüğü zaman ibadete yöneliyordum. Cuma namazlarına bile 3 haftada bir gidiyordum dinden çıkmamak için. Doktora gitme fikri ise tamamıyla bana uzaktı. Ya bir ay ömrüm kalmışsa? Korkularımla yüzleşmek istemiyordum ve ölüme çok yaklaştığımı hissediyordum. Günler geçiyor ama benim acılarım geçmiyordu. Hayatımın en karanlık günlerini yaşıyordum. Karanlık çağ Avrupa'sından bir farkım yoktu. Daha fazla acıya dayanamazdım, bana ihanet eden organımla yüzleşmem gerekiyordu. ihanet etmenin bedelini çok ağır ödetecektim ona. Acılarım gitgide artıyordu. Doktora gitmek dışında bir çarem kalmamıştı. Ama ya bir ay ömrüm kaldığını söylerse? işte o zaman tefeciye gidip geri vermemek üzere en az 1.000.000 TL para alıp ömrümün kalan son bir ayını zevk ve sefa içinde geçirirdim. Doktora gitmek için güç bela evden çıktığımda korkudan ve acıdan bacaklarım birbirine dolanmak üzereydi. Ama başka çarem yoktu. Daha fazla ne kadar yaşayabilirdim ki bu acıyla. Kaderin bir oyunu diye düşündüm. Evet, kaderin bir oyunuydu bu. Kahpe kaderin eline ne geçmişti ki George W. Bush'a bile vermesini istemeyeceğim bir acıyı bana vererek. Boş otobüste bile ayakta gidecek kadar çok acıyordu vücudumun arkada kalan bir bölgesi. Bu düşüncelere dalmışken doktora ulaşmanın verdiği buruk bir sevinç yaşıyordum. Evet, gelmiştim artık hastaneye ve şimdi yapacağım şey sıranın bana gelmesini beklemekti. Kısa bir bekleyişin ardından sıra bana gelmişti. Yavaş yavaş doktorun odasına girerken dikkatimi doktorun kadın olması çekmişti. Aman Allahım şimdi ne yapacaktım? Nasıl anlatacaktım doktora şikâyetimi? Bu huzursuzluk içimi yavaşça doldururken birden Buyurun nedir şikâyetiniz sesiyle irkildim. Kısa bir beyin jimnastiğinin ardından Burası bilinmeyen ağrılar servisimi dedim. Doktor güldü ve evet buyurun dedi. Benim bile anlamadığım kem küm mırın kırın tarzı birkaç saçma sözün ardından vücudumun arkasında tam olarak bilmediğim bir yer ağrıyor, o kadar çok ağrıyor ki oturma organımın üstüne oturamıyorum hatta az önce buraya gelirken bindiğim boş otobüste bile ayakta bekledim.Kendimi en az 5-6 tane zencinin tecavüzüne uğramış gibi hissediyorum dedim. Doktor güldü ve tam olarak neremin ağrıdığını sordu.Bende oturma organım dedim kendimden utanç duyarak.Peki dedi aç bakalım oturma organını.Önce kadının benim bu aciz halimden istifade edip tecavüz edeceğini düşünerek depreme banyoda yakalanan bir insandan daha fazla korkarak geri çekildim.Doktor ne olduğunu sordu.Ben tedaviden vazgeçtiğimi söyleyince korkmayın size bir şey yapmayacağım dedi.Doktora güvenerek pantolonumu indirip oturma organımı gösterdiğim an elindeki tahta sopa ile bir bölgeyi dürterek burası mı ağrıyor dedi. Ben bir an acı içinde kıvranarak evet dedim. Doktor;Beyefendi,nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama dediği an söyle doktor yaşayabilecek miyim? dedim.Elbette dedi,hastalığınız KIL DÖNMESi.
    0 ...
  14. 9.
  15. sekiz yaşında başladığım saçmalıklar abidesi. en uzunu 15 sayfadır kendilerinin adı "iki gün"dür filan.
    1 ...
  16. 10.
  17. istifamı görmezden gelip egosunu şişirmek için ıskartaya ayırdığından beri beni hayat; metrekare hesabıyla yürüyen hayatımın bu döneminde de sahipsiz acıları ve kederleri kapıma bırakan iyi aile çocukları peşimi bırakmıyorlardı. apansız çalan kapı zilleri ile kapıma bırakılan zarflar; kapalı zarf usulü beynimi en çok neyin kemireceği üzerine yasadışı bahis işine girmişlerdi. yeni yeni zarflar yeni yeni beyin zaafları.

