sonra geri döndüm. anahtarı kapının üzerinde unutmuşum. ordan geçen biri almış kapıyı açıp içeri girmiş ve kapıyı içeriden kilitlemiş. kapıyı tıklıyorum tıklıyorum tık yok. en sonunda dayanamadım zile bastım. kapı açıldı. kapını ardında karşı komşunu kızı merve vardı. bana sitemkar gözlerle bakıyordu...
vay amk editi: hikaye silinmiş. neyse başında evden çıktım diyordu.
Alpay Erdem'in yarattığı karikatür tiplemesi gibi sık sık gözlemlerdim oğlumu. Davranışlarını, başkalarıyla olan ilişkilerini, oyun oynarkenki hallerini.
Ve bir durum çok endişelendirirdi beni.
Ne zaman yaşıtı olan kuzeniyle bir araya gelip filmlerde gördükleri karate sahnelerini canladırmaya başlasalar dayak yeme rolüne soyunan hep benim oğlum olurdu. Aksiyonla eş zamanlı yükselen "dıfuaa", bufoaa" şeklindeki ses efektleri eşliğinde Van Damın tokata koşması canlandırılır, tekmelerin, yumrukların sahibi hep kuzeni olurdu.
Bizimkisi ise dayak yemenin hazzını keşfetmiş meczup gibi o koltuk senin bu kanepe benim oradan oraya atar dururdu kendini. Midesine aldığı darbe sonrası iki büklüm kesilip ağır çekimde geriye doğru sendelenir, önceden ağzına doldurduğu suyu kan tükürürmüşcesine üstüne boşaltırdı.
Çenesine aparkat yediğinde gözlerini kısıp başını geriye doğru atar, uçuşan dişleri temsil eden ufak kağıt parçacıkları üflerdi havaya.
Ve sonra hoop oğlum yine yerlerde. Düşerken eylemsizlik yasasına bile riayet eder halının üstünde ters takla atmayı ihmal etmezdi.
Tüm bunları yaparken büyük zevk alıyordu. Dayak yemeye doyamıyordu resmen. Bir kere olsun "şimdi ben van dam olacam" lafını duymadım ağzından. Bir an için rakibine karşılık verdiğini, cılızda olsa bir iki yumruk sallayıp şansını denediğini görmedim.
Tüm bunlar korkutuyordu beni. Oğlum niye hep ezik olanı oynuyordu? Yoksa kendini öyle mi görüyordu? Karaktersiz bir çocuk muydu? Film kahramanı olmayı kendine layık görmeyecek kadar özgüven yoksunu muydu? Kuzeni karşısında baskın çıkamayacak kadar kişiliksiz miydi?
Yoksa? Aman tanrım yoksa benim oğlum mazoşist miydi. Gözlerinden okunan zevke bakılırsa böyle olması da büyük ihtimaldi. "Eyvahlar olsun bu ilerde kesin ibne olur" du.
Yanıtı tam olarak bilemiyordum. Ama bildiğim ve kabul etmek istemediğim bir gerçek vardı ki o da bizim oğlandan hiç bir bok olmayacağıydı. Bu atılganlıkla çok iyi yerlere geleceği aşikar olan kuzeni ve ona benzer kişiler tarafından sömürülüp duracak, hayatın baş aktörleri yanında itilip kakılan bir figuran olarak yaşayacaktı.
Aradan yıllar geçti. Oğlum büyüdü yetişkin bir erkek oldu. Hani bu düşündüklerimi ona söylememiştim ama o, demediklerimi bir bir yedirmişti bana. Ne kadar da salakmışım. Ön yargılar gözlerimi nasıl kör etmiş. Oğlumun, sopa yedikçe şekilden şekle giren adam olma konusundaki istekliliği meğersem onun içinde bulunan sanatkar ruhundan ileri geliyormuş.
Öyle ya filmlerdeki kavga sahnelerini bir sanatçının bakış açısıyla izlersek cereyan eden olaydaki asıl maharetin dayak yiyen adam tarafından gösterildiğini anlayabiliriz. Gerçekte çenenin bir karış yanından geçen yumruğa sanki suratta patlamışcasına tepki verebilmek, vücuda değmemiş tekmenin ayakları yerden kesen etkisini gösterebilmek, basit kroşe ve tepik hareketlerinden çok daha büyük ustalık ve beceri isteyen bir iştir.
Kavga sahnesinin inandırıcılığını, izleyenleri içine alan bir gerçekçilik kazanmasını dayak yiyen adamın ifade kabiliyeti belirler.
işte benim oğlum, içinde hiç bir incelik ve kabiliyet göstergesinin bulunmadığı düz dayak atan adam olmak yerine, yeteneğini konuşturabilme fırsatını bulduğu dayak yiyen adam rolünü bunun için seçiyordu. Çünkü o sanatçı ruhunu ifade etmek için yaratılmıştı. Vücud dilinin hünerini sergilemekten büyük haz duyuyordu.
