Şahsımdır. Yazıktır. Küçükken ailenin yavşaklığı ve cimriliği yüzünden hiç denize gidememiştim. Hep köyde yobaz dedem tarafından çalıştırılıp kuran eğitimi aldım. 18 yaşımı geçtiğimde arkadaşlarımla gittim denize. Dünya varmış dedim. Şimdi dedemin yüzüne bile bakmıyorum.
köyden eve dönmemek için saatlerce ağlayan çocuktur.
kuzenleriyle yaz boyu doyasıya eğlenmiş, her gün denize gidip şıpıdak şıpıdak yüzmeyi öğrenmiştir.
fındık zamanı fındık ağaçlarının altına kurulan hamağa ben yatacağım ben yatacağım diye kavga etmiştir.
bazen yaramazlık yaptığında tüm kuzenler tek yengeden dayak ta yemiştir.
altta kalanın canı çıksın oyununda döşek kırılınca o can ciğer kuzenler o yaptı o yaptı diye birbirine de girmiştir...
Pek'te umrunda olmayan çocuktur. Bazıları için bu cok sevinç vericidir. Gerçi şimdi olan yazlık o zamanlarda da olsaydı hiç fena olmazdı diye dusunuyorum.
“Leylek neden benim kuşum, gelir yazın, gider kışın?”
Böyle derdi babaannem, köyden her ayrılışımızda… Arabanın arka camından bakar, durmadan el sallardım ona. Köy uzakta kalıncaya değin…
Benim için köy mükemmel bir okuldu. Üstelik hayatım boyunca ders kitaplarından öğrenemeyeceğim şeyleri öğrendiğim bir okul. Öğretmenlerimse babaannem ve dedemdi, bazen de köyün delikanlı abileri…
Dedemi toprak işleriyle uğraşırken izlemeyi çok severdim, dünyanın en güzel manzaralarından biriydi bu.
Önce kurumuş toprağı nemlendirirdi biraz ıslak elleriyle, bayram sabahı oğlunun saçlarını ince dişli tarakla sola yatıran bir babanın yaptığı gibi.
Onun ellerindeki şefkati görmemek imkânsızdı.
Sonra biraz çapalar ve yavaşça yerleştirdi içine fideyi. Her fidede gözlerinde bir ışıltı daha peydah olurdu sanki.
Özenle yapıp da bitirince işlerini, babaanneme seslenirdi. “Bak hele sevdiceğim, iyi olmuş mu bunlar? Tutar mı burada?”
Babam anneme hiç ‘sevdiceğim’ demezdi mesela, ama dedem babaanneme hep böyle seslenirdi.
Babam da biraz dedeme benzesin isterdim, duvarlarını daha kolay yıkabilmek adına.
Akşam olup da köyde bir bir kararmaya başlayınca evlerin ışıkları, dedem çekilir sedirin bir köşesine kitap okumaya başlardı.
Kitaplardan öğrendiklerini köy odasındakilere anlatır, hatta bazen bağlamasını eline alıp âşıklarla atışırdı.
Bir gün kitap okurken yanına sokulduğumda, “Sevdiceğim ne demek dede?”, dedim.
Toprak kokan elleriyle sevdi yanaklarımı, “Şimdiye kadar sevdiğim ve şimdiden sonra da hep seveceğim demek.”, dedi.
Anlamayacağımı sanmıştı aslında, ama ben anlamıştım onun gözlerindeki ışıltıdan, insanın sevdiği birine söyleyebileceği en güzel sözün ‘sevdiceğim’ olduğunu.
Belki de ilk kez o gün Türkçenin karşısında ceketimin düğmesini iliklemem gerektiğini anladım.
Belki de ilk kez o gün dedemin bir âşık gönlüne sahip olduğunu fark ettim.
Köydeyken, bir eşeğin arkasında durmamam gerektiğini öğreniyordum mesela, bir peynirin nasıl yapıldığını, bir derede hangi taşın, nasıl sektirileceğini, bir fidenin toprağa nasıl tutunacağını…
Ama bunlardan daha güzel bir şeyi de öğreniyordum farkında olmadan, insan sevmeyi…
Köy odasına girerken gülümserdi dedem, ben de gülümserdim. Selam verirdi, ben de selam verirdim.
Hatta bazen o kasketini çıkarıp da selamlayınca birini, ben de şapkamı çıkarır onun yaptıklarını taklit ederdim.
Babaannemden, komşudan gelen tabağı boş göndermemeyi öğreniyordum ve kapıyı güler yüzle açmam gerektiğini.
Kapıları sert kapatmamam gerektiğini de öğreniyordum, istediğim olmayınca sert bakmamak gerektiğini de.
“Niye yıktın kaşlarını?”, diyordu beni üzgün gördüğünde, sonra anlatıyordu da neden kaşlarımı yıkmamam gerektiğini.
Bir meyveyi koparırken dalından, yeşil yapraklarını incitmemeyi öğretiyordu, sonra neden insanları incitmemem gerektiğini de.
“Karıncayı bile incitmem deme, o ‘bile’den incinir karınca.”, derdi dedem de, okuduğu kitaplardan öğrendiğini söylerdi bu güzel cümleleri.
Aslında bana kitap okumayı sevdiren de öğretmenimden çok dedem olmuştu.
Bugün sahip olduğum tüm güzellikleri köyüme borçlu olduğumu düşünürüm, her yaz gittiğim köyüme.
Yine yaz tatili için günleri sayarken, bir telefon gelmişti köyden. Apar topar hazırlanmıştı annemle babam, onları köye gitme konusunda ilk kez bu kadar telaşı görüyordum.
Yoldayken anladım ki dedemin sevdiceği ölüvermiş, yitip gitmiş ellerinin arasından.
Ağladım… Böğüre böğüre ağladım, gidene kadar dinmedi gözlerimin yaşı.
Elimden tüm güzelliklerim alınmış gibi hissettim, elimden köyüm alınmış gibi.
Dedem şimdi kime ‘sevdiceğim’ diyecekti?
Vardığımızda kaldırmışlardı cenazeyi, bütün köy eve toplanmış, dedem sedirin bir köşesinde oturup kalmıştı.
Yüzü her zamankinden daha beyazdı, kırmızı gözleri belli ediyordu ne kadar çok ağladığını.
Ağzını açsa tutamayacaktı hıçkırıklarını sanki onun için yutkunmakla yetiniyordu.
Bazı şeylerin izahı yoktu sözlerle, cümlelerle ifade edilemezdi de, yutkunarak geçiştirilirdi hani.
Dedem de acısını izah edemiyordu.
Akşam olup da köy halkı evine gittikten sonra, bahçede, babaannemin diktiği gülün yapraklarını okşarken gördüm dedemi.
Gözyaşlarının yanaklarında açtığı ışıltılı yolu fark edebiliyordum.
“Ağlama artık dedem…”, diyebildim sadece, elini tuttum. O toprak kokulu ellinde babaannemin kokusunu buldum.
“Ağlamıyorum oğlum, gönlümü suluyorum.”, dedi.
Babaannem o köyde, o evde, o bahçede değildi artık, ama sonsuza dek dedemin gönlünde olacaktı.
Neden öyle dediğini biliyordum, çünkü kimin için ağlarsan, gönlünü onunla sularsın…