babam denizcilik işletmelerinde çalışıyordu. babam emekli olmadan önce benimde yaşım küçüktü tabii. karaköy limanına büyük titanic vari turist gemisi yanaşmıştı. o sırada babam beni de iş yerine götürmüş, gemi çalışanlarına çaba ve iknasıyla aslında içini gezmek ve çıkmak yasak olan geminin içinde 2 saat kadar falan zaman geçirmiştim. bayağı da lüks gemiydi yani sıradan falan değildi. ondan sonra da uzun bir süre elitlik yüzü göremedim zaten.
lise birde okurken çakma adidas ımın iç cebi yırtılmıştı beden dersinde, ben de derse girmeden hemen dikmeye çalışırken bir veli gördü.
-ayy canım sizin durumunuz bu kadar düşük mü,çocuğum için sınıf değişikliği istiyorum demişti. benim cevabım şöyle oldu;
-annem " ne olursan ol kim olursan ol, kendini kimseye muhtaç etme. durumunu sen de iyileştirebilirsin eğer bunu yeterince istersen" demişti. ben kendimi kimseye muhtaç etmiyorum ama sanırım siz okul müdürüne muhtaçsınız dedim. kadın o zamandan beri hâlâ arar sorar.
Onca okullar doldurduk falan filan ama kendimi hiç bu kadar elit hissetmedim şimdiye kadar.
Masada 3 farklı boy çatal ve bıçak vardı. Suyu kadehte servis ediyorlardı. O tuzluk ve karabiberliğin boyunu gördüğümde anlamalıydım zaten! Aman dedim n'oluyor böyle, hesabı geçirmeseler bari. Neyse biraz elitlikten zarar gelmez dedim, et söyledim. "Etiniz az mı yoksa çok mu pişmiş olsun?" sorusuyla bir çağ kapandı bir çağ açıldı! "onu et bilir, ona soralım" demekle dememek arasında kaldım. Etin ortamda bir ağırlığı var sonuçta! Sonra şarap sordu, dedim merlot olsun. Nasıl coşmuşsam artık... Neyse sonra şef geldi, "yemeği nasıl buldunuz" dedi. Ben o kısımda bayılmışım, gerisini hatırlamıyorum.