    mazoşistçe zarfları alıp dışkapımı kapatıyorum. ben ve uzun zamandır elektrik süpürgesi tutulmamış olmasından mütevellit toz topakları da ana vatanları olan koridordan odama doğru bana eşlik ediyorlar ama onların yolculukları little ceaser tarafından kesiliyor. ben ne zaman aldığımı bile hatırlamadığım pizza kutularının üzerinden sekerken tozlar; dominos, little ceaser ve papa john dan oluşan 3lü defans bloğundan geçemiyorlar. böylelikle survivor yerdeki elbiseler & bir hevesle alınmış enstrümanlar/oyun konsolları çekişmesini kaçırıyorlar. zarfları açmadan izlemeyeceğim filmlerin ve muhtemelen bilgisayarıma dahi kurmayacağım oyunların torrent durumlarını görmek için faremi 40 sayfa okuyup sonra elime dahi almadığım, kaldığım yer artık sanki önemliymiş gibi bir de kibrit çöpüyle ayraçlanmış kitabın üzerinde gezdiriyorum. torrentin durumu iyi. hızlı bir biçimde belli aralıklarla ileri alıp sonra izlememeye karar vereceğim 3 film büyük bir hızla iniyor. sonra çekyatın üzerindeki kirli çamaşırlarımı kucaklayıp öteliyorum ve kendime sadece bir kıçlık yer açtıktan sonra kıçımı yerleştiriyorum. bu sefer yine cömert davranmışlar. tastamam 7 zarf var. ritüelim az daha bozulacaktı. ilk zarfı bıraktıklarında bilgisayarda çalan şarkıyı ikinci zarf tanzimatında hatırlayıp tekrar açtığım günden beri her zarf ritüeline eşlik eden şarkımı açmak için insan üstü bir azimle yerimden kalkıyorum ve youtube un yolunu tutuyorum. ritüelim bozulmasın. nesrin sipahinin sesi odamda yankılansın.

    eveeet. bakalım en az benim kadar harcanmış yılları olan bu hasta insanlar bozuk çıkmadığında sakızla değiştikleri bu ömürlerinden son demleri karbonatla şişirip şişirip bana fahiş zamanlarda itelemeye başlıyorlardı yine . her biri için ayrı ayrı glikoz yakmak 27 yaş bakımı gelmiş beynim için zulümdü. baskılarla balatayı yaktığım için ve kopmasına çok az kalan trigger kayışı gerginleştiğinden salak salak sesler geliyordu beynimden. ah bir de pert kaydı olmasaydı. bir nefeste 7 zarfı birden açıp okumalı ve sonra rastgele sıralamalarla düşünmeliydim. hepsi birbirine girdiğinde düşüncelerim yorgun düşüp uyuyabiliyordum. kimi kandırıyorum ki. zaten bir tek o şekilde uyuyabiliyordum. derin bir nefes alıp mektuplara girişecekken çenemin altındaki yaram kaşınmıştı. turgut uyar'ın güneşi bol ülkesindenden seslendiği:

    senin tatlı yaran gelir bende kanar ey savaşçı
    yık bütün kentlerini, ve güneşi bol ülkeni, koma
    ve atların burun delikleri büyük ve güzel koşarlar
    senin serin akşamına

    gibi tatlı bir yara da değildi bu. kurumsal bir kimliğe yapılabilecek 9 kusurlu hareketten biri olan haftada bir traş olmanın getirdiği adi bir yaraydı bu. haftada bir traş olmak 3 bıçaklı traş bıçaklarını çabuk tıkadığı için artık bana hitap etmiyorlardı. banyo dolabında 3 açılı diş fırçamın yanında yatıyorlardı. 50 kuruşluk derbylerin alt kısınlarını kırıp el yordamıyla yaptığım usturayla traş olmak alışkanlık olduğundan elim kaymazdı kolay kolay ama işte tam bu sırada çalıştığım kurumsal firmayı ve ekmeği üç kere öpüp alnına koyarken büyük yemin eden yeminli tercümanı hatırlayıverdim. herkesin "ne yapabilirizin peşinde" olduğu, hiç bir şey yapmadıkları halde hep "yapıyor olacakları", nasıl olsa asgari ücretli gariban temizliyor diye 5 yaşında aldıkları tuvalet eğitimini unutuveren insanları barındıran kurumsal firmayı ve ne dediklerini anlayamadığım için yanıma aldığım yeminli tercümanın sigara içmek için terasa çıktığında maruz kaldığı muhabbet yüzünden "abi bir daha beni çağırırsan anam avradım olsun seni bıçaklarım" derken diyet tabağında bulduğu kepekli ekmeği öpüp alnına koyuşu gözümün önüne gelmese belki gülümsemeyip kendimi kesmeyecektim.

    zarfları açmak gözümde büyüyordu. uzun bir yoldan gelmiş tedariksiz bir yolcu gibi bitkindim. cumartesi geceleri dışarı da çıkmıyordum halbuki. 27 yaşında tabu oynamak için cafe köşelerinde ergen hezeyanlarına da girmemiştim uzun süredir. starbucks ta parasını ödediğim için fotoğrafını çekme hakkına sahip olduğum kahvenin fotojenikliğine katkım olsun diye boyun da ağrıtmamıştım. birinin haftasonu gittiği bir kafedeki tiramisuyu balzac a mezarında takla attıracak tasvirlemesini dinlememek için attığım depar kaynak olarak gösterilebilirdi tezimde. sahip olmak için bankaların bana sahip olmasına tahammülüm olmadığından yürüdüğüm yollar da sanık. kadın anatomisini yakından bir daha incelemek için de olsa 5 dakikadan fazla tahammül edemediğim eski kaşarların piyasa fiyatları konulu sempozyum konuk listesinden çıkarıldığım için olabilirdi bu iç çekiş. vajinası foursquare de bildirim yeri olduğu halde namustan bahsederken en önde bayrağı düşürmeyen kız, filo çıkması arabayı boyayıp kilometresini düşürüp satmaya çalışan adamın kızı olabilirdi pekala. ve her ikisinden de kaçarken bu dangalak hayat çıkmazında facebook botu gibi her doğum gününe gülen suratlı kutlama mesajı yollayan, kilolu, twitterlı, formspringli, tumblrlı, kedi fotoğraflı bloga sahip, sinek gibi görünmesine sebep olan kaynak gözlüklü o saçma şeyle karşılaşmak kabusun tanımı olabilirdi. bence olmalı. eğer üşenmeseydim yetkili mercilere başvurup tdkda değişiklik talebinde bulunurdum. bitkin kelimesinin bitmişlikten geldiğini farkedişimden beri yorgun sıfatına tercih edişimin 5. yılı mutfaktaki bulaşıkların içinde oluşan tek hücrelilerin arasında çılgınca kutlanıyordu. bense yeni bir sigaraya uzanıyordum.