Büyük adam olacağı eşşek sudan gelinceye kadar dövüldüğü daha o oyunlardan belliydi. Ama benim man kafam bunu anlayamamıştı.
Oğlum şu an çok başarılı bir tiyatro oyuncusu. Kuzeni ise hep aynı klişe işlerle uğraşan mutsuz bir muhasebeci oldu. Yine de bazen, aralarında gerçek bir kavga çıksada bizimkisi bunun kafasını gözünü patlatsa, geçmişin öcünü alsa diye düşünmeden edemiyorum.
Baba yüreği işte.
bundan bir kaç sene önce yazlık bir beldede pandomim gösterisine gitmiştim. sanatçımız klasik bir sunum yapıyordu. olmayan duvarlara dokunuyor, hayali ipleri çekiyor, esmeyen fırtınaya karşı yürüyordu. çok eğleniyordum. Ta ki oyuncumuz şovunun en can alıcı kısmını sergilemeye başlayana dek. O andan sonra gösteri bambaşka bir anlam kazandı.
pandomimcimiz ağır olduğu her halinden belli olan (yani pandomimcinin her halinden belli oluyor) bir kutuyu kaldırmaya yeltendi. ıkınıp sıkınarak yerden biraz havalandırdı. çok zorlandığı aşikardı. gavur ölüsü gibiydi meret. dizlerine kadar çekebilmeyi başardığında yüzü resmen pancar kesilmişti. yanakları şişkin bir halde hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. her an bırakıp pes edecek gibi bir hali vardı. ama o pes etmedi. beline kadar çıkartıp biraz soluk aldı. şimdi en yukarı kaldıracaktı. yaz gelende kışlıkları gömme dolabın en üstüne kaldırma sahnesi olmalıydı bu. son enerjisiyle kutuyu belinden yukarı doğru kaldırmaya giriştiğinde akustiği mükemmel ayarlanmış tiyatro sahnesinde tiz bir ses yankılandı "fizuuuuuvviiittt!!"
3 ila 5 saniye sürdü bu ses ama izleyenlere çok daha uzun gelmişti.
evet pandomimcimiz osurmuştu. ağır yük kaldırmaya çalışan herkesin başına gelebilecek doğal bir durum.
bazılarımız bu sahneden büyülendik, bazılarımızsa yakışıksız bulduk. ama hepimizin şaşırdığı, soru işaretleriyle cebelleşmeye başladığı aşikardı.
-acaba pandomim sanatçısı olayın gerçekçiliğini arttırmak için bilerek mi osurmuştu?
-öyleyse bu gerekli miydi?
-eğer böyleyse o istediği zaman osurabilen biri miydi? parlak bir kariyer için büzük terbiye disiplinleri mi uygulamıştı yıllarca?
-belki de osurması rol değildi. o, sanatını kusursuz bir şekilde icra edebilmek için, yaptığı gerçekdışı fiiliyata kendini inandırmayı seçen bir profesyoneldi.(yanlışlıkla kutu ayağına düşse ortalığı birbirine katardı) o an gerçekten zorlandı ve bundan dolayı basınç dötünden fırladı?
-yoksa ortada gerçekten görünmez bir kutu vardı da adam süper pandomimciyim diye bizi mi yiyordu?
bunlar tartışma konusu ama sonuçta ilginç bir gece geçirmiştik.
Not: Bu yazı vesilesiyle Efsanevi absürd komedi programı "ŞOK" daki "Pan Flütlü Pandomimci Zanfir" abimize selamlarımı ve sevgilerimi sunarım. Ah ulan ŞOK sen bu ülkeye fazlaydın. Kıymetini bilmediler.
mayıs ayı..
üzeri çimlerle kaplı ufak tepeciklerle dolu,yer yer ağaçların olduğu,dağlı bir Anadolu köyü..
saat sabah dokuz civarı..
kişi mezarını açar,
mezarın başına taşını koyar ve üstüne,ölüm günü olarak o günü yazar,
öyle bir elektronik düzenek hazırlamıştır ki,belirli bir süre sonra çalışacak olan bu mekanizma mezarı toprakla dolduracaktır..
böyle bir mekanizmaya ihtiyaç duymasının sebebi,onun sessiz bir şekilde gitmek isteyişidir..
adam son defa etrafına bakar,
son defa çimlere,
ağaçlara,
son defa dağlara..
adam çoktan karar vermiştir..
girer mezarına dikkatlice,neden dikkat ediyorsa artık..
uzanır boylu boyunca mezarına..
bıçağı zorlukla çıkartır kemeri ile pantolonunun arasından..
son defa güneşe ve bulutlara bakıyordur..
boğazına dayar bıçağı
1-2 damla gözyaşı gözlerinin kenarlarına doğru toplanır..
bıçağın soğukluğunu hisseder
belki de ölümün önyargısal soğukluğudur..
ama en azından kendisi ölümü mutluluk olarak görür..
