'' psikolojide adını tam hatırlamıyorum ama bir mekanizma çeşidiydi. Evet mekanizma. Ama ne mekanizması sormayın. ''
Diye sürdürmüştü tartışmayı on kişinin arasından sıyrılıp sözü alan kısa boylu gözlüklü çelimsiz adam. Başını kaçırdığım bu konuşmanın sonlarına doğru kendime bir yer ayırabilmiştim. Lakin sıram değildi beklemedeydim. Sonra arkalardan bir ses daha geldi. Epeyce kalındı. Bir kadından çok erkeğinkine daha yakındı ama bu onun kadın olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Hele de saçları omuzlarından koltuk altına doğru dönemeç alan bir kadın olduğu gerçeğini.
'' displacement olabilir. Yani Bir çeşit dediğin gibi savunma mekanizması ama bu onun alt dallarından Yer Değiştirmeye giriyor. Mesela asmaktan, kesmekten, doğramaktan aşırı zevk alan birisi bunları bir insan üzerinde uyguladığında bunun bir suç olduğunu, bir cinayet işlediğini ve yasalar önünde de ceza alacağını biliyor. Bunu bildiği için savunma mekanizmasını devreye sokuyor ve gidip bu işleri yapabileceği bir meslek ediniyor. Ne yapıyor? Ne yapacak kasap oluyor. Evet, bildiğimiz kasap. Seri katil potansiyelindeki bir adam yasaların baskın tutumu karşısında kasap oluyor. Ve insanlar üzerinde uygulayacağı o pislikleri, bir hayvan üzerinde deniyor. Hayvanı kesiyor falan vesaire. Ve bu suç olmuyor. Değil mi? bir kasabın, koyunun postunu deldiği için hapse atıldığını duyanınınz yoktur herhalde.. ''
'' evet, doğru '' diye onayladı bu söylenenleri yakışıklı genç.
'' o halde '' diye bir sözcük ağzından çıktığında herkes bu sohbetin bitmediğinin farkına varmıştı. '' o halde dövüşmeyi tutku haline getiren bir adamın da boksör olacağı hiçbirimizi şaşırtmaz değil mi? '' mantıklı bir cümle kurmuştu. Tam bu esnada sıranın bana geldiğinin bilincine vardım. Ve dört harflik kelime ile sade bir giriş yaptım
'' peki '' deyip devam ettim. '' o zaman çalmaktan, hırsızlıktan, rüşvetten, dolandırıcılıktan, haramdan zevk alan birisi ne yapıyor? '' bu soru karşısında hayretle bakan yüz ifadelerini görebiliyordum. Kimsenin bir şey diyemediği sorumun yanıtlayıcısı yine kendim olmuştum.
'' ne mi yapıyor? söyleyeyim.politikacı oluyor. Ve yaptığı kalpazanlıklara devlet güvencesini de getiriyor. ''
Birinci dereceden yanıklar mı daha çok yağmur yağdırır, birinci dereceden unutuluşlar mı?
Saat ayrıntısı vermeyeceğim bu hikayede. Hikaye diyorum çünkü bir gerçeklik, biliyorum ki kalbinize bir dolu yağdırır.
Ölümden sonrasını mı daha çok düşündünüz, ölümden öncesini mi?
Bu sorulara eminim ki cevap vermiyorsunuz, merak da etmiyordum zaten.
Okuduklarınızı bile eminim ki bir kaç hafta sonra unutacaksınız.
Çoğunuz kendini bir derdin içinde unutmuş.
Geri kalanınız ise gelecek kaygısında umut sarıyor.
Unutulmaktan korkuyorsunuz, korkmuyorsanız üzgünüm çoktan unutulmuşsunuzdur.
Ama merak etmeyin kendinizi hatırlamak gereğinden fazla kolay.
Yolda yürüyorsunuz yüzünüz asılmış. Bir bebek koşarak geliyor önüne bakmadan.
Dizinize yetiyor boyu.
Göz göze geliyorsunuz, gülümsediniz mi?
Asıl soru bu işte, gülümsediniz mi?
Bir sevda yüreğinizi darladı mı?
Sebebini bilmediğiniz bir mutlulukla bir anda gülümsediniz ve hemen o saniye nedenini unuttunuz mu?