    aslında bu insanların hiçbirine kızgın olmamamdı sanırım beni yıpratan. bir kin tutabilsem. hepsinin suratına bağırabilsem "allah'ın malları sizi. ulan sizin yerinize ben utanıyorum. nasıl bu kadar aptal olabiliyorsunuz ve üstelik aptallığınızı görmeyecek kadar bir daha aptal? bu aptallıkların üstüne kat mı çıkacaksınız daha? aptallıkta bir dünya markası mı olacaksınız?"
    ama diyemiyorum işte. demişler ya "anlamak affetmektir" hepinizi affediyorum. kendim dışında herkesi affediyorum. aslında affederken zorlanıyorum ama affediyorum.

    facebookta kendi iletisini beğenen, seni de affediyorum
    macbook air ile yürümek bir podyumda yürümekle eşdeğerdir diye reklam yapan, seni de affediyorum
    bu zokayı yutup 24 ay taksitle apple ürünü alan, seni de affediyorum
    adam akıllı bir kitap okumayıp kimle yattığını anlatan kımıl zararlısı pucca nın imza gününe giden genç kız, seni de affediyorum
    zippo, marlboro, araba anahtarlığı üçlüsüne banka kredisi ile girip eve dönüşte kır pidesi alan arkadaşım, seni de affediyorum
    şirketin parası ile aldığın ürünlerde mal sahibi beyanında bulunan satınalmacı, seni de affediyorum

    kendimi affetmiyorum ama.
    "insan, insanın zehrini alır." sözünün doğruluğundan bir an bile şüphe etmediğim halde bu hissiyatları tamamıyla kimseyle paylaşmadığım için,
    kalabalık bir kalabalıkta yüze sürülen boya ile doğru orantılı öne çıkan kızların arkalarında sevmek için ödün vereceğim bir kız aramaktaki üşengeçliğim için,
    bu üşengeçliği "ben seni severim ama düzenim bozulur" diye meşrulaştırdığım için,
    bir hevesle alınıp kenara attığım enstrümanlarım için,
    başlamadığım kitaplar için,
    izlemediğim filmler için,
    avuç açana verecek bozuk param olmadığı için,
    yemeksepetinden söylediğim her sipariş için,
    yeni bir insan tanımamak için verdiğim büyük mücadele için,
    anlatılacak onca şey varken, he iyiymiş diye geçiştirdiğim her muhabbet için
    olm sen niye böylesin? sen ölmüşsün. ruhun 40-50 yaşına girmiş arkadaşa sadece gülümsediğim için
    aptal cennetinin kapısından onlarca kere döndüğüm için,
    kendi cehennemimi kendim inşa ettiğim için

    yiyim zarfını da zaten. ritüelmiş. okumuyorum artık zarf marf. bundan da sıkıldım. sigarama şu şarkı eşlik etsin. gidip yatacağım zaten.

    http://www.youtube.com/watch?v=7DL7u3_13eQ
    7 ...
  18. 11.
  19. kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeydim. ilkokul 3. sınıfta ve kurban bayramı dönüşü ilk resim dersindeydim. bütün derslerimize giren öğretmenimize itelenmiş resim dersi de en a bize olduğu kadar ona da ızdıraptı. içindeki picassoya: dur b'oğlum iki dakka insan taklidi yap demeyen genç yeteneklere iki gündür dişlerimle entegre olmuş kavurmayı dilimle taciz ederken uzaktan bakıyordum. kenarı telli resim defterine ve monaminin 32 renkli pastel boyalarına sahip doktor çocukları ve gazetelerin promosyon olarak verdiği plastik kaplamalı 6lı renkli kurşun kalem sahiplerinin ta o zamandan inceden hissettirdiği kast sisteminde her zamanki gibi tam arada ve kayıtsız olarak hakemlik yapıyordum. tiz çocuk seslerinden yılmış öğretmenin kafa dinleme hayaliyle ilk 2 dakikada verdiği bayramı çizin çocuklar sesiyle start verilmiş ve koşu başlamıştı. kan kırmızı boyalara uzanan eller beyaz kağıdı kan gölüne çevirmek için yarışıyordu. bazıları hiç kırmızıya dokunmamıştı. onlar bayram ziyaretlerini çizip kesilen hayvanı görmezden gelecek, her şiddet olayında kafalarını başka yöne vericeklerdi. bazılarının siyah boyaya uzandığını görüyordum. onlar benekli veya simsiyah dana kesmişlerdi muhtemelen. içiçe kıvrım yapmaya çalışanların dili de tıpkı kesilen hayvanlar gibi dışarı taşıyordu. bense kıvırkıvır bir elipsi dört tane çubukla ayaklandırıp her yeri kırmızıya boyuyordum. elinde bıçak tutan bir adam, alna ufak bir dokunuş ve tamamdı kendimi çizimim. öğretmene göstermek ve dersin devamında sağa sola salça olmak için ayağa kalkmıştım ki öğretmenden morgan freeman vari bir sesle resimlerinizi göstermenize gerek yok çocuklar haftaya bakarım sözü duyulmuştu ve yerime oturmamı sağlamıştı. dana ve koyun kesenlerin oranlarını aklımdaki pasta grafikte çizerken sanırım bir dayı bir emmi olmaya ne kadar yatkın olduğumu anlayacaktım.