çünkü kurtuluştur..
memksiz bir kurtuluş..
ilk defa cesaret eder..
ve bıçağı saplar boğazına..
gözleri açık kalmıştır..
gözyaşları şakağından toprağa doğru akar..
güneşe bakıyordur..
birazdan tam anlamıyla can verecektir..
ve birazdan toprak üzerine dökülecek,
birazdan koca bir ağırlık üstüne çökecektir..
ama o adam için bu ağırlık, yaşamın diğer ağırlıklarından hafif olacaktır..
zaten o yüzden gitmiştir..
gözleri son defa güneşe bakıyordur..
..
mekanizma ayarladığı anda çalışır,ama daha ölmemiştir..
aksilik onu ,ölümünde bile rahat bırakmaz..
gerçi öyle yada böyle,ya yarasıyla yada toprağın ağırlığıyla yada boğularak ölecektir,ama bu fark onun için önemlidir,
ağırlığın altında kalıp ölmek istemez..
biraz nemli toprak gözlerinin içini doldurduğu anda..
suratının üzerinde inanılmaz bir basınç olmasına rağmen
içinde son bir yaşama isteği olur..
çünkü ilk defa bu kadar toprağa yakındır..
çünkü ilk defa otların o güzel kokusunu almıştır..
o nemi teninde hissetmiştir..
ama bu en fazla 1 saniye sürmüştür..
ama hayatında hiç böyle güzel bir 1 saniye yaşamamıştır..
o 1 saniye,ona yıllardır hasreti olan yaşam sevincini tattırmıştır..
ve ona 1 saniyelik bir pişmanlık vermiştir..
keşke yapmasaydım diye..
2 saniye sonra boğazının kesik olması onu öldürmemiş olsa bile,
belki de ceza olarak,toprak onu öldürür..
adam geldiği yere gider..
bir gün elimde enstrümanım yolda gidiyorum,
iki kişi yolun bir köşesinde konuşuyorlardı bende kafam önde yürüyorum onlara doğru yaklaştım biraz sonra o iki kişiden biri kafasını kaldırıp bana baktı ve aynı şekilde bende ona.
allah'ım böyle bir şey olamaz ilk görüşte aşık oldum. hemen arkadaşlarımın yanına gidip adını sanını kim olduğunu sordum. meğer ben onu geçen seneden beri tanıyormuşum da haberim yokmuş.
sonra neyse tanıştık vs. 3 4 ay konuştuk sonra her şey bitti(bu kadar).
kimliksizlik çektiğimiz oluyordu onunla bazen. arada bir kendimizi kaybedip, arada bir yer değiştirip, arada bir yokolup, arada bir patlama noktasına gelip, derin bir uçurumdan uçmanın nasıl bir şey olduğunu tadıyorduk. sırf merak olsun diye.
onun düşüncesi biraz farklıydı benden belki, o diyordu ki, "savaşmalıyım", yapmalıyım. ben diyordum ki, "sakince, kimsenin bilmesine gerek olmadan sessizce bir şeyler yapmalıyım". bazen kavga ettik gecelerce. bazen bu kavganın orta yerinde sarıldık birbirimize. desteğe en ihtiyaç duyduğumuz anda yanımızda bulduk birbirimizi. en anaç tavırlarla, en babacan samimiyetle süzdük birbirimizi. en yalancı halimizle de tanışmıştık, en dürüst halimizle de. dokuz köy ne ki, gzmediğimiz diyar kalmamıştı. görmediğimiz kent, ayak basmadığımız kara, üstünden geçmediğimiz kıt'a, aşmadığımız çöl..ama hep beraberdik işte, ayrılmamıştık hiç ve ayrılmayacaktık. plan buydu..
bir gün hastalandı o, "yapamam ben, bensiz git" dedi..anlamadım. anlayamadım ne olduğunu, hastalığı neydi, söylemedi. sadece "artık ben seni tamamlayamam, sen de bana eş olamazsın artık, ayrı bir yapıdayız" dedi. gene anlamadım. "git!" diye bağırdı en son. "git, bana daha fazla acı çektirme..". ben? ben mi ona acı çektireceğim, ben mi? ona bu kadar değer veren ben, onu bu kadar seven ben..oysa ben hep sadıktım ona, oysa ben hep yanındaydım, her şeyimi bilen oydu, ama o bana en ufak hastalığını bile söylemiyordu artık. neydi bu değişim? neden?