Korkmayın unutulmadınız.
Eğer canınız yanıyor, sönüyor ve soğuyorsa birileri sizi hatırlıyordur, en azından bir sınavdan geçiyor olabilmeniz olasıdır. Yanmıyor iste artık, çoktan külleriniz havaya savrulmuştur.
Unutulmuş bir insan birinci dereceden bir yanıktır. Üzgünüm.
Öyle çok kitap okuyan biri değilim. Geçen sene ramazan bayramıydı. Ortaköy'de ki sahaflara bi uğradım gitmişken. Aziz nesin okuyayım dedim kendi kendime. Şu ana dek aziz nesin'in sadece bir kitabını okumuştum. Derken aziz nesin'in leyla ile mecnun çevirisini uzattı sahaf. 1972 basımı. Görsen şahane bişey. Aziz nesin'in kitabı değildi ama leyla ile mecnun'u da orhan gencebay ve gülşen bubikoğlu'nun oynadığı film kadar biliyordum sadece. Neyse aldım kitabı. Geçen haftaya kadar bekledi evin tozlu raflarında öylece. Tozlu dediysem çok tozlu değil. işime geldiği zaman temizlikte üstüme yoktur ama şu toz alma işini sevemedim. Bi bakayım dedim neymiş şu leyla ile mecnun'un hikayesi. Metroyla işe gidip gelirken okumaya başladım. Öncelikle arkadaşlar mecnun efendinin ismi mecnun değil Aslan imiş. Leyla'ya olan aşkından kafayı sıyırıp çöllere düştüğü için mecnun demişler adama. Kitabı okumayı bıraktım. 20 sayfa falan okudum. Umut sarıkaya ile devam ediyorum. Şimdi neden bıraktın diye soracaksın. Sordun sayıyorum ben. Bu geri zekalı mecnun'a sinir oldum. Babası mecnun'un bu halini görmeye dayanamıyor. Omağın uruğun bütün taşaklı adamlarını toplayıp dayanıyor leyla'nın evinin kapısına. Babasından istiyor leyla kızımızı. Babası da diyor ki haklı olarak "malum senin oğlan'ın kafa gidik. Ben kızı bi deliye yar etmek için büyütmedim. Bu iş nanay lakin, senin deli oğlan adam olur kendine çeki düzen verirse kızım gelinindir." Tabii mecnun'un babası şok. Götüne baka baka dönüyor evine. Alıyor karşısına mecnun'u diyor ki evlat böyleyken böyle. Mecnun malı ne dese beğenirsin? "Ben bu aşk acısıyla mutluyum, rabbim bana bunu reva gördü. içimden bu aşk acısını almanıza izin veremem cart curt ayak yaptı" dedim mecnun senin tahtanı sikeyim. Kapattım attım kitabı. Daha da okumam. Çok istiyorum kitap okumayı ama bir türlü olmuyor işte. Bi ara her yerde sabahattin ali'nin kürk mantolu madonna'sını görüyordum. Okusam mı diye düşündüm öyle. eski bi arkadaş ile konuşurken lafı geçti. En sevdiği kitapmış, hayatının kitabıymış, okumazsam çok büyük pişman olurmuşum diye diye kafa bırakmadı. Bigün kitabı da aldı geldi. Al oku diye. içimden okuyanı siksinler diye geçirirken aldım kitabı. 2 senedir hatay'daki evde duruyor en son sinem'in elinde görmüştüm. Nasıl kitap diye sordum. Öyle yarım ağızla "güzeeel" dedi. Kitaba başlamam için gereken tepki.