    hayvan dediğin dağda bayırda gezecek, kekik yiyecek.
    2 ...
  20. 12.
  21. -buraya kadarmış demek?

    dedi kız. erkek zoraki gülümsedi. kızın ayrılık için her zemini, hemzemini hazırladığı gün gibi ortadayken bu ayrılık onun talebi gibi olmuştu istemeden de olsa. terkedilmenin o şefkatli kollarında bu gece ve önümüzdeki en fazla 5 günde kızlar arasında yeni bir olay yeni bir dedikodunun verdiği heyecanı düşündü gözlerinde. oskar jürisi ne kaçırdığını bilmiyor? aklından böyle kısa, net ve saçma düşünceler geçiyordu. saate bakmak istiyordu ama ayrılığın da aşka dahil olduğu zamanların gerisindeydi. ayrılık anının bir bitişi haklı çıkarma davasında kelepçeliydi. kaç zamandır yürümeyen bu ilişkide ikisi de yıpranma pay kotalarını doldurmalarına rağmen erkek daha bir vakurdu sanki. amortismanı yarı yaşında birinin bütün hayatındaki hüznü karşılayabilecekken hem de. sahi benim yarı yaşımda ben ne yapıyordum diye düşündü. radyolu 18 vites bisikletini hatırladı. bir kere neredeyse arabanın altında kalıyordu. radyolu bisikletler yasaklanmalı diye düşündü sonra da artık üretilip üretilmediğini. yine aklından bağımsız kısa, net ve konuyla en alakasız şeyler geçiyordu. vücudu ayrılığa an ve an görgü tanığı olurken beyni oradan olabildiğince uzaklaşmak istiyordu. peki ya elif diye düşündü. elif'e ne olacaktı? arap alfabesi elifle başlamıştı. benim hayatım da kızımla başlayacak, çok mu? diye düşündü. beyni olan bitenin son kısmına yetişmek için yakınlaşıyordu. son söz ve arkadaşa eşe dosta teşekkür edilen kısım gelmişti. creditler geçiyordu. garip ve sabit açılarla yaşanmış bu fransız sinemasına benzeyen aşkta tam da olması gerektiği gibi orta yerde canal + işareti belirdi. yüreği darlandı. ayrılık seansında yarıya getirdiği paket artık kesmedi.
    söyleyecek son bir sözün var mı? diye sordu kız. erkek paketten yeni bir sigara çıkardı. tam filtre kısmından kırdı, normalde yakılması gereken düzgün kesilmiş kısmı dudaklarına götürdü ve ön taraftaki salkım saçak tütünleri çakmağıyla tutuşturdu. kendi imkanlarıyla yaptığı bu filtresiz sigaradan derin bir nefes çekti;

    -seni sevmek benim için bir onurdu.
    2 ...
  22. 13.
  23. Sözlük yazarlarının hayal dünyalarını ya da yaşanmışlıklarını yansıtan hikaye denemeleridir.

    --spoiler--
    Mutfağın kapısını aralayıp içeri baktı sessizce. Oradaydı, tüm heybetiyle perdeleri açık camın önünde kar yağışını izliyordu. Kim bilir hangi düşüncelerin seline kapılmış, hangi derinlikte kaybolmuştu. Onun düşüncelerinin derinliği, en az heybeti kadar ürküttü kadını. Sessizce yaklaştı arkasından, beline sarılıp öfkesini dindirecekti erkeğin. Sarılıp başını sırtına yasladı, kokusunu içine çekip, eğilip yüzüne baktı. işte o anda, hayalin derinliği gerçeğin sığlığında kayboldu. Gülümsedi erkek,

    dişleri gizlice yediği danette çikolatalı pudingle kaplı...
    --spoiler--
    1 ...
  24. 14.
  25. (bkz: intihar sınıfı)

    geriye dönülüp bakıldığında sürekli hatalarla karşılaşılan hikayelerdir. bir tek bana oluyor ya da bu, o an çok hoşuma gidiyor yazdıklarım. sonra tekrar incelediğimde "bu ne lan" diyorum.
    0 ...
  26. 15.
  27. bunu istiyorum dedi parmağıyla gösterirken. şu şişman fahişeyi. azeri pezevenk de şaşırdı ama mantıklı da geldi. rusyada o kadar güzel fahişe varken o çat pat türkçe bilen şişman fahişeyi almıştı. şu otele getirirsin oda numarası bu diye bir kağıt sıkıştırdı. iki saat sonra gelin, sakın geç kalmayın. o dram yuvası apartman dairesi genelevden ayrıldı ve yürüyerek oteline döndü. odasına çıktı ve tek bir kelimesini bile anlamadığı bir tartışma programını izlemeye başladı. ne konuşuyor lan bunlar diye aklından geçirmedi. ses gelsin diye açılan televizyon yabancı değildi belki hayatına ama bu dil yabancıydı işte. hiç bir şey düşünmedi, uzandığı yatakta dönmedi bile. ne kadar geçtiğinden emin olmamakla beraber telefonu çaldı. resepsiyonist kendisinden de kötü ingilizcesiyle friend diyordu yani arkadaşınız geldi. ingilizce gönderin dedi ve telefonu kapattı. herkesten her şeyden kaçmak için geldiği burada neden türkçe bilen bir fahişe istediğine mantıklı bir sebep bulmaya çalışıyordu ama bulamıyordu. asansörün sesiyle kendine geldi. fahişe gözlerinin içi de pakete dahil olmak üzere gülümsüyordu ona. neden acaba? içeri buyur etti.