uzun süre düşündüm, onsuz çıktım yola, hayatımda ilk kez..onsuz yapacağıma inanmıyordum, çünkü inancım kalmamıştı bir süredir tanrıya. onu kaybetmek demek benim için hayatla olan bütün bağlarımı yitirmem demekti. onsuz nasıl yapardım ben, bu hayatta nasıl kalırdım..evet, ben sakindim, evet ben soğukkanlıydım, ama şimdi içimden bütün her yeri yıkmak, onun dediği gibi, her şeyle savaşmak geliyordu.. anladım sonra. anladım ki, aslında beni frenleyen, olgun hale getiren şey, ondaki hırstı. biz birbirimizi tamamlamak için yaratılmıştık ve ben bunun sakin kısmını oluşturuyordum. aslında ben de savaşçıydım, ama ondaki hırsı görünce, onu sakinleştirmek için, onun zarar görmesini engellemek için, kendi kendime bu kalıba girmiştim. yola koyuldum..
nice zorluklarla karşılaştım, ağladım tek başıma. haykırdım sonsuz bir vadinin tam ortasında. tek başıma ne yaptığımı bilmedim hiç, amacım da yoktu bunu bitirmek için. dönmek istedim. geri dönüp ona sarılmak istedim, tek istediğim buydu.
onu en son bıraktığım yere, o küçük köye girerken heyecanlanmıştım, "belki" diyordum içimden, "iyileşmiştir, belki gene beni kabul eder, belki gene gelir benimle, belki gene benim ışığım olur". içim içime sığmıyordu.. onun olduğu eve gittim, kapıyı çaldım. kimse yoktu, ev boştu. koştum..sadece koştum, nereye gittiğimi bilmeden. karşıma bir çocuk çıktı, küçük bir kız çocuğu.. "nereye gidiyorsun?" diye sorduğunda cevabım sadece "hiç" oldu. bana " burada yerin kalmadı, git. git ve buraya onu gönder" dedi..birden farkettim, o küçük kız çocuğunun gözleri, gözleri aynıydı. aynı savaşçı, inatçı, gururlu gözler.anlamıştım sonunda ne yapmam gerektiğini.."hoşçakal küçüğüm" dedim. "hoşçakal..".
sanırım aynı hikaye hala tekrarlanıyor ve sürekli birileri bu dünyadan ayrıldıkça yerine yenileri geliyor.
sokak lambasına yaklaştıkça büyüyen gölgem git gide irileşmeye devam ediyordu. oysa lamba dikkatimi çekmeden önce gölgemin varlığından, nerde ne halt ettiğinden bi haberdim. yaklaşıyorum gölgem devasa bir hal alıyor sonra yavaş yavaş küçülüyor ve lambanın altına geldiğimde ayaklarımın altında eziliyor. lambayı geçtiğimde ise arkamdan bana göz kırpıyor. tıpkı yeni doğan bir çocuk gibi.. hayat gölgesiz, kirsiz, kötülüksüz başlıyor ta ki yasak meyveler, kirler, kötülükler fark edilene kadar. nefis istiyor bunları fakat bunlar kirletiyor insanı. hayat tattıkça kirletiyor insanı. tertemiz başlıyor; temiz tutmak ya da kirletmek biraz senin kontrolünde birazda lanet dünyanın; dünya nın lanetliği yahut güzelliğide göreceli. lambanın etrafından dolanmak ya da altına kadar sokulmak yine senin elinde. fakat lamba sana ışığını yağdırmaya, hayat sana kötülüklerini kusmaya her daim devam edecek.
edit: basit bir deneme. teorik olarak lambaya yaklaşıldığında ya da lambadan uzaklaşıldığında gölegenin ne hal alacağı konusunda bir malumatım yok. saygılar.
internette burnumun ucunda duran biriyle tanıştım ve çok etkilendim...oda benden etkilenmiş gibiydi saatlerce ettiğimiz eğlenceli sohbetten anlamıştım ve emindim. sonra ses soluk çıkmadı aklımda soru işaretiyle kalakaldım. ( kafamda deli sorular) sonra bütün cesaretimi toplayıp hiçbişey olmamış gibi yazdım kendince sebepleri olduğunu söyledi ve o zaman birdaha anladım ki..... aslında bişey anlamadım ya neyse...ettiğini bulsun dallama ne diyebilirim ki... 32 yaşında evde kalmış bir bağyana bunu yaparsan bidaha yüzün gülmez benden söylemesi .