Bu gece bir yazının son sözü “Sen benden gideli çok olmuş, ben elveda bile diyememişim…” oldu ve yine tamamlanıp saklandı bir yazı. Mesele yazıda değildi, asıl mesele başka bir yazının bu yazıyı üretmesi oldu. Neyse, ne diyorduk. Bazı insanlar sizden giderler ve siz, o giderken, elveda bile diyememiş olduğunuzu uzun zaman sonra fark edersiniz… Sevdiğiniz; ancak uzun zamandır dinlemediğiniz bir sanatçının ölümünden sonra şarkılarını tekrar dinlemeye başlamanız gibi bir durumdur bu da… Vefasızlık huyunuzdan nasibini almış bir insanın arkasından yas tutmanız kadar acı vericidir…
Mesele insanlar değil azizim, mesele yas tutmak ya da vefasızlık da değil…
Mesele benim sözümden dönüp tekrar yazı yazmam hiç değil…
Şiirler dolaşıyor yine gecenin karanlığında. “Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında, canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını…” diyor şair ve ben hüznün kuşlarını yazmak istiyorum bu gece… Sonra “Sen cevapları ezberliyorsun ama hayat asla aynı soruyu tekrarlamaz..." diyor Can üstat ve ben sırf bu dize için kadehimi kaldırıp onun kadehi ile tokuşturmak istiyorum Datça’da, deniz kenarında… Nazım Usta geliyor sonra yanımıza "Ve dövüşebilirim... Doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey ve herkes için..." diyor, yeter ki haklı bulayım diye ekliyorum, hepimiz sessizliğimize gömülüyoruz.
Mesele şiirler değil azizim, mesele şairlerin benim duygularımı taşıyan dizeleri de değil…
Mesele hüzün, sorular ya da cevaplar hiç değil…
Son okunan kitaplar dile geliyorlar o anda, beni hikâyenin ortasına çekip başkahraman yapmaya çalışıyorlar, direniyorum… “Bir kere olan bir daha asla tekrarlanmaz. Amma ve lakin iki kere olan mutlaka üçüncü defa da olacaktır.” diyor Simyacı, haklı olduğunu biliyorum ama haklısın demeye dilim varmıyor. Susuyorum… “Hasta bir adamım ben” diyor diğer yazar, duymazdan geliyorum… “Benim için hayat bir roman, herkes de roman kahramanı.” diyor Livaneli’nin roman kahramanı, işte aynen katılıyorum ona…
Mesele hikâyeler ya da olaylar değil azizim, mesele kahramanlar da değil…
Mesele bir fikre katılıp katılmamak hiç değil…
Şarkıları çalıyor arka fonda Kayahan ustanın… Kendime bir şarkısını armağan etmek istiyorum, karar veremiyorum. Bu gece sanki hepsi “beni” bana anlatıyor gibi… Ülkemin hiç adım atmadığım bir şehrinin yerel bir radyosunda tüm dinleyicilere armağan edilen bir Kayahan şarkısı, benim için de çalıyordur belki şu an, kim bilir… Olamaz mı, olabilir…
Belki de mesele şarkılar da değildir azizim…
Mesele bunların hiçbirisi değildir aslında…
Mesele…
Mesele ne o zaman?
Mesele yürekte azizim, yürekte…
Bir umut uğruna yaşamak nedir?
insanların aslında sizi değil, onlar için yaptıklarınızı sevdiğini, bu fiillere bağlandığını ve bu fiillerle egolarını tatmin etmek için yanınızda kaldıklarını anladığınızda aşk, sevgi, bağlılık gibi kavramların bir bir anlamlarını yitirdiklerine şahit olacaksınız. içiniz parçalanacak, canınız hiç yanmadığı kadar yanacak ve evet, maddi olarak olmasa da manevi olarak öleceksiniz. Bu noktadan sonra iki şansınız kalacak: Ya her şeyi görmezden gelecek, rol yapacak ve eski hayatınıza devam edeceksiniz, ya da bu gerçekleri aklınızın baş köşesine koyup tüm hayatınızı baştan şekillendireceksiniz. ikinci seçeneği yapmak isteseniz de kendinizde yeterli cesareti bulamadığınızdan ilk seçenekte ilerleyecek, kendinizi yalanlara inandıracaksınız. inanmadığınız bir hayatı yaşayacaksınız. Tek kaçışınız kulaklığınız olacak. Hayatınızda bulamadığınız gerçek güzellikleri şarkılarda bulacaksınız. Her şarkıyla bin kez ölecek, bin bir kez dirileceksiniz. Hep bir umut, şarkılardaki gerçekliği arayacak ve bekleyeceksiniz. işte sizi bin birinci kez dirilten şey bu umut olacak. Bir umut uğruna yaşamak budur işte.