    -bir şey içer misin?
    +çay
    -masanın üstünde ısıtıcı var. kendin yaparsın
    +tamam

    fahişe çay içerken o bir chivas açmıştı. nedendir bilinmez çok gergindi. ama konuşkan ve sevimli fahişe bozuk aksanla gerginliği atmıştı. türkçeyi neden bildiğini, ablasının bir türkle evlendiğini eniştesinin ablasını dövdüğünü. her şeyi anlatıyordu. sadece dinliyordu tartışma programı gibi. fark, anlıyordu bu sefer dili ama tartışma programı ile aynı kaderi paylaşıyordu fahişenin içini döküşü. en ufak bir merak veya önem taşımıyordu. bu aklındaki soruyu pekiştiriyordu. neden türkçe bilen?

    -duşa giriyorum. dedi. sen de gelsene
    +olmaz. ben utanıyor. oluyor kırmızı.
    -tamam. dedi.

    odaya geçtiklerinde ışık kapalı kalsın ısrarı ile bir kez daha sordu.

    -neden utanıyorsun? bence güzelsin
    +olmaz. oluyorum kırmızı. konuşmak istemiyor. başlayalım.
    -enişteni anlatırken konuşmak istiyordun. bir şişman sen misin? anlatsana kadın. dedi.

    fahişe üzüldü. bıdır bıdır eniştesini, ablasını anlatırkenki neşesi bir anda kayboldu. ablasının yaşadığı yeri bilen birisi ile paylaşırken şevki, hevesi bir anda uçmuştu. dudağı büzüldü. gözleri nemlendi. gerizekalı dedi kendine, kendi içinden. lan zaten hayatın sillesini yemiş bu kadın ne salak salak çıkışıyorsun. gözünü bağlasan ne olacak dedi. kendine siniri yüzüne de yansımış olacak ki kız da korktu. alelacele sebebi anlatmak zorundaymış gibi söze girdi.

    -çocuktan sonra veremedi kilolar. kaldı böyle. utanıyor ben. lütfen ışık kapalı.

    kendini izah etme çabası, evde çocuğu olduğu halde fahişelik yapması, bir taraftan da kadınlık hisleriyle kilolarından utanması, son cümledeki lütfen?

    bu kadar dramı yüreği kaldırmadı. daha çıkarmadığı boxer ın üzerine şortunu giydi. üzerine bir t-shirt geçirdi. yatağın olduğu odadan çıktı ve minibarın olduğu yere geçti. bir chivas daha aradı, yoktu. johnnie yürüsün bari deyip minik şişeye uzandı.

    kız arkasından gelmişti.

    -yapmayacak mıyız?
    +hayır.
    -neden?
    -vazgeçtim.

    garip şekilde bu kızın hoşuna gitmemişti. mesleğinde ki geleceksizlikten midir? beğenmedi diye mi düşünmesindir bilemedi. kafası yine allak bullak olmuştu. evinden 3000 km uzaklıkta yine garip örgülü sancılar, yine tarifsiz bir dram onu bulmuştu. kendini kandırmaktan vazgeçti. o çağırmıştı dramı. bütün hayatında olduğu gibi.

    içeride giyinirken sesi yankılandı koridorda.
    +istemiyor sen. iste para geri.
    -gerek yok. dedi.
    +tamam. dedi kız. sesine neşe gelmiş gibiydi.

    kız giyinmiş gelmişti. yüzünde bu sefer garip bir tebessüm vardı. ilgi görmüş, şefkat görmüş bir kadındaki tebessümlerdendi. ayırt edilebiliniyordu.

    kız ilk önce yanına oturdu. sonra yanaştı ve omzuna başını koydu. o ise nazikçe omzunu çekti ve uzaklaştırdı. bu baş onun omzuna çok ağır gelmişti. kız hayal kırıklığına uğrasa da geri çekildi ve direk gözlerinin içine baktı.

    +sen güzel insan
    -taksi çağıralım mı sana?
    +sen güzel baba olur.
    -benden bi bok olmaz.
    3 ...
  28. 16.
  29. 17.
  30. 18.
  31. Uyandım. Çarşaf soğuktu. Üstüm açılmıştı. Parfüm kokuyordu oda. Demek hazırlanıp çıkmış çoktan. Uyandırmamış. Dün sabah da böyle yapmıştı, sanki sabahları bana tahammül edemiyordu, ya da komple bana tahammül edemiyordu. Dün akşam masaya oturmamıştı mesela, işte yediğini söyleyip içeriye geçmişti. Gününün nasıl olduğunu sormuştum, aynı demişti bana, aynı.
    Keyfim kaçtı böyle olunca, kahvaltı falan hazırlamadan çıktım ben de. Arabayı çalıştırdım, bir yandan da düşünüyorum, oysa ben onu bırakırdım arabayla, ne gereği vardı sabahın köründe çıkıp tek başına gitmenin?
    Saat 8.30’u gösteriyor. Ofisine çoktan varmış olmalı. Tezgahta kirli bardak yoktu ben çıkarken, demek kahvesini bile içmeden çıkmış. Kahveyi yudumladığını canlandırıyorum gözümde, dudaklarının iç kısmındaki rujun fincana bulaştığını, ikinci ve sonraki yudumlayışlarında bu kırmızılığın farkına varmayışını, gözleri yanıyordur muhtemelen ekran başında, aklına gelmez onun hemen takmaz gözlüğünü, ve bir yudum daha aldı kahvesinden, ağzında oyalıyor, tadına varabilmek için.
    “Alo? Selen? Vardın mı işe canım?”
    “Vardım.”
    “Sabah toplantın mı vardı hayırdır erken çıkmışsın yine?”
    “Uyandım işte çıkayım dedim. Yürüdüm biraz.”
    “Tamam öyleyse. Öğle yemeğine doğru haberleşir miyiz?”
    “Ben seni ararım. Görüşürüz.”
    “Görüşürüz hayatım.”
    Öğle yemeklerine benimle çıkmamaya başladı şu son birkaç haftadır. Hatta sanırım kendisi de çıkmıyor. Ben de Mercan’a eşlik ediyorum genellikle. Geçen bir lokantaya götürmüştü, Selen’in hoşuna gider gibime geliyor, ama geldiği yok ki bir türlü.

    *

    “Yiyecek miyiz yemek?”
    “Yok.”
    “Tamam Selen.”
    Benim de pek yiyesim yoktu aslında. Huzursuzum. Ruh gibi dolanmaya başladık birbirimizin yanında. Özellikle de o. Mesela haftasonları gezer dururduk eskiden. Fotoğraflar çekerdik. Gerçi ben çekmezdim, onun salınım alanıydı mercekler ve yansıttıkları. Saklamak isterdi her şeyi kendine, orası ve burası ve şu gülünce gözleri çekikleşen anne, az berideki ayakları sandaletlerinden çıkan çocuk, saçlarının dibi gelmiş kız ve bebek arabaları. Hepsi ona kalmalıydı, onda. Şimdi ise hiçbir şey. Hiçbir şeyi elinde tutmak için uğraşmıyor. Her uğraş kayıp gidiveriyor ellerinden. Ben ise onun soluşunu izliyorum. Yapraklarını döküşünü. Belki öbür baharda yeniden açar diyorum, dinlenmeye ihtiyacı vardır bir kış kadar.
    “Alo, ne zaman biter işin, beni alsana eve gidesim yok.”
    Şaşırdım. “Bitti sayılır, 10 dakikaya çıkar gelirim şimdi.” dedim. O da sezdi şaşkınlığımı. Ama yansıtmadı. Belli ki kafasında bir şey var. Boş bir isteksizlik değil bu eve gitmeyişe dair.
    Merakıma hiçbir dolgu yapmadan “Bekliyorum.” deyip kapattı.
    10 dakikayı bile etmeden apar topar çıktım bindim arabaya. Bir şey mi alsaydım acaba? Kolye, toka, çiçek ıvır zıvır bunlar olmaz, düşünmedim bile. Ne alsam? Çabuk düşünmek zorundayım. Bulamıyorum. Neyse.
    Kapının önünde bekliyordu, koyu mavi, suluboya darbeleri vurmuşçasına efekt verilmiş bir elbise vardı üstünde. Perçemi gözünü kapatıyordu rüzgar estiği için. Elinde sigara yoktu. Arabaya doğru yürüdü, bindi.
    “Nasılsın bakalım?” Suratından neşe saçılıyordu. Rujunu yinelemişti.
    “iyiyim iyiyim, noldu nasıl geçti günün?” mimiklerim donmuştu ister istemez. Yine de ona pek etki etmiş gibi gözükmüyordu benim durgunluğum. Cıvıl cıvıl konuşmaya devam etti. Bir yandan şuraya sap buradan dön deyip duruyordu. Nereye gittiğimizi kestiremedim. Köprüdeydik. Durdurttu arabayı bana.
    “Burası.” dedi.
    “Ne burası?”
    “Buraya gelmek istedim işte.”
    “Köprüye?”
    “Evet.”

    *

    Uyandım. Sırtı bana dönüktü, uyuyordu. Saçlarını öptüm, karanfil kokuyordu. Siyah ve yumuşaktı.
    “Selencim hadi kalkalım.”
    “Gitmeyeceğim bugün.”
    “Neden noldu?”
    “Bilmem, istemiyorum işte. Sen git. Akşama görüşürüz.”
    “Tamam canım.” Uzanıp alnına bir öpücük kondurdum. Yüzünün tek tarafıyla gülümseyerek cevap verdi. Tek gamzesi çıkmıştı ortaya.

    *

    işten erken çıkıp eve vardım, anahtarı soktuğumda fark ettim ki kapı kitliydi. içeri girip ışıkları yaktım. Çantamı salondaki koltuğa bıraktım, banyoya yöneldim ellerimi ve yüzümü yıkadım, yatak odasına geçtim soyunmak için. Yatak topluydu. Ancak yatağın üzerinde bir iç çamaşırı vardı. Kadın çamaşırı. Lacivertli pembeli. Ve üzerine öylece bırakılmış bir kağıt.

    “Yatağın altında buldum. Tozlanmıştı ama ziyan olmasın diye atmadım. Yıkadım, ütüledim, bir daha giyer nasılsa geldiğinde. Sahi bir daha ne zaman gelirdi acaba? Ben işteyken mi? Yoksa benim yurtdışı toplantılarımı mı beklerdi yine? Ve seni aradığımda nefes nefese telefonu açtığında, spordaydım hayatım mı derdin yine mesela? Neyse selamımı söylersin.
    Hayırlı olsun.
    Hoşça kal.”
    7 ...
  32. 19.
  33. hiç kimse ölmek istemiyordu mağaradakiler hariç.
    onlar doğanın büyüsüne kapıldıktan sonra bunca yaşanmışlığın bir sike yaramadığını fark etmişlerdi.
    herkes ölmek istedi mağaradakiler dahil.
    2 ...
  34. 20.
  35. 21.
  36. Birgün Kusurlular Ülkesi'ne kusursuz bir adam gelmiş.
    Kusurlular Ülkesi'nin insanlar epey şaşırmış bu adama.
    Acaba gizli bir kusuru olabilir mi diye incelerken adamın bacağını kırmışlar.
    Adam da canı acıyınca aniden küfür edivermiş.
    Sonra adamı Kusurlular Ülkesinin kralı yapmışlar.
    2 ...
  37. 22.
  38. (bkz: neresi lan burası)

    bende yazıyordum dostlar bir zamanlar.
    1 ...
  39. 23.
  40. 24.
  41. bundan 2-3 sene önce doğru aşk diye bir hikayeye başlamıştım, doğru aşkı bulduğum gün bitirecektim. baktım umut yok hikaye yazmayı bıraktım.
    3 ...
  42. 25.
  43. Ellerini geri çekti. Masanın altına, dizlerinin üzerine koydu. Görmüyordum ama hep öyle yapardı, biliyordum. Ben konuşurken sadece sigarasını içip beni dinlemeye devam etti. Bu denli suskun oluşu beni bitiriyordu. Hani bir tepki verse, kızsa, ağzıma sıçsa bile daha iyiydi, ama susunca orada değildi sanki, başka bir gerçeklikte başka birisini dinliyormuş gibiydi, beni değil.
    “Sonra o yine mesaj attı. Bu akşam boş musun dedi. Ben yine cevap vermedim. Vallaha vermedim. Al bak hayatım, kendin bak. Yemin ederim cevap vermedim diyorum. Sonra arkadaşlarla çıktık dışarı işte, orda karşılaştık onunla.”
    Hala susuyordu.
    “Ya bak, ben seni seviyorum, seninle beraberim, neden başkasıyla birlikte olmak isteyeyim, sen varsın güzelim benim.”
    Bir nefes daha çekti sigarasından. Ama kahvesinden yudum almadı. Sigaranın dumanı henüz boğazındayken kahveyle ıslatmayı sevmezdi ağzını. Her tadı ayrı ayrı severdi. Yemeklerde de öyle. Her şeyin bir yeri olmalıydı ona göre, bir zamanı olmalıydı.
    “Ara kendin sor, aç telefon da sen kendin konuş kızla ya, vallaha beraber çıkmadık dışarı ya.”

    *

    Atkısıyla oynuyordu, elleri ufacıktı, renksiz oje sürmüştü tırnaklarına. Kırmızıya yakın ayakkabısıyla çizginin üzerinde duruyordu, bu çizgiyi geçmeyiniz yazan çizginin üzerinde. Oldum olası tramvayları metrolardan daha çok sevmişimdir. Oysa metro durağındaydık. Şansımın yaver gitmediği, gitmeyeceği bir gün daha.
    Gelen metronun esintisini hissettim yüzümde ve onun saçlarında. Hala bana bakmıyordu. Hala susuyordu. Hatta öyle ki, dudaklarını sıkmış gibime geliyordu. Bir şeyler söylemek ister gibi, ama kendini susmaya zorlar gibi. ilişkide olduğumuz 4 ay boyunca onu hiçbir zaman adamakıllı anlayamamıştım. Bugün yine anlayamıyorum. Sanki bedeniyle zihni birbirinden bağımsızdı. Gözleri bir şey söylüyordu, sözleri başka. Ne kadar yanımda olsa da hep bir adım dışarıdaydı, bir parça uzak kalıyordu şimdiki zamana. Yakalayamıyordum düşüncelerini. Bugün yine yakalayamıyorum.
    Bana bakmadan bindi metroya. Oturdu. Yer yoktu, ben de karşısının soluna oturdum. Rahatsız oldu. Gözlerini indirdi. Yine de ben ona bakmaya devam ettim. Kestane rengiydi saçları. Çok çok hafif dalgalı. Ne salık bırakırdı ne de tam toplardı. Gözleri hep buğuluydu. Diyorum ya başka alemlerde dolanır gibiydi. Grilik vardı gözlerinde. Burnu sivriydi. Ve ince dudakları. Sarı bir atkı takmıştı. Atkının içerisinde boğuluyordu.
    Mecidiyeköy. Kalktım.
    “Sena, geldik.”
    Başını kaldırmadan oturmaya devam etti.
    “Kızım kalksana, geldik.”
    “Sen in.” diye cevapladı yine başını kaldırmadan.
    Hay yarabbim. indim metrodan. Kulaklıkları çıkardım cebimden, ellerim titriyordu, zor taktım telefona. Alelacele bir şarkı açmaya çalıştım. iç sesimden uzaklaşmalıydım çünkü. Hemen.
    Madrugada – What Ever Happened To You
    Hayır, hayır bu olmaz işte. Sevgi aşk bilmemne olmasın. Allahım.
    Placebo – I Know
    Tamam.

    *

    04.36, Ezgi arıyor.
    “Ne var ne arıyorsun?”
    “Senin kızla konuştuk bu akşam. Kaç saattir vicdanım rahat değil, dayanamadım, seni arayıp anlatayım dedim.”
    “Ne söyledin lan kıza?”
    “Ya ilk başlarda aynı hikayeyi anlattım, yemedi, üzerime geldi. Sonra ağladı. Seni ne kadar sevmiş olduğundan bahsetti, kırgınlığını üzüntüsünü anlattı. Olum dayanamadım doğrusunu söyledim kıza. Kusura bakma, hak etmiyor o kız bunu. Doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaptım. iyi uykular.”
    “Lan sıçtırtma ağzına, ne demek söyledim lan?” diye ben telefona böğürürken bir baktım ki kapamış bu orospu.
    Başlarım böyle işe ya. Sen kimsin de gidip anlatıyorsun. Hak etmiyormuş. Allah Allah. Yatmayacaktın o zaman altıma. Sevgilisi var bu adamın deyip uzak duracaktın madem, hak etmiyormuşmuş. Haktan hukuktan bahsedene bak. Gece gece delirttiler insanı. Bu saatten sonra da uyunur mu.
    Kalktım, sigara yaktım.
    04.57

    *

    “Evinde bıraktığım kupayı da yollar mısın kitaplarla beraber?”
    “Olur, yollarım.” Takmış kupasına kaç gündür aynı şeyi söylüyor.
    “Tamam. Ben seninkileri daha vermedim kargoya.”
    “Ben de vermedim.”
    “Hiç kargo falan uğraşmasak mı acaba?” dedi. Nasıl yani görüşmek mi istiyor?
    “Görüşelim diyorsun yani.”
    “Son bir defa, evet.” Vay anasını dedim kendi kendime.
    “Olur, ne zaman?”
    “Yarın 2’de meydanda olacağım.”
    “Tamamdır.”

    *

    Kenarda dikiliyordu, beklettim kızı bak o kadar. Elindeki poşet ağır gelmiş olacak ki yere bırakmış. Ah yavrum. Nasıl da sarılasım var. Sarılıp 'her şey geçti, her şey, dinginleşti, ben burdayım' diyesim var.
    Gördü beni. Eskiden olsa birbirimize ilerlerken sırıtırdık, kocaman açılırdı ağzım kulaklarıma kadar, engel olamazdım, şimdiyse birbirimizden bakışlarımızı kaçıraraktan yaklaşıyoruz birbirimize. Bakacak başka şey bulmaya çalışıyorum. Bu durum çok sikik.
    “Meraba, nasılsın?” elini uzattı. Ah ulan, şimdi öpmek vardı onu.
    “iyiyim.” tebessüm etmeye zorladım kendimi. “Sen nasılsın, okul işleri noldu?”
    Farkında olmadan ilerledik caddeden aşağı doğru. Buradaki çoğu kafede oturmuşuzdur. Bir yandan onu dinlerken bir yandan kıyaslama yapıyordum, şimdiki Sena ve o kafelerde beraber oturduğum Sena. Bana sanki yeni tanıştığı biriymiş gibi davranıyordu. Nasıl beceriyordu? Nasıl?
    “Şuraya oturalım mı vaktin var mı?”
    “Bir iki saat vaktim var, sonrasında işlerim var.” işmiş. Ne işi bu şimdi? Söylemediğine göre demek ki yok bir işi falan, laf atıyor sadece. Meşgul gözükmek istiyor. Senden ayrıldım ama hayatıma devam ediyorum ayakları bu. Yemezler güzelim, yemezler.
    Ekspresso söyledi. Onu bu konuda da anlayamamıştım. Acı ve sert kahveler konusunda.
    “Biliyor musun sigarayı bıraktım.” diye gülümsedi. Bu da işte değiştim ayakları. Aman.
    “Hadi ya, neden?”
    “Artık sağlığıma dikkat ediyorum.” Bak bak. Sağlığına dikkat ediyormuş.
    “Nerden geldi bu sağlık sevdası böyle?”
    “Hiç işte, öyle.” Kesin birisi girdi bunun aklına. Dur bakalım.
    Kahveler bitti.
    “Var mı yeni birileri hayatında?”
    “Sana kalkıp yeni sevgililerimi mi anlatacağım?”
    “Ha var yani.”
    “Bilmem.”
    O noktada ilişkimiz de bitmişti.
    Meydana geri yürüdük, poşetleri değiş tokuş ettik. Elini uzattı, “Kendine iyi bak.” dedi. içim bir garip oldu. Sanki ölüme gidiyormuşum gibi, ya da onu ölüme yolluyormuşum gibi. “Sen de kendine iyi bak.” dedim.
    “Belki bir gün yine görüşürüz. On yıl sonra on beş yıl sonra. Bir telefon edersin. Bir kahve içeriz.”
    “Neden olmasın. Ekspresson benden.” gülümsedim uzak bir geleceğe, uzak bir ihtimale.
    “Hoşça kal.” dedi uzaklaşmaya başlarken, gülümsedi bir de. Hatrımda kalacak son tebessümü oydu.
    “Hoşça kal ay yüzlüm. Hoşça kal.” diye fısıldadım. Duymadı.

    O zaten beni hiç duymamıştı.
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük